Öykü, roman, şiir türlerinde eserlerinizle edebiyatta kendinize sağlam bir yer edindiğinizi düşünüyorum. Tabii bunun dışında çağdaş edebiyata dair çalışmalarınız da okur ve yazarlar için büyük bir destek. Bize biraz edebi meşguliyetlerinizden bahseder misiniz? Dijital mecralardaki çalışmalarınızdan haberdar olmayan, henüz sizi takip etmeyenler için Serkan Türk kimdir? Edebiyatla ilişkisi ne boyuttadır?
90’lı yıllarda küçücük bir radyo stüdyosundan insanlara hikâyeler anlatıyordum. Gecenin karanlığında gökyüzündeki sayısız yıldıza bakıp hayaller kuran, pencere önündeki o kadını, erkeği, çocuğu, yaşlıyı düşünür sözün ışıldağından sayısız kesit bırakırdım dinleyenlere. Sonra rüyalar gibi sözcüklerin silinip zamana karıştığını hissettim. Defterlere aldığım notlar, biriken hikâyeler, şiirler yerine sığmaz oldu. Sonra dergi sayfalarına taşındı yazdıklarım. Birkaç yıl sonra arkadaşlarımla Ada dergisini çıkarmaya başladık. Ada beni başka yerlere taşıdı. Değişen dünya yeni olanaklarla yayıncılığa da etki etti. Son yıllarda YouTube üzerinden edebiyat odaklı programlar yapıyorum. Edebiyat Burada adlı bir internet sitesini yönetiyorum. Başka dergilerle de basılı alanda edebiyat çalışmalarına katkı vermeye devam ediyorum.
Şimdiye kadar farklı türlerde kitaplarınız okurlarla buluştu. Ben izninizle daha çok öykü üzerinde durmak ve Uyurgezer Bir Gölge’deki öykülerinizi öne çekmek istiyorum. Fakat öncelikle sormak istediğim türlerle ilişkiniz, hatta mesafeniz. Öykülerde yer yer tadını aldığım o şiirsel lezzet bana şiire diğerlerinden daha yakın olduğunuzu hissettirdi, ne dersiniz? Türler arası geçişler edebiyat için nasıl bir işleve sahip?
Edebiyatın kendisine inanmaktan başka bir şey değil benim yaptığım. Türlere değil yazının oluşturduğu evrene bakıyorum. Anlatmak istediğim şeyin içimde nasıl bir alan doldurduğuna ve onu hangi biçimde ortaya çıkarabileceğime. Bu da galiba şiir, roman, öykü gibi bana farklı alanların açılmasını sağlıyor. Lirizmi yüksek metinler kurgulayan biri olarak yazdıklarım dahil her şeyin doğaya ait olduğuna inanıyorum.
Şiir modern dünyada uzak yıldızlar gibi gözünü göğe dikenlerin ilgisini çekiyor. Odaklanma sorunu yaşayan okurların öykü ile bağ kurması da mesele. Roman dünyada da ülkemizde de ilgi gören bir tür. Bunun başlıca nedeni bir ya da birkaç kahramanın evrenine bizi ortak etmesi.
Uyurgezer Bir Gölge’de tek vesaitle göl kenarına gidilen, komşularla tanışmaya elverişli apartmanların, istasyonların, lunaparkların, toprak damlı evlerin, lokallerin olduğu Anadolu kentlerinde dolaşıyoruz. “Çoğu insanların hayatları eşyalarından uzun” (sf.38) iken kentler ve eşyalar kurmacada sizin ne ifade ediyor?
Sorunuzu okuduğumda aklıma ilk gelen sözcük hatıra oldu. Galiba hatırlamanın çağrışımları. Küçük ayrıntıların içimizdeki yankısı. Kolayca vazgeçemem kıyafetlerimden. Ne kadar eskimiş olurlarsa olsunlar bir giysiden fazlasını barındırırlar hayatımda. Sinema, tiyatro, otobüs biletleri, alışveriş fişleri, kartpostallar biriktirdim uzun yıllar. Yazı dediğimiz geleceğe geçmişten gönderilen mektup değilse nedir zaten.
Farklı konuları farklı anlatıcılarla işlemiş olmanız, ortak karakterlerin olduğu iç içe geçmiş öyküler kitabın dinamiğini artırmış. Karakterlerin ruh hallerini çok iyi yansıtmanızın yanında konu olarak zaman zaman güncele de değindiğinizi söyleyebiliriz. Dönemi yakından takip ettiğinizi düşünürsek hem kendi öykü dünyanız hem okuduklarınız açısından, günümüz öykülerinde konu ve anlatıcı tercihleri nasıl bir eğilim gösteriyor sizce? Güncel, edebiyatta kendine nasıl yer buluyor? Kurmaca gerçeği ne derece yansıtmalı? Bu konuda fikirlerinizi merak ediyorum.
Uzun yıllar haber programları sundum.
Bu cümleyi ikinci defa okuduğunuzda haberin içine sızan çeşitli detayların hayatınızda sizi nasıl etkilediğini anımsarsınız. Politik seçimlerin, depremin, şampiyonluğun, savaşın, gündemin kendine ait taşıyıcılığı kurguladığınız metinlerin içine de ister istemez sızıyor. Slogan atan kahramanlar yaratmadan söylememem gerekeni bugüne kadar yazdıklarımla aktardım. Tersini yapanlara da denk geliyoruz. O tür metinleri de dünyama almıyorum. Hep aynı hikâyeyi yazanlar, aynı tip insanların altını çizenler bir süre sonra ilgimi çekmez oluyor. Başarılı bir yazara öykünen, kendi sesini dilini bulmaktan uzak olan kitaplara bir süre sonra ister istemez mesafe koyuyorum. Biricik hayatlarımızdan çıkacak eserlerin en azından gölgemiz gibi bize ait resimler ortaya koyması gerekir diye düşünüyorum.
En sevdiğim öykülerden biri olan Esin’den bir alıntı. “Elindeki ipi kapının önündeki karayemiş ağacına atıp ardından boynuna geçirdin. Ayağının altında küçük bir tabure vardı. Onu tekmeleyecek miydin? Başını kaldırıp ağaca, dalların arasındaki gökyüzüne baktın. Her şey sıradan bir günmüş gibi devam ediyordu. Boğazını sıkan ipi gevşetmek için nedenler aradın.” Hayat nedenler aramak mıdır? Onları aramak, bulmak ya da bulamamak mıdır hikâyelerin Esin kaynakları? Bu da Senin Hikâyen’de anlatıcımız hikâyesini bir yoklukla buluyor. “Arayanı varsa insan yalnız değildir. Bu da sana verilmiş hikâyen.” Siz kendi hikâyenizi bulduğunuzu düşünüyor musunuz?
Küçücük bir nedene tutunur insan bazen. Dayanma gücü veren, devam etmenin gerekliliğine inandıran. Yazı insanları da gördükleri işaretleri büyütürler içlerinde. Hikâyenin kapısını açmamızı sağlayabilir bu yoğunlaşma. İlk gençliğimden beri yazdıklarımı okuduğumda anlama isteğimin öne çıktığını görüyorum. İnsanı, doğayı, eşyayı… Bazen bir duygunun peşinde nasıl ziyan olunduğunu, bazense zamanın buldozer gibi geçtiği yaşamların neye döndüğüne odaklanmak açıyor gözümü. Anılar bitmez, bizi dönüştürür diyorum Rüzgârlı Camlar’ın bir öyküsünde. Öykülerin bitmediğini, bizi eşsiz kışlarla baharlarla karşılaştırdığını öğreniyoruz bunca zaman sonra.
Yaşamı Yormak’ta anlatıcının dediği gibi “İnsan hayatının bir döneminde büyük bir günah işleyebilir.” mi sahi? O günahlar yazında kendine ne derece yer bulur? İyiyi, doğruyu, güzelliği öven eserler mi yoksa kötülüğü, pisliği, günahları açıkça ortaya koyan eserler mi sizde daha çok iz bırakır? Bu konuda kendi kurmaca dünyanız için ne düşünürsünüz?
İyinin ya da kötünün, güzelin veya çirkinin dünyası başka açılardan ne çok şey söyler insana. Ben o söylenenin ardında geçirdiğim zamanın peşindeyim. Yaşamlarımız sayısız deneyimin içinden geçerek şekillendi. Olmaz canım böyle şey, diyecek yaşları çoktan geçtik. Anayurt Oteli’ni, Suç ve Ceza’yı, Ölmeye Yatmak’ı, Parasız Yatılı’yı, Sessiz Ev’i, Sevgili Arsız Ölüm’ü, Göçmüş Kediler Bahçesi’ni, Paranın Cinleri’ni, Gece Kelebeği’ni, Sus Barbatus’u, Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak’ı, Uyuyan Adam’ı, Karamazov Kardeşleri’ni, Tatar Çölü’nü bugün bana hatırlatan şeyin böylesi güçlü bir edebi iz olduğuna kuşku yok.
Önceki sorunun devamı olarak, İki Kara Leke’de şu cümlelerin altını çizdim. “Kusurlarımızı unutup bir şeylere başlayabilirmişiz gibi baktık birbirimize. Gözleri iki kara leke. Geceye düşse üzgün… Güne değse kalp kırıklığı…” Şiirlerinizi de okumuş biri olarak, acıyı nahif bir dille ezdiğinizi söylesem ne dersiniz? Sabah Yürüyüşü’nde anlatıcı “Şiir kalbin kas atımları değil midir? Ben ne çektimse bu kas atımlarından, onu söylemek zorunda bırakanlardan çektim.” diyor. Nedir bu zorunluluk sizce?
Tarlanın ortasındaki korkuluk gibi ürkütmemiz gereken kuşlar değil. Yaşamın içinde mücadele etmek zorunda kaldığımız nice güce karşı eğilip bükülüyoruz. İncelikli bir yanınız varsa birkaç kez eziliyorsunuz her şeyin karşısında. Elbette öykülerimde konu ettiğim bu tür insanların sınandıkları aşklar, ayrılıklar, yalnızlıklar vb. durumlara karşı geliştirdikleri devam edebilme refleksi kabuller içeriyor. Hayatın içinde görünmez olmayı seçmiş çoğu insanın zorbalığın pençesinden kurtulmak için böyle yaptığını biliyoruz. İyi kötünün düşmanıdır, derler.
Son olarak geleceğe dair planlarınızdan bahseder misiniz? Çalışma masanızda neler var? ‘Hiç’ öyküsünde karakterin içinden geçirdiği gibi, “Zaman kendi kendine konuşan bir şey,” (sf. 91) midir? Bu anlamda zamanla ilişkinizi nasıl tanımlarsınız?
Üç yaşında defterimin sayfalarını harfler ve şekillerle doldurmuştum. Şimdi baktığımda da durum değişmiş değil. Hikâye parçaları, şiirler, zihnimde oluşan fotoğraflar. Beni bir zamanın içinden alıp başka bir yere taşıyacak sözcükler ordusu.
Zaman yetişemez geçtiği yerlere, diyorum bir öykümde. Zaman bugünden çok dünde kalanların peşinde, hafızamızın derinliklerinde kaybolmaya, solgunlaşmaya başlayan anılara göz koymuş. Yazın odasında en çok bu karanlığı görmek için vakit geçiriyorum.
Söyleşi: Çilem Dilber
Comments