top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Cindi Yıldırım- Kömür Renginde Bir Çığlık

Alarmın sesi sabaha varmakta olan gecenin derin uykusunu deldi. Uykunun iki yakasına da birden yapışan gözleri uyanmak istemiyordu. Elleri çalan telefonu hoyratça kavradı, kapattı. Gün geçtikçe bedeninde bir yorgunluk birikiyordu. Ne kadar dinlenirse dinlensin, gram azalma olmuyordu yorgunluğunda. Mutfaktan gelen tıkırtılar kulaklarından içeri yavaşça süzülüyordu. Annesi çoktan uyanmış, sabah namazını eda etmiş, kahvaltıyı da hazırlamıştı. “Halil, oğlum kalk artık,” dedi şefkatle. Kocasını o derin ve karanlık kuyuların birinde kaybettikten sonra evladının üzerine daha bir titrer olmuştu Gülsüm. Düşündükçe ürperdiği, altında neyin olduğunu bilmediği o kuyulara oğlunu göndermiyordu. Ama buna da mecburdu.

Yatağından doğruldu Halil, sağa ve sola doğru sırtını kütletti. Her ötüşü ile karanlığı uyandıran avludaki horoz sabahı müjdeliyordu. Daha uyanamayan uykulu ve aksi bir traktör sesi de sızıyordu eve. Halil, birbirinden ağır döşekleri toplayıp yüklüğe kaldırdı. Uykulu gözlerle yıkanmaktan rengi atmış iş elbiselerini giydi. Sabah namazını da kıldıktan sonra kahvaltıya oturdu, birkaç lokma yedi sadece. Elindeki çay bardağı ile pencereye yanaştı, dalgın bir yüzle uzaklara dikti gözlerini.

Hava bulutluydu, toprak yağmur istiyordu. Toprağın yüzünde açılan küçük yarıklarda gezdirdi gözlerini Halil. Toprağın açlığını derinden hissediyordu ve anlıyordu. Bir şeyin açlığını, özlemini duymak ne demek çok iyi biliyordu. Babasının zifiri bir karanlık tarafından yutulduğu haberini aldığı gün, o da o karanlığın pençesine yakalanmıştı. Günlerce, gecelerce o dipsiz cehennemin başında babasından gelecek iyi bir haberi beklemişlerdi. Zaman, su gibi akıp geçtikçe, umut, boğazına takılan kuru bir ekmeğe dönüşmüştü, yutkunamamıştı. İkindi vaktine yakın, iplik gibi bir yağmurun yağmasından kısa bir süre sonra, o karanlık cehennemden babasının cansız bedenini çıkarmışlardı. Haberi alır almaz, son kez babasına koşmuş, sarılmak istemişti. Kendisini engelleyenleri aşamamıştı, dizlerinin üstüne çöküp hıçkıra hıçkıra ağlamakla yetinmişti.

“Oğlum, hadi arkadaşların seni bekliyor,” diyen annesinin sesine döndü. Buz gibi olan çay bardağını sofraya bıraktı, çantasını ve küreğini aldı, annesinin hayır duasını da aldıktan sonra kederli bir yüzle evden çıktı. Omuzlarındaki balyozları ve kürekleri olan arkadaşlarına katılıp, her sabah hiç sektirmeden kendilerini bekleyen külüstür minibüse doğru yürümeye başladılar. Herkes yerine oturunca ağır ağır yol almaya başladı minibüs. Rengi siyaha dönen koltuklardan birine oturmuş, iyice kararan suratıyla dışarı bakıyordu. Her şey hızla akıp gidiyordu gözlerinin önünden: Yol kenarında bekleyen kadınlı-erkekli tarla işçileri, kendileri gibi kömür işi yapan başka gruplar, hayvanları önüne katıp dağın yamacına süren çobanlar… Her sabah gün doğmadan çalışacakları yere varırlardı. Maden ocaklarından bin bir zorlukla çıkartılan, traktörlerle ve kamyonlarla küme küme boşaltılan kömürleri torbalıyorlardı. Her zaman ikili gruplar-kürekçi ve torbayı tutan kişi- halinde çalışırlardı. Kürekçi kömür içinde toz varsa önce elekten geçirir, ardından torbaya boşaltır, torbayı tutan da kömürün içinde taş, toprak varsa ayıklardı. Dikiş işini yapan ekip gelip torbaları güzelce diker, daha sonra torbalar gelen kamyon ve tırlara yüklendikten sonra farklı farklı şehirlere doğru yola çıkardı. Düzenli bir şekilde bu işlemler her zaman yapılırdı. Çalışacakları alanın girişinde büyük harflerle SİGORTASIZ ÇALIŞMA ALANI yazılı paslanmış tabela ‘bile bile ölüme gidiyorsunuz’ der gibi pis pis sırıtıyordu. Tabelayı arkalarında bırakıp alana vardılar. Kendisini bırakmayan uykuyla yalpalayarak dışarı çıktı minibüsten. İstiflenmiş kömür yığınlarına baktı uzun uzun, titrek bir inilti çıktı ağzından. Biri duydu mu acaba, diye telaşla etrafına bakındı. Kimsenin duymadığına emin olduktan sonra çantasını gölgeliğe bıraktı, küreğini alıp kömür yığınlarına doğru yürüdü.

Dört bir yandan aniden beliren bulutlar uzun zamandır birbirini görmeyen dostlar gibi hemen kucaklaşıyorlardı. Bulutlar güneşin dünyayı ısıtmasına engel olacaktı anlaşılan. Halil, babasını kaybettikten sonra okulu bırakıp mecburen çalışmaya başlamıştı. İlk önce torbaları tutuyordu, torbaların ağzını tutarken kaç defa elini kesmişti kürek. Elleri yaralarla, nasırlarla doluydu. İşi iyice öğrendikten sonra da kürekçi oldu. Mekanik hareketlerle kömürü önce elekten geçiriyor, daha sonra torbaya boşaltıyordu. Arada bir alnında biriken teri elinin tersi ile siliyor, ardından iyice kararan göğe bakıyordu. Kürek kürek kömür doldurduğu torbaya yalnızlığını, öfkesini atıyordu, en çok da babasına olan özlemini. Attıkça da daha çok özlüyordu babasını.

Beldenin erkekleri maden ocaklarında ve alanlarında kömürle ekmek kavgası yaparken, bulutlu havanın verdiği yorgunlukla uyanmak istemiyordu köy. Bulutların arasından arada bir sızan güneşin cılız ışığı soğuktan iki büklüm olmuş köyü zar zor uyandırdı. Biraz daha kararan göğe yüzlerini ekşitip bakan köylüler işlerini bir an önce bitirmek için acele ediyorlardı. Havanın bozacağını düşünen kadınlar, erkenden tandır sırasına girmişlerdi. Tandırın başında sıralarını beklerken de iki lafın belini kırıyorlardı.

Her şey tıkırında giderken kara bir haber köyün kapısını tıklattı. Maden ocaklarının birinde göçük meydana gelmişti. İşini gücünü bırakıp madenlere koştu insanlar, gidemeyenler de yol kenarına sıralandılar, avlulara, kapı önlerine tandır başlarına üzgün suratlarla çömeldiler. Güzel haberlerin gelmesi için durmadan dualar ediyorlardı. Haberi aldıktan sonra Halil ve arkadaşları da eve gelmişlerdi. Oğlunun kapkara yüzünü defalarca öpen Gülsüm, kocasını tekrar kaybedecekmiş gibi endişeliydi. Bu köyde defalarca göçük meydana gelmişti, her seferinde de ölen ve yaralananlar olmuştu. Bu köyün her şeyi kömürdendi. Gecesi ve gündüzü kömürdendi. Umudu, sevinci, hayalleri kömürdendi. Ekmeği, alın teri kömürdendi. Yası, gözyaşları ve ölümü de kömürdendi. Akşamları eve yorgun argın dönen işçilerin kömürün tozundan görünmeyen yüzüne bakıp babalarını tanıyamayan çocukların şaşkınlığı da kömürdendi. Kömür, kapkara pençeleri ile bu köye çok ekmek dağıtmıştır, ama çok can da almıştır acımasızca.

Halil, başını avlu duvarına dayamış, bir bilinmeze doğru dalmıştı. Gözlerini sabitlediği noktada bir karınca yuvası vardı. Yuvanın etrafında dolanan tek tük karıncalar vardı. Onların da aceleciliğine bir telaşın kokusu değmişti sanki. Bir an önce işlerini bitirip yuvalarına dönmek istiyorlardı. Küçük bir çocuk da avucundaki ekmek kırıntılarını yuvanın kenarına dökerek onlara yardımcı olmaya çalışıyordu. Simsiyah bir sessizlik içinde yüzüyordu köy. Sokaklara, avlulara, kuytu köşelere huzursuz edici bir sessizlik sinmişti. Ne olduğunu anlamayan çocuklar bile oyunlarını bir kenara bırakmışlardı. Kömür gibi kararan gökyüzü, öylece dondu kaldı, yağmadı. Kimseden ses seda çıkmıyordu, tek kelime edecek takati yoktu insanların. Kargalar gibi üşüşüyordu umutsuzluk. Umut kelimesi her bir gaga darbesi ile yıkık dökük bir duvara benzemeye başladı. Vakit öğlene varmadan ölüm kokan o telefon gelince de yerle bir oldu o duvar. Evlerin birinden yükselen kömür renginde bir çığlık yavaş yavaş beldeyi boğmaya başladı. Ölen kişinin eşleri ya da çocukları olmadığına sevineneler oldu bir an, sonra bu düşüncelerinden utanıp çığlıkları dindirmek için o eve koştular.


Cindi Yıldırım

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page