Zekeriya Şimşek Yazdı- Renkâhenk Bir Öykü Bahçesi: Cihat Burak
- İshakEdebiyat

- 23 Ağu
- 5 dakikada okunur
“Başkomutan” (1969) resmi, muhteşem ve unutulmaz bir hiciv şaheseridir.
“Öykü yazmaya başlamam, aşağı yukarı resim kadar eskidir,”(1) derse de; akademik resim eğitimi almamasına karşılık yurtiçi ve yurtdışında özel ve karma otuza yakın sergide yer alırken öykü külliyatı üç kitap. Resimlerinde olduğu gibi öykülerinde de kedilerle iş birliğinden vazgeçmez. Sanat eleştirmeni Sezer Tansuğ’un “çağımızın beş önemli ressamından biri” olarak konumlandırdığı Cihat Burak’tan söz ediyorum.
Hayatın cümlesi, kaç cümleden ibarettir ki!

1915, 8 Ağustos’ta, İstanbul/Aksaray, Sinekli Bakkal Mahallesi’nde dünyaya gelir. Kendi esprili ifadesiyle; “Pazar günü. Dinlenme günü. Olur mu? Doğduğumu hatırlamıyorum. Dokuz aylık çocuk elbette hatırlamaz. Çocuk dört yaşında doğmalı. Doğunca kalkar annemin elini öperdim mesela.”(2) Annesi Şerife Fitnat Hanım, babası süvari zabiti Mehmet Şükrü Bey’dir. 9 Eylül 1922’de İzmir’e giren Fahrettin Altay komutasındaki 6. Süvari Kolordusu’nda da görev yapmıştır. Baba tarafı, Kayseri’de “Şıh Hocazâdeler” adıyla bilinir.
1922, İzmir’in kurtuluşu sonrası aile İzmir’e yerleşir. Kokaryalı (şimdiki Güzelyalı) semtinde savaştan kaçan Rumlara ait bir evde iki yıl kadar yaşarlar ki, babası İstiklal Harbi sırasında bir Yunan torpidosuna esir düşünce İstanbul’a dönerler. Resme, bu evde başlar.
1923-1937, ilk-orta-liseyi Galatasaray Lisesi’nde okur. Resim hocalarının etkisi ve teşvikiyle ressam olmayı iyiden iyiye kafasına koyar. Okulda adı “Ressam Cihat”tır.
1937-1943, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü’nden yüksek mimar olarak üçüncülükle mezun olur.
1943, Tekel Genel Müdürlüğü Proje Bürosu’nda başladığı mimarlık hayatı, İstanbul Bayındırlık İl Müdürlüğü’nden emekli oluncaya kadar sürecektir (1982).

1953-1955, bakanlık tarafından aday gösterildiği Birleşmiş Milletler bursuyla Paris’e gider. Bu dönem -Ankara’da çalışırken- birlikte olduğu kadının hamile kalmasıyla mecburi ve kısa süren bir evlilik yapacaktır.
1957, Fransa’da yaptığı resimlerle İstanbul Şehir Galerisi’nde ilk kişisel sergisini açar.
1961, Fransız hükümetinin “prefabrike inşa” eğitim bursuyla ikinci kez Fransa’dadır. Bursu sona erince, bakanlıktaki görevinden ayrılarak Paris’te kalır.
1965, yurda döner. Bir süre resim öğretmenliği yaptıktan sonra, bakanlıktaki memuriyetine geri döner.
1981, ilk öykü kitabı “Cardonlar”ı yayımlar.
Resim yapar, öykü yazar ve iyi yaşar; ironi ve mizah yaşamında hep iç içedir.
1994, 4 Mart’ta İstanbul’da vefat eder.
Cihat Burak, iki öykü kitabı yayımlar: “Cardonlar” ve “Yakutiler” (1992). Üçüncü öykü kitabı “Zenci Kalınız” (2003) ölümünden sonra yayımlanmıştır. Üç kitapta toplam altmış dört öykü yer alır. Ayrıca, kitaplarına girmeyen altı öyküsü daha tespit edilmiş olup külliyatı yetmiş öyküden oluşmakta. Öykülerinin kırk biri “anı öykü” yani öykücülüğünün başat damarı anılarıdır.
Birkaç fantastik öyküsünden biri olan “Kin”, en sevdiğim öyküsüdür.

Gece yarısı, şehre bir kafile gelir. Kafilede “yalnız geceleri meydana çıkan iri sokak köpekleri”, “vahşi hayvanlar kadar kuvvetli olanlar”, “kanlı sığır butlarını kemiren küçük çocuklar”, “bütün hayatı gözlerinde toplanmış inmeliler”, “bunamış çocuklaşmış ihtiyarlar”, “dev cüsseli bir erkek”, “analarının pörsümüş memelerine asılı eğri bacaklı koca kafalı çocuklar”, “kaşar peyniri tekerleklerinin üzerine oturabilecek kadar küçük ihtiyarlar” ve “Kin” adında korkunç bir cüce vardır. Kafilenin şehre girişiyle birlikte, yer, altlarından itiliyormuş gibi hareketlenir. Birbirinden ayrılan parke taşlarının arasından yeşillikler fışkırır. Onların gelişine tanık olan insanlar korkularından ölür, o derece! Yarasalar bile saklanır. Kafile, şehrin meydanında büyük bir ateş yakıp kendilerine ziyafet çeker. Ardından insan uzuvlarından yapılmış çalgılarını çıkarıp çalmaya başlarlar. “Kin”, hepsinin bakışları arasında dans eder. Kalabalık, sabahın ilk ışıklarıyla şehri terk eder. Öykünün hiçbir yerinde kafilenin şehre niye geldiğine, meydanda yaptıkları eğlencenin amacına ve eğlence bittikten sonra nereye gittiklerine dair açıklama yoktur. 1948’de yazılan öykü bugünde okuru yakalamakta… “Kin”(3):
“Boşluğu kara bir deniz pıhtısı gibi dolduran gecenin içinde, şehrin cehenneminde yaşıyanların isyan haberi, bir iftira gibi evlere, cumbalara çarpa çarpa bütün sokakları dolaştı. Havayı tokatlıyarak uçan çirkin yarasalar bile bu korkunç oyunu görmemek için kendilerini yangın yerlerindeki çürümüş kirişlere bacaklarından astılar, gece adamları gibi serkeş sansarlar ücra kovuklardaki yuvalarına koştular.
Caddenin iki tarafında sıralanan elektrik direkleriyle yere çakılmış büyük yassı yılanlara benziyen kaldırımlar, başı ezilen canavarlar gibi ortalığı sarsan bir şiddetle kıvranmaya, kendilerini yerden yere çarpmıya başlamışlardı.
Neden sonra çok uzaklardan bir gürültü, insanı dehşetten çıldırtabilecek bir homurtu işitildi, ortalığı samyeli kadar sıcak, fena kokulu bir rüzgâr sinsi bir telâşla dolaştı… Cadde, altından itiliyormuş gibi yer yer kabarıyor, yarıklar meydana geliyor; yerlerinden oynayan parke taşlarının arasından harabelerde yetişen yeşillikler fışkırıyordu.

Biraz sonra gürültü adamakıllı yaklaştı. İlk önce, önünde her zaman renkli ışıklar yanıp sönen büyük mağazanın bulunduğu köşeden, yalnız geceleri meydana çıkan iri sokak köpekleri yerleri söker gibi koklayarak göründüler, arkalarında bir anda büyüyüp sokağı dolduruveren muazzam bir kalabalık; şehrin çöplüklerinde yaşıyanlar belirdiler… Önünden geçtikleri binaların duvarları yer yer çatlıyor, cepheleri süsleyen mermerler ocağa atılan kireç taşı gibi ufalanıp dökülüyordu… Bağırmıyorlar, konuşmuyorlar, fakat önünde durulmaz bir kuvvet; korkunç bir ağırlıkla ilerliyorlardı.
İçlerinde vahşî hayvanlar kadar kuvvetli olanlar vardı, bunlar bütün hayatı gözlerinde toplanmış inmelileri taşıyorlar; bunamış, çocuklaşmış ihtiyarlar yerlerden topladıkları kırıntıları, meyve kabuklarını geveleyebilmek için bazen duruyorlar; zayıf ellerini kirli elbiselerinin içinde gezdirerek dalgın bir bakışla uzun uzun kaşınıyorlardı… Hepsinin dudaklarında müthiş bir gülümseme, gözlerinde vahşî bir parıltı vardı… Ara sıra binaların üst katlarından beyaz gölgeler tok bir gürültü ile taşların üzerine düşüyorlardı, bunlar herhalde bir somnambül gibi yataklarından kalkarak gördükleri manzaranın dehşetinden kendilerini boşluğa bırakıp ölenlerdi… Kalabalık bazen asfalt kaldırımın üzerine bir çiçek gibi uzanmış bir genç kız cesedinin etrafından akıyor, bazen geceliği içinde peynir tulumuna benziyen bir ölünün karnına basmamak için ikiye ayrılıyor fakat durmuyor, mütemadiyen artan bir inatla yerleri sarsarak korkunç bir ağırlıkla ilerliyordu.
Şehrin meydanına geldikleri zaman dev cüsseli bir erkek elini, meydanı süsleyen sanat eserlerinden bir mermer heykelin boynuna indirdi, dudaklarında efsanevî zaferlerin hatırası gülümseyen taş kelle çok uzaklara fırlayarak hayret eder gibi duraksadı. O zaman analarının pörsümüş memelerine asılı eğri bacaklı, koca kafalı çocuklar yere atladılar, lagar katırların çektiği arabalardan büyük kazanlar indirildi, saraylardan sökülmüş yaldızlı direklerin, işlemeli tahtaların alevinde yemekler pişmeğe, sivrilmiş meşe kütüklerine geçirilmiş yekpare sığırların kokusu etrafı kaplamağa başladı.

Bir kısmı kapıları sanki gizli bir emir verilmiş gibi kendi kendine açan bodrumlara dalıyorlar, iri şarap fıçılarını lâstik top hafifliğiyle önlerinde yuvarlayarak caddeye çıkarıyorlar, sonra mezarlardan toplanmış kafataslarını daldırarak delicesine içiyorlardı; birçoklarının elinde kol kemiklerinden yapılmış kaşıklar vardı. Küçücük çocuklar kanları akan sığır butlarını kemirmeğe çalışıyorlar, zayıf ihtiyarlar kaşar tekerleklerinin üstüne çömelmiş, bir Hint fakiri hareketsizliği içinde karanlığı dinliyorlardı.
Bu müthiş ziyafet epice sürdü; sabahın ilk müjdecisi gibi dolaşan rüzgâr çıkınca bütün gürültüler birden duruverdi. Ortalığı kaplıyan bu sessizlik büsbütün dehşet vericiydi, fakat az sonra bir alkış gürültüsü arasında o zamana kadar görülmeyen bir şey oldu. Korkunç bir cüce, kalabalığın etrafında toplandığı boşluğun ortasına atıldı. Ön sırada oturan birkaç kişi esrarlı tavırlarla meydana garip aletler çıkardılar. Bunlardan biri, üzerine insan derisi gerilmiş bir darbukaydı. Gözleri metal bir parıltıyla yanan soğuk bakışlı bir ihtiyar hatıralarla inleyen derinin üzerinde boğuk bir gürültü çıkarmıya başlamıştı. Başka birisi kalburun içine doldurduğu kemik kırıntılarını sallıyarak birbirine vuruyor, kulakları tırmalayan bir hışırtı, çıngıraklı yılanın insanı donduran sesine benziyen bir ses çıkarıyordu…
Meydana atılan cüce ilk önce ağır ağır dolaşmaya başladı… Kısa bacaklarını yavaş yavaş atıyor, birer yumruya benziyen ayakları üstünde bir kedi hafifliğiyle yere basıyordu. Gövdesi bir topaç gibiydi. Bacakları yukarı doğru gittikçe kalınlaşıyor, kocaman karnı her adım atışında içi su dolu bir kursak gibi sallanıyordu. Yara gibi kıpkırmızı gerdanı bir yele gibi omuzlarının üstüne düşmüştü.
Küçücük sivri bir kafası, vücuduna birer şişe gibi geçmiş, küçücük yumruklarla biten kalın kısa kolları vardı… Fakat en korkunç yeri gözleriydi. Boynuna doğru kızıl bir renk alan yüzü ölü sarılığında idi. Yanaklarındaki kırmızı lekeler gözlerindeki vahşî parıltıya daha korkunç bir mânâ veriyordu; insanı olduğu yerde donduracak kadar sâbit ve soğuk bakışları vardı. Darbuka yavaş yavaş hızlanıyor, cüce gittikçe artan bir hızla ortada dönüyordu. Büyük sessizliğin ortasında gürültülü işitilmedik bir tempo kazanmış, ihtiyarın darbuka çalan parmakları görünmez olmuştu…

Korkunç cüce meydanda cehennem ızdırabı çekenleri, yeraltı gnomlarını andıran hareketlerle kıvranıyor, inanılmayacak bir hızla dönüyor, etleri yer yer sarkan kollarını yanlara fırlatıyor, birer topağa benziyen küçük yumruklarının havayı yırtışı duyuluyor, baş döndürücü bir çeviklikle zıplıyordu. Yüzü yavaş yavaş kızarmaya başlamıştı. Bacaklarını omuzlarına kadar kaldırıyor, iğrenç karnı bir bohça gibi yere sarkıyordu… Böylece saatler geçti, herkes onu soğuk bakışları altında büyülenmiş gibi saygıyla seyrediyor; yanına yaklaştığı kimseler büzülüyor, âdeta ortadan kaybolmak ister gibi bir hal alıyorlardı.
Bu vahşî eğlence şafağa kadar sürdü, horozlar öterken her şey bitmişti. O zaman kalabalık adına KİN denilen cücenin peşine takılarak geldiği gibi sessizce ıssız sokaklara dalarak ortadan kayboldu.”
1. Kabacalı, Alpay (1989), Cihat Burak resimleri ve yalnızlığıyla iç içe yaşıyor (Röportaj), Cumhuriyet gazetesi, 22 Mayıs 1989.
2. Gümüş, Güray (2020), Cihat Burak: Biyografisi ve Öykücülüğü, ÇOMÜ Lisansüstü Eğitim Enstitüsü YLT, s.8.
3. Burak, Cahit (2023), Cardonlar, İstanbul: Everest Yayını, s.79-82. (Yazarın sözcük yazımlarına sadık kalınmıştır.)




Yorumlar