top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Hakan Sarıpolat Yazdı- Ben Bir Uçurum İncisiyim

Son dönemde, öykü adına önemli adımlar atılıyor ülkemizde. Birbiri ardına, genç yazarlarla tanışıyoruz. Bunlardan biri de Şeyma Koç. 1994 Kayseri doğumlu. Genç yaşına rağmen iki ödül almış. İlki, 2017 Sennur Sezer Emek ve Direniş Öykü Ödülü (Acı Bir Söz-cük-tür); ikincisi, 2017 Şerzan Kurt Öykü Ödülü (Kan Tohumları). Elbette ödül alınca daha bir istekle okuyoruz öyküleri. Ne de olsa, öykü adına önemli işler başarmış jüri üyeleri tarafından seçiliyor bu öyküler. Lafı fazla uzatmadan öykülere geçelim isterseniz.



Kitaba genel olarak bakacak olursak, öykülerin karamsar bir atmosfer barındırdığını söyleyebiliriz. Kitabın arkasında yazdığı gibi, “kıyamet gününe götürüyor” okuru. Kötücül, sancıyan öyküler. Bazı öyküleri büyülü gerçekçiliğe kaysa da gerçekçi bir dil hakim kitaba. Bu gerçekçi dili, kabuslar, ölümlerle bezemiş yazar. Bunları birer simge gibi kullanmaya çalışmış. Toplumsal felaketlerin, yaşanan acıların simgesi. Yaratmak istediği öykü dünyasını takdir ettim. Fakat bir de madalyonun diğer yüzü var. Cümle bozuklukları, fazlalıklar, duyguyu vermede ve göstermede eksiklikler. Kitap bunlarla dolu. Elimden geldiğince bu eksikleri göstermeye çalışacağım. Umarım yapıcı olabilirim. Zira öyküler hiç iç açıcı değil.


Bir yazar, duyguyu aktarmakla yükümlüdür. Bunu başarabildiği için yazar diyoruz onlara zaten. Büyük isimlerin büyük olmasındaki en büyük etmen budur. Okuru ele geçirirler ve kitabın sonuna kadar da bırakmazlar. Ufacık bir anı öyle aktarırlar ki, yazarla birlikte yaşarız. İçimizde bir şeyler harekete geçer. Güleriz, ağlarız, sinirleniriz. Ciğerimizi, öykünün kokusuyla doldururuz.

Peki, Koç bunları yapabilmiş mi? Cümlelere bakalım.


“... akıllara durgunluk veren bu sessizlik onları öyle bir heyecanlandırmıştı ki, o kadar olur!” Bu cümleyi okuyup da karakterin heyecanına ortak olanınız var mı? Bende en ufak bir duygu kıpırtısı oluşmadı.


“Rüyadaydım. Bir sıçrayışta yeniden otel odasına dönüyorum. O da ne! Yanımda!” Peki burada karakterin şaşkınlığını duyumsayanınız var mı? Sorun bende değildir umarım.


“Elimi tutup kalbine bastırıyor. Nasıl vuruyor! İçerisi nasıl sıcak!” Bu cümlede peki? “İçerisi nasıl sıcak!” derken ne demeye çalışıyor yazar? Çok mu sıcak diyor yoksa nefes alınmıyor, insanın gözü acıyor sıcaktan mı demek istiyor? Ne demek istiyor sizce?


“Alımlı dimdik bir edayla yürür. Tüm kurumunu takınır da öyle yürür. Nasıl komiktir! Nasıl narin, sevimli, çapkın ve komik!”


Bunlar gibi bir dünya cümle daha yazabilirim. Sanırım bu kadarı meramımı anlatmak için yeterli olmuştur. Bir yazar, ortamın nasıl sıcak olduğunu okura veremiyorsa kendine ne diye yazar der? Biraz sert oldu ama kalemi eline alan bir insanın asli görevini yerine getiremiyor oluşu sizi de endişelendirmiyor mu? Açıkçası beni fazlasıyla endişelendiriyor. Nasıl endişelendiriyor, anlatamam size.


Cümlelerde fazlalıklar cirit atıyor. Bunlara birkaç örnek vereyim. “Karşımda âdeta vücut bulan sessizlik.” İlk bakışta fazlalık yok gibi duruyor cümlede. Ama büyük bir sıkıntı var aslında; o da, “âdeta” kelimesi. Olmadığını farz edelim; “Karşımda vücut bulan sessizlik.” Nasıl sizce? Daha iyi değil mi? Bu biraz tercih meselesi gibi oldu. En iyisi birkaç örnek daha vereyim.


“Derken kokusunu keşfediyor, kokusuyla ürperiyor, kokusuyla kendimden geçiyorum.” Fazlalığı göstermeme gerek yok sanırım. “Evet, içten bir vazgeçiş. Vazgeçişle gelen özgürlük. Özgür ve yalnız. Yalnız ve özgür.” Bazı yazarlar, bunu şiirsel dil amaçlı yaptığını söylüyor. Bile isteye yapılmış bir şey diyor ama öykü zaten şiirsel değil midir? Bu safsatanın ardına sığınmak bana biraz basit geliyor.

“Kimisi yüreğimi hoş görmüş kimisi de hor görmüştü. Can kulağıyla dinleyenler vardı, bir de can telaşıyla dinleyenler.” İki cümlede de fazlalıklar var. “Kimisi yüreğimi hoş, kimisi de hor görmüştü. Can kulağıyla dinleyenler vardı, bir de can telaşıyla.” Aynı şekilde, “... hiçbiri istemiyordu. Biz de istemiyorduk.” yerine “... hiçbiri istemiyordu. Biz de.” yazmış olsa cümleler bir şey kaybeder mi? Bence kaybetmediği gibi kazanır bile. Her zaman söylüyoruz; öykü fazlalığı kaldıramayacak kadar pürüzsüz bir türdür. Dilimizde tüy bitse de tekrarlamak istiyorum; fazla kelimeye tahammülü yoktur öykünün. Çünkü alanımız dardır. Bir kesiti sunarız okura, ufacık bir kesiti. Bunu yaparken de elimizdeki kelimeleri hazine gibi kullanmalıyız. Tek bir fazlalık, o hazineyi basit bir demir yığınına çevirebilir. Bunu önlemek çok zor bir iş. Kimse kolay demiyor ama öykü yazarı olmanın güzelliği de burada zaten. Son dönemde okuduğum öykülerin çoğunda aynı şeyi hissediyorum. Hızlıca yazılmış ve üstünde çalışılmadan kitaba alınmış öyküler. Bu konuda çok dertli olduğumu anlamışsınızdır. Ben devam edeyim izninizle.


Bazı yazarlarda kelimeler ışıl ışıl parlar. Bazılarında ise hakirdir, koca suratıyla okura sırıtır durur. “... annem beni bu dünyaya koca bir kist olarak doğurmuştu. Beklenmedik, içkin, tedirgin, hoyrat ve alçak koca bir kist!” Son cümledeki “içkin” kelimesine bakalım. Kelime manası şu: Varlığın yapısına karışmış bulunan, varlığın içinde var olan; örneğin enerji maddede içkindir. Kendisinde kalan, başkasına geçmeyen, yalnızca bilinç içeriği olarak var olan, dünya içinde, deneyde kalan. Yazar büyük ihtimalle bu kelimeyi, içinde yaşayan, dışa etkisi olmayan bir kişiliği belirtmek için kullanmış ama kelime anlamına baktığımız zaman bununla uzaktan yakından alakası olmadığını görüyoruz. Yazarların, daha anlamını idrak etmeden, kelimeleri kullanması ve ulu orta sayfalara saçıyor oluşu içimi acıtıyor.


Kitabın artıları da fazlaydı elbette. Seçilen konular ve bu konuları işleyiş şekli güzeldi. Genç yaşta böyle bir işe kalkışmak, yaşadığı toplumu es geçmemek, haksızlıkları, zulümleri göstermeye çalışmak, başlı başına takdir nedenleri. Zaman içinde çok daha iyi öyküler yazacağını düşünüyorum. Yolu açık olsun.


Hakan Sarıpolat

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page