top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Ayşe Hicret Aydoğan ve Mozart’ın Nasırlı Elleri

Sevgili Ayşe Hicret, Hece yayınları aracılığıyla okurla buluşan ilk kitabın Mozart’ın Nasırlı Elleri bu uzun yoldaki ilk keskin virajın olmalı. Daha kitaba başlamadan seni bu geri dönülemez noktaya getiren o güçlü mottoyla karşılaştım. Elinden geleni yap ama kazanamamaktan sakın korkma. On öyküden oluşan kitabın sonuna geldiğimde bu cümlenin bir baba nasihatinden çok öykülere ruh üfleyen bir epigraf olduğunu düşündüm. Öykülere değindikçe okurlar da ne demek istediğimi anlayacaktır. Seni buraya getiren kavisleri, kasisleri, yokuşları sorsam neler söylersin? Okurların seni daha yakından tanıması için ilk kitabının okura ulaşması sürecinden, yazma evrelerinden ve tüm bunların sana kattıklarından biraz bahseder misin?

Çok güzel ifade etmişsin Çilem. İnsan en çok anlaşılmak ister, anlaşıldığımı hissettim, teşekkür ederim.

İnsan bazı virajları yoldan çıkmadan atlattığında sanıyor ki bir daha hiçbir şeye üzülmeyecek. Devam ediyoruz engebelerden atlayarak yaşamaya. Bu keskin dönemeçler, zorlu yollar bakıyorsun ki yaşamın kendisi. Kazanmak ya da yenilmek diye bir şey de yok hatta.

Çocukluğun ne denli önemli olduğunu öykü yazmaya başladığımda anladım. Hepimizi bir yere getiren çocukluğumuz aslında. Babamı kaybettikten sonra, yaşımla da bağlantılı tabii, yaşamı sorgulama ve sonrasında da anlama yoluna girdim.

Çekingen ve ürkek kabuklarımdan yavaş yavaş sıyrıldım. Hayır, öz güvensizlikten değildi ürkekliğim, ne istediğimi tam olarak bilmemektendi. Bazen kayıplar aynalara götürür bizi, yüzleştirir. Başarılı bir anne ve babanın çocuğuyum. Onların verdikleri mesajları doğru bir şekilde okumaya giden yoldu beni buralara getiren. Anlamaya başladığım sadece kendim değildim. Deneyimlediğim her şey kazancım oldu bunu başardığımda.

Uzun zamandır yazıyorum. İlk okuyan babam ve annem oluyordu. Lisede denemelerimle ödül aldım. Ama sonrasında yayımlamak için bir atılımım olmadı. İyi bir eğitim almış oldum aslında yazma ve okuma konusunda. Hem babamın yazar olması hem annemin yazması ve ikisinin de çok iyi okurlar olması hem de evimizin edebiyatla iç içe olması sürekli bir eğitim içinde olmamı sağladı.

İfade ettiğin o güçlü motto babamın bana yazdığı bir mektupta yer alıyor. Mektuplaşırdık babamla. Mektupta bu cümlenin devamı şöyle: “Yenilgilerinde yanında her zaman beni bulursun.” Buldum da çok şükür, belki de hayatın bana en büyük hediyesi böyle bir aileye sahip olmak. Elinden gelenin en iyisini yap, sonrası tevekkül. Hayır ve şer kavramlarını da yaşamıma dâhil etmeyi öğrendim böylece. Önemli olanın yürümek olduğunu aklımdan çıkarmadan yapıyorum her işi. Atalet hâlinden kaçınıyorum. Yetenekli olduğum alanları bulup onlarla kol kola olmayı öğrendiğimden beri iç huzursuzluklarım yerini eylem hâline bıraktı.

Kitaba giden süreç işte bunların tezahürü. Hece yayınları ile çalışıyordum zaten. Öykü ise beni tamamlayan bir tür oldu. Kişilik yapıma uygunluğu ile rahat ettiğim ve geçmiş okuma tecrübelerimi de kullanabildiğim bir tür. Ahmet Sait Akçay ile yollarımız Hece’de kesişti. En başından beri okuma ve yazma sürecinde yanımda oldu.

Mozart’ın Nasırlı Elleri isimli öykümü yazdıktan sonra kitap fikri belirginleşmeye başlamıştı. Piyano eğitimi ile birlikte köşe yazılarım, öykülerim yayımlanmaya devam ediyordu. Aynı zamanda eğitmenlik sürecimin de büyük katkısı olduğunu belirtmeliyim. Duygusal zekâ ve insan tanıma sanatı uzmanlık alanlarım. Bu sebeple okuma disiplinim geniş bir alana yayılıyor.

İlk öyküde ormanda hem alabildiğine sağlam hem eğreti duran ahşap bir evde bir hikâyeyle tanışıklık sağlıyoruz gür saçları olan güçlü bir kadınla. Diğer öykülerle birlikte zaman ve mekânın çok da önemli olmadığı bir alanda bir kadının kronolojik olmayan hikâyelerini okuduğumuzu düşünüyorum. İlk öykünün adını taşıyan İpek Şal, narin tınısıyla şu cümlenin altını çiziyor. Karşı gelmeyecektim zaten kadınım ben, onun dalları sivri, batıyor, canım acıyor. Kitapta sık karşılaştığım orman metaforundan geçerek, boynumuza dolanan İpek Şala, kadınlık hallerine dair neler söylemek istersin? Kadınlık bir başınalık zaten, diyor anlatıcı, sence neden böyle? Peki öyküdeki son cümleyi soru olarak yöneltsem? Ne kadar gür saçlarınız var, nasıl taşıdınız bunları?

İpek Şal yazdığım son öyküydü ama kitabın ilk öyküsü. Kronolojik değildi belirttiğin gibi. Yaşamın da bu şekilde olduğuna inanıyorum. Yaşımız ne ifade ediyor örneğin, olgunluk sürecimiz yaşamın sonlarına denk geliyor. Trajik bir şekilde birçok şeyi anladığımız, doğru yapmaya başladığımız zamanlarda fiziksel olarak gençlikteki gücü bulamıyoruz.

Bir iş için hangi yaş erken, hangi yaşımız doğru zaman? Tecrübe dediğimiz bizi derinden sarsan depremler. Saçlar da tecrübelerimizi gösteriyor bir bakıma. Bir kadın için çok önemli değil mi, boyu, rengi, şekli, beyazlar düşmesi... Hastalık ya da derin bir üzüntü sebebiyle dökülebiliyor saçlarımız.

Derin üzüntülerin içinde elbette şiddete maruz kalmamız var. Kadınlar duygusal ya da fiziksel olarak her gün maruz kalıyor şiddete. Birçok şeye göğüs gererek elde ettiğimiz psikolojik sağlamlığımız bir kişi tarafından kolayca yıkılabiliyor. Karşımızdakinin kendini ve ruhunu beslememesinin, geliştirmemesinin bedelini öder hâle geliyoruz. İpek Şal’dan sonra başka bir öykü daha çıkıyor buradan: Leş. Etrafımızı saran bir ağ hâline gelen kötülükle mücadele ediyoruz. Evet, kabul edelim, kadınların boynuna dolanan ipekten eller değil maalesef. Kolektif bir farkındalık olması gerekiyor bu konuda. Daha psikolojik şiddetin sınırları nedir, bunu tartışıyoruz, hatta tartışamıyoruz.

Bireysel olarak elimizden geleni yapmak durumundayız diye düşünüyorum. Yazmak benim için en iyi yöntemdi. Kendi yaşadıklarımı başka kadınların yaşamlarıyla harmanlamak ve saçlarımızı taşıyabilmek için birlikte hareket etmek.


Mozart’ın Nasırlı Elleri’nde anlatıcı annenin çökmüş omuzları babanın çatık kaşlarıyla mesafeyi açsa da Nigâr Hanım o mesafeyi bir anda sıfıra indiriyor. Sonra yine umulmadık bir finalle öykü başka bir yöne çeviriyor okuru. İyileşmek umulmadık bir anda bir dilim kekle gelebiliyor. Nihayetinde öykülerdeki insanlık ve kadınlık halleri yer yer karamsar olsa da umuttan ve inattan uzak değil. Ayşe Hicret inançlı ve inatçı mıdır? Öykülerini okuyanların özellikle kadın okurların görmesini istediği daha çok hangisi, öfkenin canlı kalması mı, Leş’te olduğu gibi mücadele hali mi, hangisi daha baskın? Hayır kin duymak değil, hayatında bir kez göz göze geldiği kediyi bile merak ediyor insan. İlk kitapların otobiyografik olduğu söylenir, Mozart’ın Nasırlı Elleri’nde otobiyografik öğeler var diyebilir miyiz?

Umut hiçbir zaman uzak bir kavram olmadı bana. Bahaeddin Karakoç’un dediği gibi: “Umut olmasa ne ışıyacaktı yüreklerimizde kandil kandil.” Yaşam umutla ilintili olmak zorunda. Zorluklarla mücadele etmiş insanların daha fazla umut taşıdığını görüyorum. Sanıyorum baş etmek çalıştıkça güçlenen bir kas gibi, direncimiz maruz kaldıkça artıyor.

Mücadeleci bir insan olduğum kesin. Yaşama karşı inatçı bir tutumum var. Kadın olarak bunun daha da önemli olduğunu düşünüyorum. Şu an tabii kırk bir yaşındayım. Daha önce sormuş olsaydın bu soruyu farklı yanıtlayabilirdim. Depresif ruh hâline daha yakındım önceden. Kendini tanıyıp da bazı özelliklerini dönüştürebilince daha farklı bakıyorsun olaylara, kişilere, kayıplara, mutluluğa... Kavramlara atfettiğin anlam değişiyor.

Naftalin Kokusu isimli öykümün giriş cümlesi: “Yıllardır durgun bir su gibi akan düşüncelerim, son birkaç haftadır çağıldayan bir nehre dönüştü âdeta. Sanki bir kadını toprağa gömdüm ve aynı kadının parçalarından yeni bir kadın yarattım.” Bu aslında bir arkadaşıma yazdığım mektubun giriş cümlesiydi. Evet hâlâ ara sıra mektup yazarım. Buna ihtiyaç duyarım ve bazıları öyküye dönüşür. Öykülerimin geneli için rahatlıkla şunu söyleyebilirim, çok güçlü bir şekilde hissetmemiş olduğum hiçbir şeyi yazamıyorum. Otobiyografik ögeler var. Bu şekilde de devam ederim diye düşünüyorum. Hiçbir zaman kendi yatağında akıp giden bir nehir gibi yaşamadım. Rahat olduğum alanları değil de beni korkutan, “yapabilir miyim?” sorusunu sordurtan, “bunu yaptım, sırada ne var?” dediğim alanları deneyimlemeyi tercih ettim ve ediyorum. Dolayısıyla kurgu ile birlikte tema ve konu bağlamında öykülerimi geniş bir perspektifle yazma şansım olduğunu düşünüyorum. Andre Gide diyor ki: “Açılmamış kanatların büyüklüğü bilinmez.” Öyküde de yaşamda da kanatlarımı sonuna kadar açmak ve ne kadar ilerleyebileceğimi görmek istiyorum.

Müzik pek çok öyküde kendine yer bulmuş. Şiir de öyle. Sis’i okurken Rachmaninoff dinledim, Kimse Bilmez’de Hayyam’ın bir şiiriyle karşılaştım. Aslında bütün öykülerden şiirsel tat aldım. Yaşadıklarımız gibi okuduklarımızın ve dinlediklerimizin de yazdıklarımızı biçimlendirdiğini düşünürsek şiir ve müziğin hayatındaki yerinden bahseder misin? Kimleri okur, kimleri dinlersin?

Şair bir babanın çocuğu olmak bu konuda çok geniş bir pencere açtı diyebilirim. Zaten büyük bir kütüphane olan bir evde büyüdüm. Özellikle lise yıllarımda o kadar çok okuyordum ki içe dönük bir gençlik çağı geçirdim. Ve üzerimde bir baskı olmadan yönlendim okumaya. Doğal bir şekilde olunca daha verimli olduğunu düşünüyorum.

Şiir hep vardı yaşamımda. Babamla çok fazla seyahat ederdik ve arabada ya türkü söyler ya şiir okurdu. Ezberimde birçok şiir vardı, dinleye dinleye ezberlerdik. Gece yolculuğu yapıyorsak babam birden arabayı kenara çeker ve “Hadi yıldızları izleyelim.” derdi. Yıldızların, göğün altında bir şiiri yaşatırdı bize.

Öykülerimde bu atmosfer tabii ki var. Duyumsayarak yaşadığım için şanslı hissediyorum. Sıklıkla yaptığım bir şeydir, araba kullanırken bile ayın hâllerine bakarım, sonbaharda yaprakların üzerine basarak geçerim, çiçeklere özel bir ilgim var.

Müzik de çocukluğumdan beri hayatımın içinde. Annemin de babamın da ses renkleri çok güzeldir. En çok Ruhi Su dinlenirdi evde. Bu denli büyük bir sanatçıyı o yaşlarda tanımış olmak büyük şans.

Lisede korodaydım. Üniversite döneminde keman eğitimi almaya başladım. Birkaç yıl sonra, oğlumu beklediğim dönemde bıraktım. Şarkı söylemek büyük bir tutkuydu benim için. Maalesef uzun bir süredir ses telimdeki nodül sebebiyle söyleyemiyorum. Bu da başka bir tecrübeyi getirdi yaşamıma. Bu, müzikle asıl bağım hâline geldi hatta. Güçlü bir sese sahiptim ama küçücük bir sağlık sorunu onu benden aldı. Yeteneklerimizi doğru kullanmazsak, üstüne titremezsek kaybedebiliyoruz. Hâlâ rüyalarımda şarkı söylerim. Hassasiyet göstermediğimiz hiçbir şeyin sahibi olamıyoruz. Önem gösterdiğimiz, sebatla çalıştığımız her şeyin ise bize getirdikleri tüm hayatımıza yayılan bir bahçe hâlini alıyor. Aynı hatayı öyküde yapmamak için diretiyorum.

Öykülerimde en çok dinlediğim besteler var. Piyano eğitimi almaya başladıktan sonra Rachmaninoff ve Eric Satie bestelerine ağırlık verdim. Piyano tamamen hobi olarak duruyor benim için. Şu an yoğunluktan kaynaklı ara verdim, elbette piyano her zaman hayatımda olacak.

Şiirde ise Ülkü Tamer, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Ahmet Erhan, Bahaeddin Karakoç ve daha birçok usta şairle özel bir bağ kurdum.


Davranışlarımızı şekillendiren ödül ve ceza sistemleri, özellikle günah vurgusu öykülerin çoğunda kendini gösteriyor. Bu anlamda kitapta bir bütünlük olduğunu düşünüyorum. Çoğunluğu birinci tekil şahıs olan anlatıcıların günah’a dair düşüncelerinden biri şöyle. Gün bitip de tek başımıza kaldığımızda yasaklanmış tüm günahlar gelip oturuyordu ayakucumuza. Anlatıcıların ve onların günahla ilişkilerine dair neler söylemek istersin? Onlara göre yeni bir hayat arayışı, reddedilen günahlarla mı mümkün? Zihinlerine kazınmış çeşitli rollerin dışına çıkmak istiyorlar mı? Arka kapak yazında da söylendiği gibi -toplumsal önyargıları derinden sorgulayan bireysel ve çekingen bir ses- midir bize Mozart’ın Nasırlı Ellerini fısıldayan?

Sanatla uğraşan her insanın yaptığı gibi toplumu ve bireyi gözlemlemeye çalışıyorum. En çok zıt olgular dikkatimi çekiyor. Özellikle kadın olarak maruz kalınan günah olgusunun daha farklı bir boyutu var tabii. Namus kavramı ile bağdaştırılan, tehlikeli bulduğum bir döngü var. Daha çok bu kısmını yazmaya çalışıyorum. Sanki birçok olay taşrada yaşanıyormuş gibi geliyor bizlere ancak hiç öyle değil. Şehirde yaşayan, kariyerli dediğimiz kadınlar da aynı bakış açısına maruz bırakılıyor. Bu iki arada kalmışlıkla baş etmeye çalışıyoruz. Giyim, davranış ve tutumlara getirilen kısıtlamaya boyun eğmemek ayrı bir güç istiyor. Özgürlüğünü kazanmaya çalışırken birçok travma kalıyor kadınlardan geriye.

Öykülerde bu gerçek yaşamı görünce hem üzülüyor hem seviniyorum. Bilgi, insan fıtratı, gelişim, roller, davranışlar ve duygular üzerine herkesin gelişmesi gerekiyor ki toplumsal bir değişim sonucuna ulaşabilelim.

Bununla birlikte etik anlayışın da olması gerektiği kanaatindeyim. Ancak bunun sonucunun kendimizden vazgeçmek olmaması gerektiğini düşünüyorum. Kimseyi rahatsız etmediğimiz konularda toplumsal baskıya maruz kalmanın sebepleri üzerine çok düşünürüm. En basit sebep olarak birçok insanın kendisiyle ilgilenmeyi, gelişmeyi seçmesi yerine başkalarının hayatlarını “magazinsel” anlamda merak etmesi geliyor. Ve tabii empati yeteneğimizin zayıf olması. Tavsiye verme isteğimizin önüne geçemememiz. Ve daha birçok sebep var elbette. Ama bunların tamamı bireysel anlamda gelişimi reddetmekten kaynaklanıyor.

Ben yapı olarak başkaldırmayı seviyorum ve tercih ediyorum. Ama bu uyumsuzluk gösterdiğimiz anlamına gelmiyor. Yaşamdan beklentilerimi biliyorum ve kendimi tanıyorum. Bu da son derece emek isteyen bir yol. O emeği veriyorum ve devam edeceğim. Öykü karakterlerinde de doğal olarak bu düşüncelerimin izdüşümü var. Sevgini göstermemek, çocuğunda, ailende duygusal boşluklara yol açmak da günah kavramının içinde değil midir mesela? Ezberletilmiş hayatlar yaşıyoruz birçoğumuz. Ve bu sebeple yapmamız gereken şeyler yapıyoruz. Duygular davranışlarımızı belirliyor. Aristo der ki: “Biz tekrar tekrar yaptığımız şeyiz.” Rollerimiz bir süre sonra kemikleşiyor ve karakterimize dönüşüyor. Kabul edip etmemek ise her zaman elimizde. Toplumsal olarak da böyle, bireysel anlamda da. Elimizde verimli bir toprak var. Bu topraktan ya hep birlikte kocaman bir bahçe yaratırız ya da bataklığa dönüştürürüz.

Her zaman söylediğim gibi bunları konuşabilmek ve bireysel anlamda elimizden geleni yapmamız gerekiyor. Jung’un çok sevdiğim bir sözü var: “İyi bir şifacı yaralı olmalıdır.” Yaralarımızı sağaltmayı başardıkça kendi ruhumuza da diğer yaralı kadınlara da şifa olacağız.


Son öykü Ödül’de anlatıcı Hubris sendromundan mustarip, öykünün teması kibir. Finale dair açık vermek istemiyorum ama şunu sormak isterim, yazmak ve yazdıklarını paylaşmak isteği kibir içeriyor mu sence? Edebiyat anlamında sana göre yazdıklarının başarı ölçütü neler? Bu yolculuktan beklentilerin var mı? Kim için ve ne için yazıyor Ayşe Hicret?

Kibir beni korkutan, rahatsız eden bir duygu. Mesnetsiz bir iddia olarak görüyorum her şeyden önce. Altında yatan ezilmişlik hâlini ve aşağılık kompleksini görüyorsunuz.

Dünyayı tanımayan herkesin düşebileceği bir çukur ki bu da bilgi birikimi olmayan bir insan olduğunu gösterir. İşinde, sanatında başarılı bir insan olabilir elbette bu kişi. Ama karakterle birlikte olmayan başarı benim için bir şey ifade etmiyor.

Mütevazılığa, tabii burada da ölçüyü kaçırmamak şartıyla, nezakete hayran kalıyorum. Biraz gizli kalabilen, hemen kendini ortalığa saçmayan insanlara da hayranlık duyuyorum. Karşınızda bilgisiyle, duruşuyla, beden diliyle, hitabetiyle sizi de canlı hissettiren insanlar, bilgiyi sindirmeniz için size zaman tanıyor ve alan açıyor zaten. Bunun bilincinde oluyor.

Kibirli insanın ise en büyük düşmanı yine kendisi. Kaybediyor; zamanın ruhunu, mekânları, insanların gönlünü...

Yazmak ve bunları paylaşmak sürecinde de farklı olan bir şey olduğunu düşünmüyorum. Aşırı kutsallaştırma yine uç duyguları doğuruyor. Uçlarda gezen insansa bir gün mutlaka düşer diye düşünüyorum.

Başarı odaklı bir insanım ancak baskın odak noktam ilişki kurmak. Doğru iletişimin başarıyı getirdiğini düşünüyorum. Bu noktada süreç odaklı olduğumu da eklemek isterim. Başarı ulaşılabilen bir şey mi tartışabiliriz. Bir yazı yazarsın beğenilir, bir öykün dilden dile dolaşır, ödüller alırsın. Tamamının bir basamak atlattığını düşünüyorum. Ya sonra? Daimî bir süreç bu. Ve ben şükrediyorum öğrenmenin bir sonunun, yaşının, zamanının olmamasına. Burada duygularımızın nasıl bir davranış şekline dönüştüğü önemli. Kırıp döküyorsak elde ettiğimiz başarının anlamı kalmıyor. Ağaç meyve verdikçe eğilir. Aslolan karakterimizin neye dönüştüğü.

Görünür olmayı seviyorum. Görünmek ve anlaşılmak için yazıyorum. Disiplin kazandırması yönü de var. Spor gibi, dil öğrenmek gibi ya da enstrüman eğitimi almak gibi, düşünme ve öğrenme kaslarınızı devamlı çalıştıran bir şey yazmak. Yaşamıma sunduğu nimetler için minnettarım.


Son olarak yazma süreci ya da sonrasıyla, senin için en özel olan öyküyü sormak istiyorum. Ya da karakter?

Elbette hepsi değerli. Kelimeler size ait bir kere. Duygular size ait. Belki yılların deneyimini akıtıyorsunuz birkaç sayfaya. Metin değil de yaşanmışlıkları saydam hâlinden çıkarıp göstermek belki de bu kadar değerli kılan.

Beyaz Mendil ilk öyküm olması ve tamamen otobiyografik olması açısından biraz daha ön planda olabilir.


Samimi cevapların için teşekkür ederim Ayşe. Öykülerin okurlarına ulaşsın, yolculuğun daim olsun.

Mozart’ın Nasırlı Elleri’ni itinayla okuduğun ve üzerine bu derin soruları yönelttiğin için çok teşekkür ederim Çilem. İsmet Özel’e atıfla; yolu birlikte, bir şuurla katedebilmenin kıymetini hissettim.


Söyleşi: Çilem Dilber

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page