Ağaca tırmanmak da nereden çıktı böyle? Kır gezimi planlarken bunu hiç hesaba katmamıştım. Elli yaşındaydım. Muhtemelen kırk yıldır ağaca çıkmamıştım. Özellikle de bu kadar yükseklere. Yerden yüzlerce metre yukarıda olmalıydım artık. Saatlerdir süratle, anlaşılmaz bir tutkuyla, marazi bir hırsla tırmanıyordum çünkü. Başlangıçta sık sık karıncalarla, kuşlarla, sincaplarla, ağaca tutunan her türden iyicil böcekle, dallarla yaprakların arasında uçuşan irili ufaklı sineklerle, arılarla, her boy ve cinsten kelebekle karşılaşıyordum. Tuhaftır ki hiçbiri benden kaçmıyor, varlığımı biraz olsun yadırgamıyordu. Birbirlerini yıllardır nasıl benimseyip, belki biraz da mecburiyetten kabullenmişlerse, beni de ağaç halkından biri olarak görüyorlardı sanki. Buna sevindim, dünyalar benim oldu. Ürkek, yabani diye bildiğimiz mahlukatın ikinci kez düşünmeden, oturup konuyu kendi aralarında enine boyuna tartışma gereği bile duymadan beni de aralarına kabul etmesi gurur ve şaşkınlık vericiydi. Hatta sanki konuşsam, onlara bir şeyler sorsam, beni derhal anlayabileceğim bir dille yanıtlayacaklardı da. Ama o kadarını göze alamadım.
Örneğin genç, çalışkan, sağlıklı bir bal arısıyla yüksek bir ağacın tepesinde, meraklı gözlerden uzak sohbet etmek, dertleşmek, hatta belki onunla yakın arkadaş olmak ne demek! Bir yandan muhteşem, ama bir yandan da korku verici, açıklanamaz, son derece tekinsiz bir şey değil mi? O yüzden ağzımı açmadım ben de haneye kabulle yetinmeyi yeğledim, şansımı zorlamadım, hayvancağızları da durduk yere sıkıntılı bir duruma sokmak istemedim. Belki bana gönülsüzce yanıt verecekler, belki benimle içtenlikle ve uzun uzun sohbet etmeyi çok istedikleri halde yazılı olmayan, ayrıntısını şimdi tam olarak bilemeyeceğim kimi esnetilemez kurallar gereği kendilerini tutmak zorunda kalacaklar ya da böylesi bir çılgınlığa kalkıştıkları, sorumsuzca davrandıkları için henüz tanışma onuruna ermediğim kır ya da orman otoriteleri tarafından şiddetli biçimde cezalandırılacaklardı. Böyle devasa bir ağacın içinde her şey olabilir. Herkesin uymak zorunda bulunduğu kimi kadim kurallar söz konusudur mutlaka, bunları umursamayanlar için bazı acımasız yaptırımlar da öngörülmüştür.
Dediğim gibi, başlangıçta yalnızca masum bir kır gezisi gerçekleştirmek peşindeydim. Yanıma bolca kumanya almıştım. Yalnızdım. Üç-dört saatlik bir macera olacaktı. Sadece bir şeyler atıştırmak için mola verecek, onun dışında dere tepe düz gidecek, aynı yoldan da hemen eve geri dönecektim. Hayatımdan hoşnuttum. Onu temelli terk etmek, noktalamak aklımın ucundan bile geçmiyordu. Yalnızca kısa bir molaya, biraz özgürlüğe, yeşilliğe, çok kısa bir süreliğine de olsa salt kuşların uçuşuna odaklanmaya, gökyüzünü dikkatle gözlemlemeye yoğun, artık karşı konulamaz şiddette bir gereksinim duyuyordum. Bir çayın melodik şırıltısını, ılık bir rüzgârın tenimde, tüylerimde yaratacağı o hoş dalgalanma hissiyle karıncalanmayı, kısacası doğa ananın koynuna biraz olsun sokulmayı, orada minnet duygusuyla soluklanmayı müthiş özlemiştim. Elbette buralara kadar gelmişken ağaçları da dikkatle gözlemleyecektim. Kendimi bildim bileli bayılırdım, deli olurdum ağaçlara. Özellikle de kimi küçük, meyveli ya da çiçeklenmiş ağaçlar, takıp takıştırmış, sürüp sürüştürmüş genç, alımlı bir kadın gibi hayret verici güzellikte oluyordu. İnsan onlara büyülenmişçesine, bulunduğu noktaya çivilenmişçesine uzun uzun bakarken, kendini cansız, çirkin, özgün bir biçimden uzak, önemsiz hissediyordu. Tamamen aciz kalıyordu gözlemlediği ağacın heybeti ve ciddiyeti karşısında.
Şimdi ne olacak bilmiyorum. Çok ileri gittim. Bir noktada mutlaka durmalıydım ki artık o noktanın çok, inilemeyecek kadar aşağılarda kaldığını kesin biçimde hissediyorum. Önümde sadece iki seçenek bulunuyor. Ya üzerinde olduğum dalda kalıp açlıktan, susuzluktan, soğuk ve yalnızlıktan yavaş yavaş ölmeyi bekleyecek ya da bu başlangıçta hiç öngöremediğim uğursuz tırmanışı inatla sürdüreceğim. Her halükârda durumum giderek daha vahim bir hal alacak. Yerden uzaklaştıkça işler hepten sarpa saracak. Karanlık yoğunlaşacak, kısa süre önce kopan fırtına şiddetini arttıracak, an itibarıyla çok gerilerde kalan masum, sevecen yaratıkların yerini vahşi, yırtıcı, gözleri kin, öfke ve düşmanlıkla dolu kimi tanımlanamaz mahlukat alacak. Yılanlar, iskeletler, çürümüş cesetlerle sarmaşıklar sarkacak, aheste aheste sallanacaklar üzerimdeki dallardan. Ağacı örümcek ağları, insan etiyle beslenen dev bitkiler, yaban arılarının kara, zehirli, sümüksü yuvaları kaplayacak. Yeri, evimi bir daha düşümde bile göremeyeceğim. Önce gök gürleyecek, ardından bugüne dek tanık olmadığım şiddette şimşekler çakacak tepemde, buz gibi yağmur damlalarının şiddetli, aralıksız saldırısı altında ağaca tutunmakta zorlanacağım. Üzerinde güçlükle dengemi korumaya çalıştığım daldan derin boşluğa yuvarlanma korkusu, zaten uzun süredir can çekişmekte olan ruhumu tümüyle ele geçirecek, Keşke bu kadar yükseklere tırmanmasam, hatta bu acayip ağaca hiç bulaşmasaydım, diye düşüneceğim esefle. Elli yaşında, sağlıklı, sözüm ona aklı başında, mutlu mesut bir adamın işi ne bu derece yüksek, gizemli, gaddar bir ağaçta? diye soracağım kendime. Ağaca tırmanmaya karar verdiğim o uğursuz ânı hatırlamaya, beni hangi gizli nedenlerin yukarıya doğru o ilk adımı atmaya zorladığını anlamaya çabalayacağım son anlarımda ama faydasız. Bu delice işe niçin kalkıştığımı asla bilemeyeceğim bana kalırsa.
Korkut Kabapalamut
Commentaires