top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Gamze Efe ile Yine de Bir Şansımız Olmalı Üzerine

Gamze merhaba. Öncelikle İshak Edebiyat aracılığı ile seni ve öykülerini daha yakından tanımak isteyen okurlar adına da bir merhaba bu. İstersen başlayalım.


1) “Yine de bir Şansımız Olmalı” bir ilk kitap. Gamze Efe kimdir, hikâye ve hikâye anlatıcılığı üzerine düşünceleri nelerdir? Biraz kendi ağzından dinleyebilir miyiz seni?

Ben de bu vesileyle herkese merhaba diyerek başlamak isterim. Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi bünyesinde çok keyifli ve zorlu bir beş yıl geçirerek 2010 yılında mezun oldum. 2011 yılında Hacettepe Üniversitesinde yüksek lisansıma başladım ve aynı zamanda avukatlık ruhsatımı alabilmek için stajımı tamamladım. Yaklaşık altı yıl avukatlık mesleğini sürdürdüm. Ancak bu süre içerisinde bu mesleğin bana göre olup olmadığını çok sorguladım ve sonunda devam etmek istemediğime karar verdim. Birleşmiş Milletler tarafından desteklenen projelerin uygulandığı bir dernekte Proje Yöneticisi olarak kariyerimi ilerlettim. Şimdi bu mesleğimle birlikte öykü ve roman dosyaları kapsamında lektörlük ve editörlük yapıyorum.

Yazmak benim için bir iş değil. İyi ki de değil. Bu sebeple kariyer hayatımın dışında tutarak onu korumayı tercih ediyorum. Öykü yazmak, hayata dair meseleleri anlatmaya çalışmak hem bir iletişim yöntemi hem de bireysel bir süreç aslında. Herkesin yazma sebebi, yazmak üzerine düşünceleri yazma eyleminin kendisi genel bir tanıma sokulamayacağı için kişisel olacaktır. Ben, hayatımda durduğum yeri, duygularımın temelini ancak yazarak kendime anlatabiliyorum. Yaşadıklarıma, ihtimallerime bir anlam yükleme işi olarak yazmayı ele alıyorum. Hissettiklerimin bende doğurduklarını irdelemeden duramayan bir zihnim var. Bundan ancak yazarak kurtulabiliyorum. Dolayısıyla da hikâye anlatmak, kendime dışarıdan seslenmek gibi benim için.

2) Kitabın dört bölümden oluşuyor. Bunlar kendi yazdığın bir şiirin mısralarıyla bölümlere ayrılmış. Kitap bitiyor ve şiir tamamlanıyor. Bu çok hoş. Peki bölümleri oluştururken seni bu gruplandırmaya iten etkenler nelerdi, öğrenebilir miyiz?

Bir dosya oluşturma fikrim uzunca bir süre yoktu. Sadece öykü yazmayı seviyordum. Bunu paylaştıkça, öyküler yayımlandıkça, en sonunda da Tarık Dursun K. Hikâye Ödülleri kapsamında ödül alınca acaba bir kitap dosyası oluştursam mı, diye düşünmeye başladım. İşte yayımlanmadan bir yıl önce kitapta olmasını istediğim tüm öykülerimi önüme koydum ve içeriklerini bir süre yalnızca düşündüm. Bölümlerin arasındaki mısraların birleşmesiyle doğan şiir de bu düşünme sürecinin neticesinde ortaya çıktı. Anlatmaya çabaladıklarım kayıp, yas, ayrılık, aile olmak ya da olamamak, toplum dayatmaları, çocukluktan bu yana silinemeyen kodlarımız, olması gerekenlerle olanların çatışması, dayatılanların var olan ama sindiremediğimiz duygularımızda yarattığı yıkımlar, korkunun doğurduğu yeni benliğimiz, baş edememek, baş etmeye çalışırken üstüne basıp geçtiklerimiz… Bunların bir şekilde dağınık kalmasını istemedim, mısraların arasında benim için anlamları kuvvetlenecekti. Bahsettiğiniz yolu seçince de hem şiir tamamlandı hem öyküler yerini buldu, diyebilirim. En azından benim zihnimde.


3) Öykülerine baktığımızda hemen hemen hepsi umudunu diri tutan, şartlar ne olursa olsun umuda sarılan, hep bir şansları daha olduğuna inanan karakterlerden oluşuyor. Kitabın ismi de bu bağlamda bütün öykülerin çatısı gibi.

Yine de öyküleri okurken umut kimi zaman bir işkenceye dönüşür mü diye düşünmeden edemedim. Kitabını şekillendiren bu kavramla ilgili neler söylemek istersin bizlere? Umudu yaşamın neresinde görüyorsun?

Umudu halihazırda var olup da kaybedilmemesi gereken bir varlıktan çok insanın içinden doğurduğu bir olgu olarak görüyorum. Umudu diri tutmak çok da kolay bir şey değil sanırım. Bu yüzden senin de söylediğin gibi tüm zorluklar içinde tutunabilecek bir dal bulabilmenin de insana dair değerli bir güç olduğunu düşünüyorum. Temelinde bunu yazmayı bu yüzden tercih ettim belki de. Şikâyet etmenin kolay, şikâyet ettiklerimizi değiştirmenin, bu değişimin meydana getireceği zorlukları aşmanın, konfor alanına ve düzene doğası gereği alışık olan insan için zor olduğu bir hayatın içindeyiz. Dolayısıyla bireysel ve toplumsal olarak fark etmeksizin içimde bir umut olduğuna, zor da olsa vazgeçebilmenin doğuracağı şanslara inanmadan yaşamamız pek mümkün değil. Bu da doğamıza ters. Ancak bahsettiği gibi, öykülerin bazılarında umut kavramının kimi zaman işkenceye dönüşmesinin sorgulanmasının da önemli olduğunu düşünüyorum. Safça bir umuda tutunup hiçbir çaba sarf etmeksizin durup beklemek değil şanstan, umut etmekten kastettiğim. Eylemi büyük bir daire gibi düşünürsek, umut ve şans onların içinde, alt kümesi bence. Hareket etmek umuda yer açar. Toplumsal olarak da ne kadar pasifleşirsek o kadar vahşetin içine sürüklenmiyor muyuz? Bu duygu dünyamız için de geçerli gibi geliyor bana. Düşünüp duyguları fark edip eyleme geçebilen insan için umudun işkenceye dönüştüğü nokta ibresini de değiştirmeyi göze alabilmeyi sağlayacaktır. Bu çerçevede öykülerimde de sanıyorum karakterler umudun bittiği noktada genellikle vazgeçmeyi de kabul edebilen karakterler oldu ister istemez.


4) Babamın Tarafında, Ödünç Mutluluk, Rüzgâr ve Fırsatçı kitabın ilk dört öyküsü ve aynı zamanda hayatta olması gerekenlerin diretildiği öyküler. Karakterler, onlara biçilen rollere girmeye çalışırken aslında kim olduğunu unutan, bir nevi yaşamı kaçıran kişiler.

Olması gereken kalıplara sığmaya çalışırken hayatı ıskalıyor muyuz sence, ne dersin?

Bu soru yazmaya dair temel meselem sanırım. Empati ve gözlem, yazım sürecinin en yakın iki arkadaşı ve etrafımı gözlemlediğimde, sergilenen davranışların, hayatın akışının ne kadarını gerçekten bilinçli ve istekli bir şekilde gerçekleştiriyor insan? Bu soruyu çok sordum. Olması gerekenlerin ne kadarı toplumsal kodlar ne kadarı bireyin kendini gerçekleştirebilmesi için yapması gerekenler? Söylemeye çalıştığım herkesin, sınırı olmayan bir özgürlük içerisinde, saygısını da yitirerek yaşaması değil elbette. Fakat kalıplar, kalıpların yarattığı olması gerekenler, insanın onaylanma arzusu ve yargılanma korkusu gerçekten yaşamak istediğimiz hayatı ıskaladığımızı düşündürüyor bana. “Ayıp” kavramı içerisine sokulan pek çok bireysel seçim ve özgürlüğün kısıtlanması, insanların insanları kendi çemberlerinin dışında gördüğünde acımasız bir biçimde yok etmeye çalışması kendimizi tanımayı da engelleyen bir kötülük aslına bakarsanız. Bu yüzden tersini yazmak istedim. Hep eleştirilen, kötü, ayıp olarak değerlendirilen kişileri canlı kılmak, varlıklarını yok saymamak ve onların tarafında işler nasıl ilerliyor, bunu irdelemek istedim. Suçlamak, yargılamak, öfkelenmek kolaydır, doğru çoğu insana göre tektir, duyguların ötekileştirilmesi ise bunu yaşayan insan için bir işkence gibi bence. Biraz hataların penceresinden bakmak, hatayı kabul etmek ve anlamaya çalışmak insanın duygularla var olduğunu hatırlatıyor bana göre ve bu empatinin gelişmesi için en önemli anlayış, diyebilirim.

5) Yerleşik Yabancı, Limansız, Üç Adam ve Çocukluğumun Son Günü öykülerinde aidiyet üzerine sorgulamalar görüyoruz. Kök salmak, yerleşik olmak, ait olmak üzerine düşündüren öyküler. İnsanın yurdu neresidir, bu kitaptaki öyküler nereye, kime, hangi zamana aittir peki?

İnsanın kendi içindeki yerini bulmadan bir yere ait olması da sanırım pek mümkün değil. Yerleşik Yabancı üzerinden anlatırsam, göç kavramının hep var olduğu ve olacağı bir dünyada yaşarken kendi içindeki yerini bulan Roudia’nın yaklaşımı beni çok umutlandırmıştı. Yazarken ben de öykünün öyle bir sona gideceğini düşünmedim açıkçası. Fakat kendi duygularını tanımlayabilen, ihtiyacı olanları sorgulayabilen insanın ait olduğu yeri de belki bulabileceği tezini savunuyorum artık. Limansız, Üç Adam ve bir çocuğun ağzından köklenmeyi irdeleyen Çocukluğumun Son Günü öykülerindeki karakterler de bunu arıyorlar. Ben nereye, hatta daha tehlikelisi olan ben kime ait olabilirim sorusuyla ilerliyorlar ama bunun farkında değiller. Çoğumuzun, “Birşey eksik ama ne bilmiyorum,” cümlesinin özünde hissettiği şey bence tam olarak bu köklenme ihtiyacını ve bunun eksikliğini kendinde değil de başka bir yerde ya da birinde arama düşüncesi. Bu öykülerde de bunun derinine inmeye çalıştım.


6) Kitabın bir bölümünde “içimdeki boşluğu doldurmak düşüncesiyle zehirlendim” sözüne rastlıyoruz. Bu cümlenin bendeki çağrışımı “yazma” yolculuğumuzun özeti gibiydi.

Yazma eyleminin nazarındaki manasını merak ediyorum açıkçası, Sait Faik gibi nereden bulaştım bu işe diyor musun mesela, yazdıkça doluyor mu boşluklar ya da dolarken bir şeyleri alıp götürüyor mu?

Yukarıdaki sorunun cevabında da bahsettiğim gibi o boşluk bir yere ait olma hissini sorgulatabiliyor insana ama en çok senin söylediğin şekliyle bakarsak yani yazmak açısından, sanırım yalnız kalma arzusunu tetikliyor. Yazarken yanımda kimse olmamalı, tek başıma, kimi zaman sesli kimi zaman öykünün kurgusunu destekleyen bir müzik eşliğinde, en çok da gecenin üçünde herkes uyurken, sessiz bir şekilde karakterlerimle birlikte olmalıyım. O yüzden yazma eylemi benim açımdan pek çok boşluğu dolduruyor, bende tamamlanma duygusu yaratıyor.Sait Faik ustam, izinden yürüdüğüm yazarım. Bu konuda ben şöyle diyorum: “Bu işe iyi ki bulaştım da onunla tanıştım.”


7) Yarışmalardan ve atölyelerden bahsetmek isterim biraz. Tarık Dursun K. Öykü yarışmasında “Ray Tıkırtıları” adlı öykünün üçüncülük aldığını görüyoruz. Dili ve kurgusu itibariyle dikkat çeken bir öykü. İlk kitabı çıkmış bir yazar olarak yarışmalar ve atölyeler hakkındaki fikirlerini merak ediyorum. Özellikle öykü yazmaya yeni başlayanlar için yol gösterici olacağına inanıyorum.

Atölyeler yazma eyleminin mutfağa girmeden önceki sürecinde bu işe kafa yoran herkese yardımcı olan,eldeki malzemelerin nasıl kullanılabileceğini aktarmaya yarayan okullar bence. Elbette burada en çok dikkat edilmesi gerekenin, ancak nitelikli atölyelere katılmanın bir fayda sağlayabileceğinin, her eleştirinin doğru eleştiri olmayacağının bilincinde olarak ilerlemek. Yazma edimiyle birlikte okumanın da yolunu gösteren, gerçek edebiyata ulaşmamızı sağlayacak atölyelerden destek almak çok kıymetli.Okumak yazma eyleminin temeli, ara verildiğinde yazmanın da tökezlediğini görebilirsiniz. Bu yüzden derin okumayı öğretebilecek atölyelerin izini sürmek de çok önemli. Aksi takdirde, iyi kitapları okumamış her yazarın sözcükleri sıkışmıştır, ne demek istediğini birkaç kelimeyle ifade etmek ister, okur da bunu en baştan anlar ve o kitabı elinden bırakır. Bunu hep söylerim çünkü kural basit aslında. Yazmak için okumak değil, önce okumak, sonra yazmaktır bence olması gereken. Diğer taraftan atölyelerdeki eleştiriler motivasyonu etkileyebilir mi? Bu da düşünülmesi gereken bir meseledir ve elbette etkileyebilir. Bu yüzden yazar adayının çok iyi eserleri okuyup kendi yazın dünyasını ona göre geliştirmesi şarttır, diye düşünüyorum. Eleştirileri de ona göre karşılayabilecek, hangisinin gerekli hangisinin boşuna olduğunu bu sayede anlayabilecektir.Yarışmalar konusuna gelince, çok kıymet verdiğim bir yazarın adına açılmış bir yarışmada böyle bir sonuç almak benim motivasyonumu çok artırmıştı. Bu yüzden ödüllerinolumlu katkısı olduğunu düşünüyorum. Bu iyi bir şey elbette. Ancak yarışmaları mutlaka başvurulması gerekenler arasına koymayı da doğru bulmuyorum. Yarışmalarda hiç adı geçmeyen pek çok nitelikli yazar var ve bu onların yazma eylemini etkilemiyor. Etkilememeli de. İşin başındaki bir yazarı da etkilememeli. Biraz da şans belki, neticede jüri de en fazla altı yedi kişiden oluşuyor, bunu da unutmamak lazım.

8) Son olarak yazın dünyanı şekillendiren, dönüp dönüp kendini baştan okutan, o ismi okumasaydım öykülerimin dünyası yarım kalırdı dediğin isimler ve kitaplar var mı?

Bir üstadın adını saymayı unuturum diye bu soruyu cevaplamaktan korkuyorum ancak benim dönüp dönüp okuduklarım arasındakileri yazabilirim: Sait Faik, Bilge Karasu, Ethem Baran, Barış Bıçakçı, Vüsat O’Bener, Ferit Edgü, Yusuf Atılgan, Füruzan, Oğuz Atay, Tarık Dursun K., Onat Kutlar, Cemil Kavukçu, Murathan Mungan, Fadime Uslu, Behçet Çelik,Abdullah Ataşçı, Kathrine Mansfield, Raymond Carver, Gospodinov, Philiph Roth, John Cheever, Salinger, Murat Gülsoy, Ayfer Tunç, William Faulkner, Cortazar, Ralf Rothmann, David Constantine, Juan Rulfo, David Vann, Mario Bellatin, Mario Vargas Llosa, Tim Parks, Rachel Seiffert, Samantha Schweblin, Bruna Schulz, Claire Keegan, Grace Paley, Tim Winton öyküleri; Semih Gümüş eleştiri kitapları; Terry Eagleton, Ursula Le Guin, Ricardo Piglia, Robert D. Richardson, Umberto Eco, Roland Fishman, Rianer Maria Rilke, Berger, Cioran, Jung, Lacan, Engin Geçtan, Oruç Aruoba, Byung-Chul Han, Rollo May, Adam Philips denemeleri… Daha yazabilirim ancak burada duruyorum.


Çok teşekkür ederim Gamze, hem kendi adıma hem İshak Edebiyat adına.

Ben de sana ve İshak Edebiyat ailesine çok teşekkür ederim, okurla aramızda köprü olduğunuz için.


Söyleşi: Vildan Külahlı Tanış

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page