top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Ada’nın Ümit’li Heybeti- Meral Çiçeklidal

“Bir sigara içmeli, ev terliği giymeli, yokuş aşağı yuvarlanmalı.”

Gülümsedi, duraksadı, duraksamasını kısa kesti.

“İşveli gülen uğur böceklerini sağ elin üzerine koyup öpmeli. Yediği simitten bıkan martılara bol sarımsaklı işkembe ısmarlamalı. Patronundan kopardığı avanslarla iki gece üç gün tatil yapan adamlara fazladan bir bardak rakı koymalı.”

Sözlerini bitirip gözlerime haykırdı.

“Gidiyorum ben balım, balık tutmalı, cömert kuşlara yoldaşlık etmeli.”

Hep böyleydi Ümit işte. Biraz tuhaf, biraz deliceydi. Telefon kullanmazdı bir kere. Çok güzel seven gözleri vardı. Balığı tek hamleyle ayırırdı kılçığından. Bir sürü şey…

Heybetini de Ümit’ten alırdı bu ada benim için. Ada da Ümit gibi boylu posluydu misal. Ve Ümit denizlerle büyümüştü ama dağlara âşıktı. Bana da âşıktı biliyorum.

Bir de şivesini konuşamadığı bu yere hiç ait olamamıştı. Burada doğup büyümek, buralı yapmamıştı onu. Öyle derdi.

Dudaklarımın incesini öperken lavanta renkli gamzesi belirirdi.

Neyse.

O gün parmak arası terliğiyle kavga ettikten sonra çıkıp gitti balık avlamaya. Eli boş geleceğini biliyordum doğrusu.

Balığa çıkışının üzerinden kısa zaman geçmişti. Deniz köpürdü, hiddetlendi. Gök hızla karardı, martılar ortalıktan kayboldu. İçime tarifsiz, tedirgin bir hal çöktü. O halin üstünden üç koca gece geçti ama o hâlâ geçmedi. Günler kalıcı karanlığa büründü. Bir deniz kenarında saçlarımı yolup bağırmamla toparlandı insanlar. Ümit yoktu! Deniz hâlâ hareketliydi. İlk gece gördüğüm kâbusun ardından kendimi darmaduman atmışım buraya. Eli boş dönmesini beklediğim adam geri dönmüyordu. Ada sakinleri çığlığımın üzerine toparlandı. Olayı idrak etmeleri, dilden dile yaymaları da uzun sürmedi. Kayığı alabora olmuş, cümlesi insanların kulağına doldu. En az benim kadar çaresiz ve üzgündüler. Alamadıkları iyi bir haber onları da hayli sarsmıştı. Hep beraber uykuları kaçan gözlerle bekledik.

Zaman damlamayı bırakmış, kıyıda tespih çekiyordu. Ada sahillerindeki el emeği ürünlerin cazibesi solmuştu. Sessizlik yeni açan bir çiçeğin ölüsüne bürünmüştü. Acısız, feryatsız açıp aynı şekilde de ölmüştü çiçek. Deniz kendisiyle kavga etmeye devam ediyordu. Çözemediği sıkıntıları hayli kabarmıştı. Berberlerin havluları kılsız kalmıştı. Buraların heybeti sönmüş, her yer cılızlaşmıştı. Çay içmeyi terk eden, sakızlarını yutan kadınların içli içli ağlayışları doldurdu boş meydanı. Bekleyen kalabalık sabırsızlanıyordu. İşleri, kavgaları, telaşları birikiyordu. Farkındaydım. Bekleyenler ufak adımlarla dağılacak gibi oluyordu.

“Gidiyorum ben balım,” deyişi kulağımda büyüyüp yüreğimi renkten renge boyuyordu. Nereye gitti, bu gidiş bu kadar gerçek miydi? Kendini doğurmayı unutan gün doğacak ve gitmelerin yerini gelmeler alacak mıydı? Belirsizlik…

Ümit yok tekli koltuğunda. Koltuk bana sırtını dönmüş, her zamanki kahkahasını kedere armağan etmiş gibi dönmüş hem de. Sancılı kadınların kederleri doğuyor yüreğime. Özlüyorum. Yokluğu beni var olamadığım çağsızlığa götürüyor. Kayıp bir mevki, isimsiz bir vilayet, cesetsiz bir ölü oluyorum. Gelmesi olmayan gitmeleri olmamıştı hiç Ümit’in. Affetmediği kızmaları olmuştu ama olmazlara olur elbet diyen umutlu beklemeleri hiç yitip gitmemişti.

Camda karanfilli çayı, rakıda buzu, tabakta beyaz peyniri bile yarım kaldı. Tedirgin kokumu alıp denizin başını yeniden beklemeye gittim. Saat başı gidip gelmelerim alacağım kötü haber korkusundandı. Olumsuz baş sallamaları görmeyeceğim bir polise denk gelme ihtimalimi severek ilerledim. Kabuğunu kaybedenlerin denize attığı taş olmayı diledim. Terk edilenlerin acabası, kadınların gözü dolu kahkahası olmayı istedim. Eridim, tükendim, acıktım, doydum, kilo kaybettim, çiçeği yüreğimde soldurdum. Fakat pes etmedim, bekledim. O alabora olduğu söylenen kayığından sağ salim çıkma ümidini yeşerttim yüreğimde. Sözcüklere küstüm, sucuğu yumurtasız, sardunyayı susuz bıraktım. Unuttum yaşamayı. Tek kişilik biletler aldım. Dönüş yolu olmayan otobüs camlarında sabahladım. Kafamı bir hayat kadınının şefkatli yüreğine koyup sevilmediği yerlerini sevdim. Zaman korkutuyordu beni. Her geçen an beni gömüyordu. Kapım çalmıyor, Ümit kırlaşmış saçları ile gülümseyerek girmiyordu.

Ben ve ada sakinleri hep beraber bekledik Ümit’li haberi. En sonunda arama kurtarma ekiplerinden biri beni kenara çekip, “İpek Hanım, daha fazla aramanın anlamı yok. Ne yazık ki cesedine ulaşamıyoruz,” dedi ve ekibini toparlayıp gitti. Hazırda bekleyen ambulans, gözleri dolan balıkçılar, karnı tok martılar bile çekip gitmişti. Herkes onun ölmüş olduğuna ikna olup hayata kaldığı yerden devam etmeye başlamıştı. Bir ben kalmıştım çömelen dünyada bekleyen. “Cesedine ulaşamıyoruz,” diyen adama bir parça kırılmıştım. Ümit ceset değildi. Kanlı canlı gelecekti. Onun ıslak tenini kurulamak için beklemem en doğrusuydu. Üşütürse ateşlenirdi.

Kaç zaman sonra rakı-balıkçı mekânımızın kapılarını yeniden açtım. Ne kadar çabuk hayata dönersem, o kadar çabuk gelecekti Ümit, biliyordum. Mavinin, morun, işveli pembenin ışıklarının altına kurulu masalara birer, ikişer gelip yerleşti insanlar. Felekten bir gece alacakları olanlar hayli fazlaydı. Masaların kahkahası yüreğimin kırık türküsüne çarptı. Usulca masaları gezdim.

“Var mı bir arzunuz efendim?”

Kiminin rakısını tazeledim, kiminin buzuna kor kattım. Kıyıda sakin içen güzel kadınlar, suskunluğunu efendiliğe bürüyen yakışıklı adamlar ağırladım ışıkların altında. Ümit o gece de gelmedi. Dükkânı kapattım. Kendimi banyoya atıp kokusuz duş jelini, yeşil kalıp sabunla değiştirdim. Saçlarımı örgüsünden kısalttım. Üç beş kese, birkaç köpürtme ve bol suyla kırkladım kendimi. Günahlarımdan arınıp, bornozuma sarındım. Ümit gelip üzerimi örtsün diye üstü açık uyudum. Uyuduğum düşlerimde titredim, kalktım sarıldım kokusu silikleşmiş battaniyeye. Ümit gelmedi yine. Ben her günün bitimi, her yılın tükenişi, her solan baharın ardında beklemeye devam ettim.

İki koca yıl geçti. Kapım çalmadı, kuşlarım ötmedi, sigara küllerimin çöpü dökülmedi. Ev terliği giyemediğim, yokuş aşağı yuvarlanamadığım bomboş iki yıl…

Ada sakinleri sakinleşeli epey zaman olmuştu. O yaz nazar boncuklu süsler yine sokaklardan taşmış, tabureler köşe başlarına kurulmuştu. Arnavut kaldırımlı sokaklar turistleri ağırlıyordu. Avansı ile tatile gelenlerin sayısı azımsanamayacak kadar artmıştı. Vazgeçmedim beklemekten. İncili süslerle bezedim gönlümün duvarını. Ümit’ten kalan son fotoğrafı büyütüp dükkânımızın en güzel tenhasına astım.

Kapım çalınmayalı, kılçığından ayrılmış balığı önüme koyuşlarımın olmayışının fazlaca arttığı bir geceydi. Masalar ikişer, üçer dolmaya başlamıştı. Yakın zamanda kısacık kestiğim saçlarımın uçları sertleşmiş, isyanını dillendirmişti. Kalıp sabunum erimiş, kesem aşınmıştı. Martıların simide burun kıvırmayı bıraktığı günler gelmişti. Yaşlılığımın habercisi, kırışıklıklarımın ayaklanıp masa masa gezdiği bir zamandı. Her birinin vadesini doldurduğu yıllar eksiklerini “Ümit” kırgınlığıyla dillendiriyordu.

“Ne alırsınız efendim? Çupramız meşhur, tavsiye ederim.”

Burunlarını menüye sokan kadınların, çok bilmiş adamların sipariş verdiği her biri bir diğerinin ikizi olan günler akıp gidiyordu.

Ümit’in bana göz kırptığı fotoğrafının altında yalnız başına oturan bir kadının eline menüyü verip beklemeye koyuldum. Kadın ne menüye ne de benim yüzüme bakıyordu. Gözü Ümit’teydi. Ümit’in olmayan varlığını kıskandığımı bir iki öksürerek belirttim. Kafasını kaldırıp yüzüme baktı. Öfkeliydi.

“Sevgilimin fotoğrafı niçin duvarınızda asılı?” diye sordu.

Saçlarımın kısalığı kahkaha savurdu kadına doğru. Gözlerim maviliğini yitirdi. Keselenen vücudumun canı liflenmek istedi. Tenimden fırlayan terimin soğukluğu dükkânın ortasına kondu. Kadın sesini yükselterek sormaya devam etti sorusunu. Kadının karşı sandalyesine yere yuvarlanmamak için olduğum yere çöküp kaldım. Yanımdan geçen adamın rakı dolu bardağını havada kaptım. Adam şaşkınlığını, ben rakının buz gibi tadını yuttum. Şaşkınlığımın, kırgınlığımın yerini sevinç aldı. Ümit bir yerlerde nefes alıyordu.

Kahkahamın sesi, yol kenarında minibüs bekleyen çocukların olmayan sabrında yankılanıp kadının gamzesinde soluklandı. Sarı kıvırcık saçlarının ucunu maviye boyamış, koyu yeşil gözlerine mor sürmüştü kadın. Güzeldi, oldukça genç ve az kederli gibiydi. Onca zaman beklediğim adama sevgilim demese sevebileceğim, arkadaş olabileceğim bir kadındı. Su damlası beliren gözlerini gözlerime dikip, "Eee," dedi. Onun “Eee’sini” alıp Ümit’imin kaybolduğu geceye geldim. Gözlerim geçmeyen zamana daldı. Karşımda sabırsızca oturan kadın huzursuzca kıpırdandı. Anlatmak zorunda hissettim kendimi.

“Senin sevgilim dediğin Ümit benim kaybolan yoldaşım. Eşimdi kendisi. Bu gördüğün mekânı da beraber açtık.”

Durdum, dolan gözlerimi yukarı kaldırdım, bir yudum daha içip devam ettim.

“Bir akşamüstü balığa çıktı. Kayığı alabora oldu dediler. Yıllardır bekliyorum işte.”

Şaşırma sırası kadına geçti. Ağzı hayretle açıldı. Söylediklerimi sindirmek için bardağımı hızla önümden çekti, dibinde kalan rakıyı yuvarladı. Aynı adama sarılıp aynı bardaktan içmiş olduk. Tabii, dediği gibi Ümit sevgilisi ise. Onu şaşkınlığı ile baş başa bırakıp mutfağa yöneldim.

Az sonra masaya servis açtım. İki kadeh, az kabak tatlısı, birkaç parça peynir, zeytinyağlı salata, biraz da kırgınlığımı burun kıvırarak ortaya yerleştirdim. Konuşacaklarımızın yükü masaya ağır gelecekti. Hazırlıklı olmak için çabaladım. Buzlara buladığımız içkilerimizi kafamıza dikip Ümit’e içtik. Anlatma sırası benden kadına geçti. “İsminiz neydi?” dedi ilk. İsmimi Ümit’siz hiç dillendirmediğim aklıma geldi. Masanın altına çöken uğur böceğini alıp sağ elimin üzerine koydum.

“Uç uç uğur böceği, beni sevdiğimin diyarına bırak uğur böceği,” dedim önce. Sonra kafamı hasretle kaldırıp, “Adım İpek,” dedim.

“Ben de Hilal,” dedi. Memnun olamadık birbirimizden. Gerek de yoktu hani. Aynı adamı seven iki kadındık. Ve nihayet konuşmaya başladı.

“Ümit’le iki yıl önce bir meyhanede tanıştık. Gamzesine benimkinin eşlik ettiği bir akşam, martılara işkembe ısmarladık. Yokuş aşağı yuvarlanıp sıkı sıkı sarıldık. Soğuk gecelerimin, sıcak yanı oldu yatağıma. Kimsesiz soluğumuzu kattık ruhlarımıza. Çok da mutlu olduk. Bir gece, gidiyorum, dedi. Geleceğine inandığım için izin verdiğim o geceden sonra hiç dönmedi. Aylardır köşe bucak onu arıyorum.”

Sözlerini bitirmesiyle kıskançlık her yerimi ele geçirdi. Ardı kızgınlık oldu. En çok kendime kızdım. Ben niçin bir deniz dibinde beklemekten vazgeçip onu aramaya koyulmamıştım. En çok kendime içerledim.

Kendilerine hizmet edilmeyen avansçı müşteriler homurdanarak terk etti mekânı. Aynı adam tarafından terk edilen iki kırık kadın kaldı bir fotoğraf karesinin altında. Beklemek ne kadar ümitli, ne kadar sancılı ve ne kadar kederliymiş. Geleceğini umduğum bir adamın yerine beni aldattığı kadının çıkıp gelmesinin verdiği kederin şerefine içtik. Sabahladık. İkna edilmeye ikimizin de ihtiyacı kalmayana kadar konuştuk. İnandık yarım kalışımıza. Meyhaneciler dolup taştı ardımızdan. Keyfi keder iki kadın doğdurduk güneşi.

“Olsun be,” dedim, “canı sağ olsun da varsın beni yok etmiş olsun.”

Kadeh tokuşturduk. Son içkimizi, kırık hayallerimizi alıp eskiden Ümit’le kıvrıldığım yatağa yan yana uzandık. İki kıvrık beden, güneşi batırdık. Verdiğimiz soluğun ümitsizliği yataktan ada sokaklarına taştı. Kumdan kaleler, kâğıttan aşklar, çamurdan adamlar yarattık. Geçinip gittik eksik kalışlarımızla.

Uzun zaman sonra anladım. Gidiyorum derken kurduğu oyunu. Kayığı tek başına salıp korkaklar gibi kaçıp gitmişti. Güzel adamdı doğrusu. Hak etmedi bu kadar küçülmeyi. Ümit’le heybetini kaybeden adaya daha yakışır bir heybet verdik. Ben ve Hilal çok yakıştık adanın eksilen doruğuna. Biz heybet dağıttık kaybolan itibarına. İki bardak rakı, az müşteri, gönlü kırık aşklarımızla, her gün hazır bekledik bizi terk edenleri.


Meral Çiçeklidal

1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page