top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Hande Ortaç’ın Daha İyi Misin?’i ve Alternatif Yaşam Formları İçin Çatlaklar



Söyleşiye Pembe ve Eflatun öykünüzle başlamak istiyorum. Ödüllü bir öykü. Distopik kurgusuyla çok güçlü olmasının yanında finalde ütopya umudunu yeşertiyor. Kadın, toprak ve tohum detayları bu muazzam kurguda yerlerine oturmuş. Renkler ve dans da umut ağacına su döküyor. Pembe ve Eflatun’dan çıkarak öykülerinizin genelinde kadın- aile, kadın- doğa, kadın- toplum ilişkilerinin irdelendiğini söyleyebilir miyiz?

Yazmak benim için bir mücadele alanı. Bu alanda; mesele ettiğim konuların üstüne düşünmek, derinleşmek ve estetik bir anlatı içinde bir fikir üretmek benim için en önemli motivasyon. O sebeple Pembe ve Eflatun öyküsü özelinde ve “Daha İyi misin?” kitabı çerçevesinde yakıcı bulduğum, öfkemin tazecik üstünde tüttüğü konular söylediğiniz başlıklar altında gruplandı. Değişen ve dönüşen zamanda; olduğum gibi bir kadın olarak var olmak, görmezden gelinen iklim krizi ve asla bireysel bir çabayla önünü alamadığımız savaşlar öykülerin can damarlarını oluşturuyor çünkü bu konuların yükünü günlük hayatımda da sırtlanıyorum. Bireysel olarak değişmesi mümkün olmayan şeyler yazı yoluyla farklı zihinlere ulaşır ve akıllarda bir çatlak yaratır diye umuyorum. Büyük dönüşümlerin çok hızlı yaşandığı bir döneme denk gelmişiz. Bu eşik, heyecanlı olduğu kadar da ürkütücü bir geleceğin habercisi. Dönüşüm içinde olan en büyük şey de toplumsal temsiliyetler. Bunun içinde sadece kadınlık yok. Cinsel yönelimden ve cinsel kimlik mücadelesinden, norm olan kadınlık/erkeklik kurgularının alaşağı edilmesine kadar yoğun bir tartışma içindeyiz ve bu sayede -ve şükürler olsun ki- büyük bir dönüşüm gerçekleşiyor. Ben yazdıklarımda daha kapsayıcı bir bakış açısı kurgulamaya çalışıyorum. Kendi kısıtlarımla da mücadele edip toplumun ve gezegenimizin dönüşüne bir nevi şahitlik etmeye çalışıyorum.


Karakterlerin çoğu kadın. Onları ya aile ortamında ya bireysel çemberlerinin içinde görüyoruz. Sızı, Zirve, Ah öykülerindeki aileler üzerinden düşünürsek farklı arketipler, normalin dışında gibi görülebilecek ancak tam da normalin içinde kalmış karakterler barındıran aileler. Diğer taraftan Hey, Pembe ve Eflatun öykülerindeki seçilmiş kardeşler diyebileceğimiz karakterlerle de karşılaşınca ailenin kutsallığını sorgulayan, yol arkadaşlığının yüceltildiği bir durum söz konusu. Buradan çıkarak “yaşamı paylaşmak” konusunda neler söylemek istersiniz.

Aile çok ilgimi çeken bir konu. Toplumun yapıtaşı olarak kurgulanıp idealize edilen bir maket üzerinden genele dair bir tasarım yapılıyor. Bu içine kapalı kutu, olanakları ve olanaksızlıklarıyla üstüne düşünülmesi gereken ve hikâye için harika imkânlar sağlayan bir ortam. Çoğu zaman eleştiriye kapalı, sömürüye çok açık ama diğer taraftan sevginin, güvenliğin sıcacık kozası olmaya da yatkın bir ilişkiler ağı. Hem mevcut ailelerin çoğu ideal değil hem de farklı aileler mümkün ve bu olasılık beni çok heyecanlandırıyor. Bir yandan bilinen ailenin altını oyup yolunda gitmeyenleri ifşa etmek ama diğer taraftan bu deneyimin ya da formun ne kadar çok zenginlik barındırabileceğini gösterebilmek beni cezbeden bir şey. Dayanışma, bireysel olana da yer açma ve bu sayede her aile bireyinin ihtiyaçlarını fark etme, birbirine emek verme, beklentiyi sevgi üstüne kurma vs. Bunlar ve daha birçokları sayesinde birlikte güven ve sevgi içinde yaşanabileceğini göstermeye çalışıyorum. Düşündükçe fark ediyorum; aslında yaşamı paylaşmaya dair bir biçim öneriyorum. Sanırım bu tanıma yoldaşlık kelimesi daha çok uyuyor. O sebeple aile dediğimiz yaşam formu, Hey öyküsündeki gibi çok yakın arkadaşlardan, Pembe ve Eflatun’daki gibi kader ortaklarından, hatta sadece kadınlardan ya da erkeklerden, Karbon Kopya’daki gibi mağdurlardan oluşabilir. Kan bağına gerek duymadan kurulan bağlar bizi öyle sarıp sarmalar, sırtımızdaki yüke öyle ortak olurlar ki her zorluğa rağmen yaşamayı göze alabiliriz.

Diğer yandan kardeşlik gibi aynı aileden ve aynı imkânlar içinde yetişen kişilerin birbirinden zıt hayatlar yaşaması da merakımı bir öykücü olarak celbeden konulardan birisi. Hele yaşları birbirine yakın kardeşlerin ya da ikizlerin bu kadar benzer kaynaklardan beslenip de bambaşka bireylere dönüşmesi, hikâyeler için harika bir kaynak bence. Yazdığım metinler bu sebeple aileye her zaman eleştirel yaklaşıyor ve alternatifi de araştırmadan edemiyor.

Kadın karakterlere gelince, bir önceki soruda da biraz anlatmaya çalıştığım gibi karakter kendi derdimi nasıl daha iyi anlatabileceğime dair bir tercih oluyor ister istemez. Diğer taraftan da daha kapsayıcı ve farklı bakış açılarını yansıtabileceğim çeşit çeşit karakter için de zihnimi ve algımı geliştirmeye çalışıyorum. Yazın dünyası uzun yıllar belli bir tanıma yakın yazarların (saklamaya gerek yok, belli bir tanımdan kastım; beyaz, erkek, orta yaşın üstünde olan) daha görünür olduğu, bu sayede üretimlerinin daha kolay dolaşıma girdiği ve metinlerarasılıkla çokça paylaşılan ve bu sayede çoğalan bir birikime sahip. Toplumsal hafızamızda da bu sebeple daha çeşitli erkek arketipler ve iki boyutlu kadınlar var. Bu bildiğimiz kalıplar dışında üretilen karakterler – kadın, yaşlı, göçmen, trans, beyaz ırktan olmayan– farklılaşıp ayrışabiliyor. Fakat artık hem sektörün mekanizmaları değişiyor ve daha çeşitli yazar ve metinleri dolaşıma giriyor hem de bu sayede farklı bakış açıları daha görünür ve paylaşılır oluyor. Diğer yandan, benim için karakter hikâyeye ve özfikre hizmet ettiği kadar var. O sebeple fikrin gerektirdiği bakış açısını yansıtmak bu konuda tutucu olmamak, üstüne düşündüğüm diğer bir konu.

Karbon Kopya en sevdiklerimden biri oldu. Öyküyle ilgili detayları okurlarına bırakırsam hem bireysel hem toplumsal sorgulaması olan, toplumun katmanlarını bir kesitten net bir şekilde gösteren öyküde sadece harf ve numaralardan ibaret karakterlerden birinin sözü, “Boşlukları dolduracağız diye saçmalayıp duruyoruz.” Boşluklarımız, onları doldurma çabalarımız ve nihayetinde intihar üzerine fikirlerinizi bizimle paylaşır mısınız? Hande Ortaç da boşluklarını doldurmaya çalışırken saçmalar mı?

Hem de nasıl. Boşlukların illaki doldurulmaya muhtaç olmadıklarını anlamam için belli bir olgunluğa erişmem gerekti. Sanırım boşlukları dinlemeyi ilk örgütsel psikoloji yüksek lisansım sırasında öğrendim. İlk dersimiz duygular üzerineydi. Onları anlamak için hem karşınızdaki kişinin sözlerine hem de söylemediklerine odaklanmamız gerektiğini konuşmuştuk. Kurumlar, toplumlar boşluk istemez, bunları zayıflık olarak görür ve kanunlarla, kurallarla çevremize duvarlar örerler. Ne şahane ki, sözcükler o duvarlarda bir gedik bulup çıkmayı başarır. Eğer vakti gelmişse de delikler büyür ve gerekirse duvarlar yıkılır. Karbon Kopya da böyle bir boşluğun, anlamsızlığın, hatta toplumsal bir tanımsızlığın kurumlar tarafından nasıl doldurulmaya çalışıldığını gösteriyor. Oysa canlılar da tıpkı bahsettiğiniz öyküdeki güvercin gibi buldukları bir aralıktan geçip boş bir odaya hayat doldurmaya muktedir. Bilmediklerimiz bizi korkutuyor ve korkuyla yaşamak zor. Oysa merak ve sabrın korkudan daha çok hayatta kalmamızı sağladığını düşünüyorum. Boşluk, sessizlik, karanlık temkinli yaklaşarak keşfedilmeyi bekliyor. Korkunun buyruğuyla ancak baskıya ve zulme neden oluyoruz.

İntihar sorunuza gelince, bu zor bir konu. Daha önce, ilk öykü kitabımda yer alan ve kitaba adını veren Kankurutan isimli öyküde de şimdi Karbon Kopya’da da intihar üstüne düşünüyorum, tartışıyorum. Bu konuda genel geçer bir yargı üretmek çok zor, çünkü ne olursa olsun geride kalanlar için çok acı bir şey. Ayrıca bir canlının ölümünü ne nedenle olursa olsun savunamam. Diğer yandan da özgür irade nerede başlıyor nerede bitiyor, bu soru hep zihnimin bir köşesinde.


Öykülerinizde bireyin yorgunluğunu hissediyor, doğanın çığlıklarını duyuyoruz. Doğa ve toplum bunca sıkışmışken birey olarak ara sıra bir nefeslik boşluk, bazen durup dinlenmek, etrafa bakmak illaki görmek, bir sözcüğün belki de yazının peşine düşmek gerekiyor sanki. Mattasızı öykünüz üzerinden bu konuda neler söylemek istersiniz.

Mattasızı tam da bu sebeple yazıldı, öykünün ruhunu sordunuz, çok teşekkürler. Kent hayatından, kurumsal düzenden, bu ekonomik koşullarda hayatta kalma çabasından kaçmayı çok konuşuyoruz ve hatta bu konu hakkında çokça da yazıyoruz. Fakat maruz kaldığımız birçok konuşma, gitme arzusuna kapılmak ve kısa zamanda bu arzuyu da tüketerek olduğumuz gibi kalmaya devam etmekten öteye geçemiyor. Bu büyük depresyon çağında bizi harekete geçmekten bir şeyler alıkoyuyor. Ben kaçmaya başlamadan önce mevcut mutsuzluğun kaynağı ne, sorusuyla başladım. Mattasızı öyküsündeki Elaşina Melek de yüzeyde nedensiz olan karamsarlığının ve ataletinin kökenini aramaya başlıyor. Yola çıkmak için peşine düştüğü merak uyandıran motivasyonu onu yepyeni bir hayat formuyla tanışmaya itiyor. Elaşina Melek başka bir hayatın mümkün olduğunu görüyor, hatta onun doğal bir parçası olduğunu hissediyor ve bu yeni hayata atılmak için kendinde taptaze bir cesaret ve enerji buluyor. Bu alternatif hayat kolay değil ama gerçek. Hem de iliklerine kadar.

Olanı yıkıp yeni bir şey yapma marifeti için, bu kadar temel bir form değişikliği için çok güçlü bir etkiyle karşılaşmak gerektiğini düşünüyorum. Mattasızı öyküsünde de beni en başından beri büyüleyen HES karşıtı mücadeleler bu güçlü motivasyonunun bir örneği. Diğer taraftan da kurtuluş diye bir şey olmadığını da imlemeye çalışıyorum sanırım. Bir kasabaya yerleşip el etek çekmek, olandan kaçmak, kafa dinlemek gibi planlar benim için gerçekçi bir alternatif yaratamıyor. Peşinden sürükleneceğiniz, sizinle bir kişi eksik ama varlığı sizli ya da sizsiz devam edecek hareketler; nefesimi keserken yaşama gücünü damarlarıma pompalıyor.

Renkleri, müziği ve dansı illaki kurgularınıza yerleştirdiğinizi fark ettim. Bunlar sizin ruh haliniz ve direnme gücünüz açısından da fikir veriyor diyebilir miyiz? Bir Ayrılık Senfonisi öykünüzden yola çıkarak sormak isterim, sizin günlük rutininizde, meşguliyetlerle boğuşurken, haksızlığa uğradığınızda, hayal kuramadığınızda, umutsuzlandığınızda ya da kaygılarınızdan sıyrıldığınızda fonda sürekli bir müzik olsaydı, ne/neler olurdu?

Bu çok zor bir soru, hele benim gibi birçok farklı müziği dinleyip kemik favori listesi olmayan biri için. Ama herhalde ilk tercihim; bahsettiğiniz tüm bu ruh hâllerini kapsayan geniş müzik repertuvarıyla ve uygun olan parçalarda beni deli gibi dans ettiren Kardeş Türküler olurdu. Her parçaları derin bir hikâye barındırıyor.


İyi Hâl’den esinle karakterinizin söylediği gibi “yazmak iyi geliyor” mu gerçekten? Bir kadın olarak uzun yıllardır devam eden “yazmak” eyleminize dair bizimle paylaşmak istediğiniz durum tespitleri var mı?

Yazdıklarımın okunması ve yeni zihinlerle çoğalması en büyük hayalim, o ayrı, ama ben bu hayal için yazmıyorum. Ben yazmaktan vazgeçemediğim için hayalini de bu eylemin yanında kuruyorum. Promosyonu gibi. Her şey küçük yaşlarda edindiğim okuma merakımla başladı. Sonra iki boyutlu bir kitap sayfasının zihnimde nasıl çok boyutlu dünyalar yaratabildiğine şaşırarak devam etti. Zihnim hikâye oburu ve herkesten bir doz fazla bu şekilde çalışmaya alışık. O sebeple benim için yazmak, yazarak başa çıkmak, alternatifi kâğıt üstünde hayal etmek, aslında zihnimi bir nevi rahatlatmak anlamına geliyor. Günlük hayattaki hareketim, iletişimim bana yetmiyor. Olan her şeyi ancak zihnimin süzgecinden geçirip hatta hikâyeleştirerek tartışınca algılayabiliyorum ve derinleşebiliyorum. Bir kadın olarak, hele bu coğrafyada yaşayan ve toplumsal hayatın içinde biri olarak sadece başa çıkmam gereken durumlarla ilgili değil, bu durumlar karşısında harekete geçen kendimle ilgili de çok zihin egzersizi yapmamı sağlıyor yazmak. Yani buralarda, bu zamanda üzerine düşüneceğimiz mevzu çok.

‘İyi Hâl’ öyküsündeki karaktere de sufle veriyorum sanırım. Zihninde evirip çevireceğine kâğıda dök, diye. Ancak işin boyutunu o zaman anlarsın, demek istiyorum. Ancak o zaman konuyu kendinden çıkarıp evrensel bir boyutta görebilirsin. Ya da yazı sayesinde zihninde şekillendirip kâğıda döktüğün yani senden çıkanla ancak bu şekilde vedalaşırsın.


Her öykünüzde çok yönlü okumalara müsait bir durum var. Toplumsal yanı ve bireysel yanı yoğun öyküler. Ajitasyondan kaçındığınız ortada. Distopik de olsa ümitvar buldum çoğunu. Peki karakterlerinizi oluştururken, öykülerinizi kurgularken özellikle dikkat ettiğiniz noktalar var mı? Bir tür olarak öykü konusundaki fikirlerinizi bizimle paylaşır mısınız? Bu soruya ek olarak Hidayet Hanım için de konuşmak isterim. Karakteri toplumsal bağlamda nasıl değerlendirmeliyiz.

Benim için türler; yazmak istediğim düşünceye, hikâyeye ve duyguya hizmet ettiği kadar var. Bazen bir oyun formu ya da senaryo, yaratmak istediğim etkiyi veriyorsa bu formları da yazıya dahil ediyorum. Öykü dilin ve toplumsal hafızanın en canlı, en çabuk dolaşıma giren ve tartışmaya müsait yazı türü bence. Türkiyeli edebiyatta bu damar hep çok canlı ve üretken olmuş, ne mutlu ki böyle olmaya ve çağıldamaya devam ediyor. Dilimizde deneysel olanı ve cesur metinleri görmek için öncelikle öyküye bakmak gerek. O sebeple öykü formu benim yazmaktan ve okumaktan asla vazgeçemeyeceğim bir tür. Benim öykü tarzıma gelince, ben daha çok hikâyenin odakta olduğu öyküler yazıyorum. Öykü yazmadan önce, genellikle, uzun ve detaylı bir çalışma yapıyorum. Öykünün kabaca bir planını çıkarıyorum. Planladığım şekilde gitmese dahi – ki en güzeli, sonu bana da sürpriz olan öyküler – mutlaka kafamda bir son alternatifi de düşünmüş oluyorum. En büyük karar, öykünün hangi bakış açısından olacağı. Kafamdakileri hızlıca ve çoğunlukla hiç beğenmeyerek kâğıda döküyorum. Asıl eğlence ilk müsvedde bitince başlıyor. Detaylı bir şekilde, keyfini çıkararak metin üstünde çalışıyorum.

Son dönemde şiddet eğilimli, karamsar, kaybetmiş ve uyumsuz karakterler yerine kendi kaderinin iplerini eline alacak kadar cesur, eyleme geçmeye hazır ya da hazırlanan karakter üstüne çalışmayı tercih ediyorum. Bunu yaparken de karakterlere kahramanlık atfetmek yerine yılmaz olmalarını sağlamak önemli benim için. Her metinde olmasa bile, dediğiniz ümitvar durumu göstermeye en çok kendim için ihtiyacım var.

Hidayet Hanım’a gelince, onu da öyküden çekip çıkarmanıza çok sevindim. Hidayet Hanım benim için çok önemli, birkaç kuşak öncesinin queer karakteri. Hislerinin farkında olan ama bunu yaşamayı hayal dahi edememiş bir kadın. Evlenmediği için kendine ait bir aile kurmamış, toplumsal normların dışında kalmış. Bu durumda kim bilir nasıl dışlanmış ya da hayatı boyunca nasıl yakıştırmalara maruz kalmış? Bu söylediklerim ayrı bir öykünün konusu tabii. Diğer yandan anneye en yakın kişi Hidayet Hanım, dolayısıyla da büyük sırra en yakın olan kişi o. Peki aile sırlarına haiz olan kişiler midir aile üyeleri? Bilgiye yakın olmak onu ailenin bir üyesi yapar mı? Hidayet Hanım sayesinde zihnim yeni sorular üretiyor. Hayatları hakkında daha çok pişmanlıklarını ve yapamadıklarını konuşmayı tercih eden, bir önceki yüzyıl başında yaşayıp bizim gibi büyük değişimlere şahitlik etmiş sessiz kuşağın bir temsilcisi Hidayet Hanım. O yüzden saygıda kusur etmek istemem. Ondan öğreneceğimiz çok şey var.

Son olarak kitabın ismine de değinmek istiyorum. İyi olmayışını kabullenerek, elini uzatarak, empatiyle dokunarak soruyor sanki okura, Daha iyi misin? Dolayısıyla anlam çok daha derin ve güçlü bir seviyeye taşınıyor. Türlü yaşam acılarının yanında, içinde bulunduğumuz küresel salgının da etkisi diyebilir miyiz?

Bu kitapta yer alan öyküler geçtiğimiz altı yıl boyunca yazılmış olsa da bir dosya hâline getirip İletişim Yayınları ile paylaşmam pandeminin tam ortasını buldu. Dosyanın kitaba dönüşme sürecini editörüm Emre Bayın ile sokağa çıkma yasakları, kapanmalar, sosyal mesafe kuralları ve yeni normalleşme eşliğinde tamamladık. Ne zaman biteceğini bilemediğimiz bir iyileşme çabasının içindeydik. Hepimiz, tüm insanlık desem abartmış olmam, iyi olmadığımızı biliyorduk ama iyi olmayı, eskisi gibi olmayı çok arzuluyorduk. Bu duygu bugün de tüm gücüyle var olmaya devam ediyor. Kitabın ismi işte bu dönemin farkında olarak, okuyucuya bir çengel atmak niyetiyle ‘Daha İyi misin?’ oldu. Hasta hâlini kabullenmiş, iyileşme sürecinde olan bir kişiye yalnız olmadığını da hissettirmeyi amaçlayarak; yazarının, çağdaşı olan okura seslenmek isteyen bir kitap olduğu için.

Bir okur olarak bana yalnız olmadığımı hissettirdiğiniz ve elbette bu keyifli söyleşi için teşekkür ederim.


Söyleşi: Çilem Dilber

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page