top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Behçet Çelik’le Edebiyat Üzerine


Öncelikle hoş geldiniz,

İlk yazınız 1986'da Yeni Adana gazetesinde çıktığından bu yana yazıyorsunuz. İlk öykünüz 19 yaşında Varlık Dergisi’nde yayımlandı. Çok genç yaşta yazmaya başlamış ve oldukça güzel başarılar elde etmiş biri olarak, yazmadaki başarının ne kadarının yetenek veya yaratıcılık, ne kadarı çalışmak veya okuyup yazmakla ilgili olduğunu düşünüyorsunuz?

Doğuştan gelen yazı yeteneğinin çok istisnai olduğunu düşünüyorum. Yetenek ve yaratıcılık dediğimiz şeyler varsa bile çalışmadığımızda körelir, çalıştığımızda daha ileri noktalara ulaşır. Yazı konusunda bizi geliştiren iki şey var, sizin de belirttiğiniz gibi, okumak ve yazmak. Bu iki konuda çalışmak, emek vermek insanın dille arasındaki ilişkiye yeni boyutlar kazandırır. Sonuçta yazarken dilden başka elimizde bir araç yok. Başkalarının ifade ettiğinden biraz daha farklı ifade edebilmeyi isteriz yazmaya oturduğumuzda, biraz daha farklı hikâye edebilmeyi. Giderek dilin yerleşik ifade biçimlerini de azıcık genişletecek yeni bir yol bulma umudu bizi kışkırtır. Böyle bir arayış da ancak çalıştığımızda sonuç verir, daha çok, daha farklı metinler okudukça, daha çok yazdıkça, yazdıklarımıza tutkuyla bağlanmayıp yırtıp yenisini, yenilerini yazmayı göze aldıkça.

Son dönemde öykü, roman ve denemeye eşit ağırlık vermiş gibi görünüyorsunuz. Neden şiir değil? Türler arasındaki keskin ayrımların artık kalktığı günümüz edebiyatında tür seçiminizde rol oynayan en önemli etken nedir sizin için?

Tür seçimini erken yaşlarda yaptım sanırım. Okulda ödev verilmediği halde, kendi kendime bir şeyler yazmaya başladığımda tek seçenek olarak öyküyü düşünmüştüm. Daha doğrusu, oturup bir şeyler yazmaya değil, doğrudan öykü yazmaya kalkışmıştım. On beş yaşındaydım. Bu yaşlarda şiir ya da roman daha çok yeğlenir oysa. Benim şansım o yaşlarda üç büyük öykücünün kitaplarını okumuş ve onlardan etkilenmiş olmamdır. Hep sayarım bu üç ismi: Sait Faik, Orhan Kemal ve William Saroyan. Onların öykülerinden aldığım haz öyküyü muteber bir edebi tür olarak algılamamı sağlamış olmalı. Maalesef öykü edebiyata biraz mesafeli duranlar nezdinde bir hazırlık türüdür ya da çocukça bir şeydir – kaç kez tanık olmuşumdur öykü yazdığımı söylediğimde, hemen “Çocuk öyküsü mü?” diye soranlara, ki aralarında üniversite mezunları, muhalif siyasi hareketlerde yer alanlar da vardır.

Şiir hiç yazmadım, diyemem, gençken tek tük şiir olacağı umuduyla birtakım dizeler karaladım. Şükür ki yayınlamadım hiç, en az yirmi beş yıldır da buna kalkışmıyorum. Şiir okumayı çok sevdiğim halde, şiirle kurulacak ilişkinin (yazmak anlamında kurulacak ilişkinin) başka olduğunu düşünüyorum. Bu, benim bildiğim bir şey de değil.

Beni yazmaya sevk eden fikrin, esinin, o belli belirsiz nüvenin kendisi yazılacağı türü belirliyor. Aklıma gelen kurgunun, hikâyenin, karakterler arasındaki ilişki ağının öyküye mi, romana uygun olduğu baştan az çok belli oluyor. Yine de uzun yıllar roman yazmaya cesaret edemedim. Bunun nedeni gündüzleri bir işte çalışırken sadece akşamları ve haftasonları çalışarak roman yazılamayacağına dair bir önyargım olmasıydı. Roman için kesintisiz bir zaman ihtiyaç varmış gibi geliyordu bana. İlk romanım “Dünyanın Uğultusu”nu yazarken bu düşüncenin yersiz olduğunu yaşayarak öğrendim. Evet, roman daha geniş bir zaman istiyor, metne, hikâyeye odaklanmayı sürekli kılmak şart, ama bunlar bölünmüş bir zamanda da pekâlâ başarılabiliyor.

1996’da yayımlanan Yazyalnızı öykü kitabınız ile 2002’de yayımlanan Herkes Kadar arasındaki 6 yıllık bir durgunluk döneminiz var. Bu dönem neden oldu ve nasıl geçti sizin için?

1996’da Yazyalnızı’nda yayınlanan öykülerin büyük bölümü de iki üç yıl öncesindendir. Dolayısıyla belki de bu durgunluk süresi daha uzun olabilir, gerçi 2002’de yayımlana öyküler de son birkaç yılda yazdıklarımdır. Sonuçta 6 yıl kadar az yazdığım, hatta hiç öykü yazmadığım doğru. Bunun birkaç nedeni var. 1993’ün başında arkadaşlarımla birlikte yayımladığımız “Yazılı Günler” edebiyat dergisini kapatmak zorunda kalmıştık, malum ekonomik nedenler ağırlıklıydı, ama bir kırgınlığa da yol açtı o süreç. Beri yandan artık öğrenci ya da stajyer değildim. Çalışma hayatının başka bir ritmi vardı, bambaşka kaygıları. Radikal bir değişimdi bu. Uyum sağlaması kolay değildi. O koşullar altında yazma hevesim kaçtı. Neyse ki yazmayı ihmal ettiğim kadar okumayı ihmal etmedim o dönemde. Yayın dünyasının da geliştiği, çeşitlendiği bir dönemdir 90’ların ortası. Çok kitap yayımlanıyordu, büyük kısmına yetişemesem de okumaya çalışıyordum. Üstelik eskisine göre ilgi alanım da değişti sanırım o dönemde. Edebiyata, öyküye bakış açımı değiştirecek yeni yazarlar tanıdım, okudum. Yazmadığım, yazı hevesim kaçtığı bir dönemdi, ama başka açılarda hayırlı sonuçları oldu. Fakat şunu da eklemeliyim. Yazı hevesi kaçtığında yeniden yakalamak hiç kolay değil. Çok arkadaşımda bunu gözlemlemişimdir.

Edebiyatla bağımı baştan beri dergiler aracılığıyla kurmuşumdur. “Yazılı Günler”in kapanmasıyla bu bağın gevşemesinde de anlaşılıyordur sanırım. Nitekim yeniden bağ kurmam da bir başka dergi vasıtasıyla oldu. 1997’nin sonlarında “Virgül” yayımlanmaya başladı. Öykü, şiir yayımlamayan, eleştiri ve kitap yazıları yayımlanan bir dergiydi. İlk sayısından itibaren çok sevdim. Önce okuru oldum, zamanla tanıştık. “Virgül”e bir çevirimi götürdüm, ama o çeviriden önce başka yazılarım yayımlandı. “Yazılı Günler”i yayımlarken öykü dışında yazılar yazmaya başlamıştım. Bir yazarın ulaşabildiğim bütün kitaplarını okuyup hakkında bir şeyler yazmaya çalışmak çok öğretici bir süreçti benim için. Bunu “Virgül”de de sürdürdüm. “Virgül”de kitaplar ve yazarlar hakkında yazmak benim yazıyla ilişkimi yeniden kurmamı sağladı. Öyküler de yazmaya başladım. 2002’deki “Herkes Kadar”ı oluşturan öyküler bu dönemde yazdıklarımdır.

Sizce edebiyatın ne olduğunu veya olmadığını söylemeniz ve sizi besleyen düşünce sistemini, sanat, felsefe edebiyat akımını açıklamanız istense ne söylersiniz? Kendinizi hangi sisteme veya akıma yakın buluyorsunuz?

Edebiyat söz konusu olduğunda akımlardan, sistemlerden söz etmek ne kadar doğru ve yerinde bilemiyorum. Akımlar vs hep daha önceki metinlerden yola çıkarak, onların ortak noktaları kerteriz alınarak ortaya konmuş yakıştırmalardır. Oysa edebiyat metinlerinin birbirlerine benzedikleri değil, biricik oldukları noktalar daha önemli. Kaldı ki önceki metinlerden yola çıkarak adlandırılmış bir şey daha sonra yazılacak olanları ne ölçüde içerebilir? Düşünce sisteminden konuşursak maddeci bir dünya görüşüm var, ama edebiyat metninin dünyanın düz bir temsili olduğunu düşünmüyorum. Edebiyatın kurucu bir yanı, etkisi var. Edebiyatı düz bir temsil ilişkisine indirdiğinizde tek işlevi yansıtmak olur. Bu yaklaşımı çok sınırlandırıcı buluyorum. Edebiyatın kendine özgü bir bilme, öğrenme biçimi var. Hikâye ederek düşünmek, ya da hikâyenin içerisinden geçerek, içine girerek düşünmek, bize başka türlü bir bilgi sağlıyor. Bu da sanırım her edebi yapıtta ayrı bir biçim alıyor.

Günümüz öykücülüğünü nasıl buluyorsunuz? Geçmişle benzeştiği ve ayrıldığı noktalar nelerdir? Gelecekte nereye doğru evrileceğini düşünüyorsunuz? Bireycilik, toplumculuk, büyülü gerçekçilik ve fantastiğe doğru mu? Edebiyat açısından nasıl görüyorsunuz geçmişi, bugünü ve geleceği?

Son dönemde yayımlanan öykü kitapları arasında takip edebildiklerimden yola çıkarak bir şeyler söyleyebilirim ancak. Gördüğüm kadarıyla öykü kitapları daha bütünlüklü olarak düşünülüp hazırlanıyor. Tematik bütünlük değil kastettiğim, temaları farklı da olsa öykücülerin yazdıkları metinlerin belli bir düzeyi koruduğu. Öykücülüğümüzde farklı dönemlerde farklı akımlar öne çıkmıştır, ama her zaman ana akımın dışında kalan öykücüler de olmuştur. Kaldı ki belirli bir akımdan söz ederken andığımız öykücülerin her birinin de özgün yanları olmuştur. Şimdilerde bir ana akımdan söz etmek zor görünüyor bana. Belki de bugün henüz içerisindeyken bir şeyler saptamak kolay değil. Araya zaman girdiğinde bir şeyler söylenebilecektir. Bir gözlemim de şu: Toplumsal meselelerden söz etmek eskisinden daha çok yeğleniyor. 1980 sonrasında buna hoş gözle bakılmazdı, bir nedeni kötü örneklerdi kuşkusuz, ama toplumsal meselelere değinen öykücülere biraz burun kıvrılırdı sanki. Şimdi böyle bir bakış yok. Bunun öncelikli nedeni öykücülerin bu meselelere değindiklerinde kaba propagandacı bir yöntem izlememeleri kuşkusuz. Siyasetin gündelik hayata müdahalesinin çok artmasının ve özel hayatta yaşananların siyasi olduğuna ilişkin bilincin artmasının da etkisi var bunda. Öykücülüğümüzün bir şansı da şu. Ne yazık ki edebiyat giderek ticarileşiyor, yeni bir şey değil, ama bu yöndeki gidişat hızlı görünüyor gözüme. İşin güzel yanı, öykü buna uzak kalan bir tür, yani çok satmayı, şöhret olmayı öne çıkaranların pek yeğleyeceği bir tür değil öykü – aksi örnekler olsa da. Öykünün yeni arayışlara daha çok imkân sağlamasının da farkında yeni öykücü kuşakları. Öykücülüğümüzün gösterdiği çeşitliliğin bir nedeni de bu.

Günümüzde artık yazılmadık bir şey kalmadı denilerek metinler arasılık, eski bir öyküyü kaldığı yerden devam ettirme veya onu başka bir biçimde yeniden kurgulama, bir resmi veya filmi öyküleştirme gibi teknikler kullanılmaya başlandı. Buna nasıl bakıyorsunuz, bu tür yeni arayışları nasıl görüyorsunuz ve günümüzde bunlara ihtiyaç olduğunu düşünüyor musunuz? Bu konudaki görüşlerinizi merak ediyoruz.

Edebi esinin nereden geleceğini ve bizi yazmaya sevk edeceğini bilemeyiz. Bazen de başka yapıtlardan eserek gelir. Yeni bir şey de değildir bu. Raymond Carver’ın bir öyküsü vardır, John Cheever’ın öyküsünün bittiği yerden başlayarak ilerler. Bu gibi öyküleri bir ihtiyaç bağlamında değerlendirme yanlısı değilim, yazarların da eski yollar tükendi diyerek yeni ve farklı bir şey yapma ihtiyacıyla bunları yazmadıklarını düşünme yanlısıyım. Edebi bir heyecan duydukları için, yeni bir ifadenin peşinde oldukları için böyle metinler yazdıklarını zannediyorum. Bir yandan da oyunu hayatın ve yazının dışında tutmamak gerekir. Hayatı da yazıyı da besler oyunlar. Bu yöndeki çalışmaların oyuncul bir yanı da olduğu kanısındayım.

Öykü konularınızı seçerken nelere dikkat edersiniz daha doğrusu öykü, hayatın içindeki aykırılıklar mıdır yoksa sıradan insanların sıradan hayatlarından kesitler de öykü konusu olabilir mi?

Sanırım sorunuzdaki her iki hususu bir arada gören bir açı bana daha yakın. Sıradan hayatın içindeki aykırı ya da ayrıksı yanlar üzerine düşünmek, kalem oynatmak bana cazip gelir. Küçük nüanslarda saklı bir şeyler vardır. Bazen minik bir tutum farklı etik bir seçimin sonucudur, ama dikkatle bakılmadığında sıradan hayattaki herhangi bir an gibi algılanabilir.

Edebiyat, hayat ve sanat kümeleri nerelerde kesişir, birbirinden nerelerde ayrılır size göre?

Edebiyatla hayatı birbirinden ayırma yanlısı değilim. Hayatın içinde bir şeydir edebiyat. İnsan hayatının bir parçasıdır, bu, herkes için böyle olmasa da. Söylediğimin “edebiyat bir yaşam biçimidir,” şeklinde anlaşılmasını da istemem. Ama hayatı etkileyen pek çok şey yazıyı da etkiler. Birini öbüründen ayrık tutmak çok mümkün değil. Sevdiğim bir öykü kişisinin sevdiğim bir arkadaşımla aynı kümede olduklarını, hayatıma dahil olduklarını düşünüyorum.

Bir söyleşinizde, “Bir öykünün bizi girişte sarmamasının nedeni o girişte nelerin anlatıldığı değildir, daha çok nasıl anlatıldığıdır.” demişsiniz, Buradan genç öykücülere ışık olmak, onları aydınlatmak adına öykünün olmazsa olmazları sizin için nelerdir?

Öykü çok farklı biçimlerde, üslup ve kurguyla yazılabilir, belirli yazı tavırlarının olmazsa olmaz diye nitelendirilmesi bana doğru görünmüyor. Klasik bir yaklaşım vardır, öykünün daha iktisatlı bir dille yazılması gerektiği söylenir, ama hiç de böyle olmayan, büyük bir anlatma coşkusuyla yazılmış, neredeyse geveze diyebileceğimiz ne güzel öyküler de vardır oysa. Yine de bu konuda bir şeyler söylemem gerekirse şunu ekleyebilirim. Bir şey anlatırken onu nasıl anlattığımızın da anlatılan şey üzerinde etkili olduğunu göz önünde tutmakta, daha doğrusu göz ardı etmemekte fayda var. Biçimin, üslubun anlatılan şeyin giysisi değil kendisi olduğunu.

Pandemi günlerinin yazı yolculuğunuz üzerindeki olumlu veya olumsuz etkileri nelerdir? Bu süreç sizi nasıl etkiledi?

Okumaya ve yazmaya daha önce hiç olmadığı kadar zaman ayırabildiğim bir dönem oldu, oluyor. Başlarda ben de çoğu insan gibi bu zaman “fazlasını” nasıl değerlendireceğimi bilemedim. Beni kurtaran kitaplar üzerine yazı yazmak oldu. Bir yıldır eskisinden daha sık kitaplar ve yazarlar üzerine yazılar yazdım. Bunları yazabilmek daha düzenli okumayı da getirdi. Bu arada hiç ummadığım şekilde öykü daha çok girdi dünyama. Hem okumak hem de yazmak anlamında.

Başkalarını görmemek, arkadaşlarımla uzun uzadıya konuşamamak, onlarla neler yaptıkları, neler hissettikleri, neler okudukları üzerine sohbet edememek, yazdıkları metinler hakkında söyleyeceklerini işitememek ayrı bir olumsuzluk elbette. Bu eksikliği yazışarak telafi etmek bir yere kadar mümkün. Her anlamda sınırlı, sınırlanmış bir hayat sürmek bir içe kapanmaya yol açıyor. Bunun yazıyı nasıl etkilediğinin yanıtıysa bende yok.

Bu güzel sohbet için İshak Edebiyat adına teşekkür ederim. Öykülerde kalmak dileğimle.


Söyleşi: Ayla Burçin Kahraman

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page