Röportajımıza olağan bir soruyla başlamak istiyorum. “Zamansız” adlı öykü kitabınızın okura ulaşma sürecinden bahseder misiniz?
Çok uzun zamandır okuyordum ve yazıyordum. Okumak ve yazmak benim için çok yakın anlamlara sahip eylemler. Okurken yazarın eserin içine aktardığı duygu, düşünce, tema -adına her ne derseniz- zihnimde yeniden şekilleniyor; yeni bir inşa sürecine giriyor. Duygumu, düşüncemi, alımlayışımı genişleten bu süreci çok seviyorum. Okumak bu sebeplerden ötürü yaratıcı bir eylem kanımca. Yazmak da aynı şekilde bir ya da birkaç ânıyı, duyguyu, düşünceyi derinleştirme ve dallandırıp budaklandırma; bir kurgu çerçevesinde dilin aracılığı ile dönüştürme eylemi. Son altı senedir yazdığım öyküleri bir kitap hacmine getirip yayımlatma gayretine girdim. Uzun ve çokça reddedilişle geçen bu süreçte iki yıl önce Klaros Yayınlarının dosyamı kabul etmesi üzerine “Zamansız” kendine bir beden bulmuş oldu.
Zamansız, “Bağlı” ve “Münferit” olmak üzere anlamsal olarak zıt kutuplarda yer alabilecek iki kavram etrafında tasnifleniyor. Öykülerin bu kavramlar etrafında tasniflenmesinin özel bir amacı var mıdır?
Öykülerimi bir araya getirip dosya oluştururken Word’de yazdığımız bir A4 sayfasının kitapta kaç sayfaya denk geleceğini bilmiyordum. Aynı tema etrafında dönen öykülerimden oluşan dosyamın öykü kitabı oluşturmak için yeterli hacimde olmadığını öğrenince, aynı tema etrafında şekillenen öykülerimi “Bağlı” başlığı altında topladım. “Münferit” başlığında ise farklı zamanlarda yazdığım birbirinden bağımsız –en azından bir araya getirirken kasıtlı olarak bir tema benzerliği gözetmediğim - bir kısmı dergilerde yayımlanan öykülerimi topladım.
Öyküler özelinde sorular sormak istiyorum. Ve okuduğumda ilk cümlesinden son cümlesine aynı duygu ekseninde aklıma takılan bir soruyla başlamak istiyorum. “Kır Kabuğu” isimli öykünüz kişisel bir manifesto mudur?
Öyküde ben anlatım dilini tercih etmem ve öykünün “Böyle olduğum için özür dilemeyeceğim!” cümlesiyle başlaması size bunu hissettirmiş olabilir. Meselesi yüksek sesle dile getirilmiş bir öykü bu. Hepimizin toplum normları ya da toplumun en küçük tahakküm birimi olan ailenin getirdiği kodlar üzerinden hissedebileceği bir duygu: “Böyle olduğum için özür dilerim.”. Burada bu duyguya, tahakküme başkaldırı var. Tabii başka başka okumalar, anlamlandırmalar mümkündür. Fazlaca açıklayıp okurun anlam alanına müdahale etmek istemem.
“Antidepresan İlaçlarının Doğumu” adlı öykünün senaryolaştırılarak kısa filme dönüştürüldüğünü biliyorum. Öykünün senaryolaştırılma ve kısa filme aktarılma sürecinden bahseder misiniz?
Bu öykü, Öykü Gazetesi’nde yayımlanan ilk öykümdü. Okuyanların çok sevdiği ve çokça şaşırdığı bir hikâyesi vardı. Yakın arkadaşım Handan Zilal Öçbe öyküyü senaryolaştırıp kısa film çekmeyi teklif etti. Ben de bu teklifi kabul ettim. İkimizin de çalışmadığı dolayısıyla paramızın olmadığı –Şimdi ikimiz de çalışıyoruz ama bilin bakalım yine ne yok?- ve bu işlerin nasıl yürüdüğünü de pek bilmediğimiz bir dönemdi. Birtakım güzel tesadüfler ve güzel yürekli oyuncuların da hayalimize ortak olması ile kısa filmi çekebildik. Bu tesadüflerden bana çok komik gelen birini anlatmak istiyorum. Öyküde başkarakter bir böcek: acı kesen böceği. Fakat biz Pixar Stüdyosu ile çalışmadığımız için bu böceği oynayacak çok zayıf, uzun boylu bir oyuncuya ihtiyacımız vardı. Doğaçlama tiyatro yapan bir grupta izleyip beğendiğimiz oyuncuyla İzmit’te tesadüfen karşılaştık. Kendisi bizi tanımıyordu ama etrafını çevirip onunla konuştuk.(Hey, sen! Hişt! falan diye seslenip yanına koştururken yüz ifadesini görmeliydiniz.) Sonra aynı ekipten bir oyuncu daha teklifimizi kabul etti. Tabii gönüllülük esaslı oluyor bunlar. Neyimizin olmadığını başında söylemiştim. Sonra bir oyuncuya daha ihtiyacımız vardı. Bu oyuncu orta yaşlarda bir kadın oyuncu olmalıydı. Onu da birkaç gün önce tanıştığımız başka bir oyuncunun aracılığıyla bulduk. Sevgili Gül Fulya Yüksel’i. Gül abla ile -artık samimiyetimizden ötürü kendisine böyle hitap ediyorum- yaptığımız ilk toplantıda arkadaşım, filmin yönetmeni Handan Zilal Öçbe yarım saat kadar geç geldi. Ben bir yandan geç kaldığı için ona kurulup bir yandan da Gül abla ile çekeceğimiz filmi konuşuyorum. Zilal gelir gelmez daha önce hiç yüz yüze gelmediği Gül ablaya, “Ben sizi tanıyorum.” dedi. Gül abla mütevazı bir biçimde, “Belki benzet…” cümleyi tamamlayamadan Zilal “… siz Behzat Ç. bilmem kaçıncı sezon bilmem kaçıncı bölümde babasını vuran kadınsınız!” diye heyecanla çığlık atıp kadına sarıldı. Bu ve bunun gibi pek çok komik ve güzel anıyı içinde taşıyan çok güzel bir deneyimdi. Öykümün böyle bir ekip eşliğinde çoğalması ve dönüşmesi beni çok mutlu etti. Kısa filmimizi izlemek isteyenler Vimeo’dan “Antidepresan İlaçlarının Doğumu” yazarak kısa filmimize ulaşabilirler.
“Kahanitos Efsanesi” öykünüzden yola çıkarak “fantastik” ile kurduğunuz bağdan bahseder misiniz?
Okumakla olan bağımı en belirgin şekilde sağlamlaştıran kitap Harry Potter ve Felsefe Taşı’dır. İlkokul beşinci sınıfın bitiminde Türkçe öğretmenimizin –o zaman öyle deniyordu- verdiği yaz ödevinde bu kitapla tanıştım ve üniversite birinci sınıfa kadar Harry Potter serisiyle serüvenimiz devam etti. Benimle birlikte büyüyen bir kahramanın ve fantastik evrenin içinde olmak gerçekten muhteşemdi. Sinemada da edebiyatta da fantastiği çok seviyorum. Kötü örnekleri sayıca daha fazla olsa da fantastiğe yukardan bakılmasından da hiç hazzetmiyorum.
“Bağlı” adlı bölümün ilk öyküsünden son öyküsüne dek başrolün hayvanlara verildiğini görüyoruz. Bu bölümdeki hayvanların ve temaların bilinçli bir çabayla bir araya getirildiğini söyleyebilir miyiz?
İlk bölümde bir ana tema etrafında her öyküde başka bir etki - tepki türünü işlemek istedim. Her bir öyküde bu bağlamı dikkate alarak gerçekte var olan ya da olmayan bir hayvan üzerinden hikâye kurdum. Hayvan seçimleri kendiliğinden gerçekleşti fakat bir bütün olarak bakıldığında evrimsel döngüden faydalandığımı söyleyebilirim. (Omurgasızlar, eklem bacaklılar, kuşlar, memeliler gibi).
“Önyargı” öykünüzün okura ulaşma süreci diğer öykülerin okura ulaşma sürecinden oldukça farklı. “Türkiye Hikâyelerini Anlatıyor” ve “Açık Radyo” nun başrolde olduğu bu süreçten bahseder misiniz?
Paul Auster, insanlardan gelen hikâyeleri radyoda seslendirip “Babamın Tanrı Olduğunu Sandım” adlı kitapta toplamış. Buradan aldıkları ilhamla Açık Radyo ile Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi bir işbirliği gerçekleştirerek ilgililerine bir çağrıda bulundu: Türkiye Hikâyelerini Anlatıyor. Ben de çağrının yapıldığı tarihten bir yıl önce başımdan geçen bir olayı çağrıda da istenildiği gibi hikâyeleştirdim ve bu projeye katıldım. Hikâye seçildi, Açık Radyo’da okundu sonrasında Özgen Berkol Kütüphanesinde Türkiye Hikâyelerini Anlatıyor başlığı altında ben de hikâyemi okurlara yüz yüze okuma fırsatı buldum. Harika bir deneyimdi. Benim ve hikâyelerini paylaşan diğer arkadaşların kaydına Youtube’dan “Hayat-ı Hakikiye Hikâyeleri” yazarak ulaşmak mümkün. Zamansız’da “Önyargı” doğrudan kendi deneyimimden yola çıkarak yazdığım tek öykü.
Münferit bölümündeki öyküleriniz insan halleri üzerine kurulmuş. Bu bölümdeki öykülerde tekrar eden temalar olmasını nasıl yorumlarsınız? Tekrar eden bu temaların eserin etki alanına zarar verdiğini düşünüyor musunuz?
Bu kendiliğinden gelişti. İkinci bölümde, farklı zamanlarda yazdığım bu öyküleri yan yana koyarken amacım yalnızca inandığım öykülere kitapta yer vermekti. Söz konusu temaların aynı dille aynı şekilde tekrarlandığını düşünmüyorum. Bu açıdan zarar veriyormuş gibi gelmiyor bana. Yalnızca bazı öykülerde belki daha farklı bir izlek takip edebilirdim. Dışarıdan baktığımda ya da kitaba dair eleştiri /inceleme yazılarını okuduğumda bunu gördüm. Ama bana göre bu gibi kusurlar karakteristiktir. Hani kemerli burun ya da yüzdeki bir ben gibidir. Olduğu halinden memnunum yani. Kuzguna yavrusu şahin görünür, derler.
Son olarak soru içinde sorular sormak istiyorum. Bu sorulara çok kısa belki tek kelimelik çağrışımlı cevaplar isteyeceğim sizden.
Zamansız bir mevsim olsa hangi mevsim olurdu?
Sanırım sonbahar olurdu. Hem yitimin hem de yeniden başlamanın habercisi gibi.
Zamansız bir yemek olsa hangi yemek olurdu?
Zor bir soru. Kitap bir yemek olsa köri soslu tavuklu makarna gibi bir şey olurdu. Baharatlı, bol malzemeli ancak bir bütünlük de taşıyan bir yemek. Yine geldik mi “kuzguna yavrusu şahin görünür” mevzusuna?
Zamansız bir renk olsa hangi renk olurdu?
Mat ve kül rengine çalan bir mavi ya da vişneçürüğü tonları canlandı gözümde. Bu iki renk birbirine epey uzak biliyorum ama nedense öyle canlandı.
Zamansız’ın içinden bir öykü seçseydiniz hangi öykü olurdu?
Onların her biri benim bebeğim gibi JJJ Kişisel manifesto iddiasını reddetsem de “Kır Kabuğu”nu seçerdim.
Zamansız’dan bir öykü karakteri olsanız kim olurdunuz?
Kendimi İsim Avcısı ile benzeştiriyorum bazı açılardan.
Röportaj: Kübra Kopya
Comentarios