top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Emek Bayrak- Mavi Defter

“Nasıl bir şey biliyor musun?” dedi Çiğdem, sonra durdu. Yanıt beklemiyor, söyleyeceklerini düşünüyordu daha çok. Dalgınlaşmıştı.  Feray da merakla ona baktı. Sabırsızlanıyor, cümlenin sonunu getirmesini bekliyordu.  Sordu.

“Nasıl?”

Çiğdem sonra toparlandı, uzak bir noktaya bakıp konuşmaya başladı. “İnsan artık umudunu da inancını kaybediyor.  Bir daha hiç güzel bir şey göremeyecekmiş, bundan ötesi yokmuş gibi hissediyor. Hayatından bütün anlamlar çekiliyor. Yürüdüğüm yol, baktığım gökyüzü, gördüğün her ağaç yaram oluyor. Bir kuş, bir çiçek yara olur mu? Onlar da oluyor işte. Hepsi, her şey bir yaraya duruyor.”

Feray bütün bunlara neyin neden olduğunu merak etti. Çiğdem çok seyrek içini açardı ona. Pek huyu değildi şimdi ayrıntılara girmeden kendini anlatıyordu. Feray’a göre o hep ciddi şeyler konuşur, farklı şeylere ilgi duyardı. Çiğdem, Feray’ın ayrıntı isteyen bütün sorularını savuşturmuş, sadece hissettiklerini anlatmak istemişti. Feray ayrıntı öğrenemeyeceğini anlamıştı. Çiğdem’in hissettikleri farklı geldi ona. Hep gergin bir ifadeyle gezen kocasının Çiğdem hakkında söylediği cümle geldi aklına, Ne buluyorsun o kadında. Tuhaf o. Sonra içinden kocasına, kazma, dedi.

O hiç böyle güçlü şeyler hissetmemiş, bu kadar umutsuz olmamıştı hayatta. Onu en çok üzen şey, kocasının sevgisizliği ve kaba saba halleriydi. Ama artık onu da pek önemsemiyordu. Sadece kızı için kaygılanıyordu bu hayatta.  Evet anlamıyordu Çiğdem’i belki, hatta biraz da tuhaftı ama çok iyi bir kadındı. Bunu biliyordu. Koca şehirde kendini rahat hissettiği tek yer, Çiğdem’in bu sade kiralık eviydi.  Çiğdem’in anlattıklarına ne diyeceğini bilemedi. Kendi kendine de çokça söylediği o cümle geldi aklına…

Her heceyi uzatarak, “Aman boş ver, çok takma kafana bunları,” deyiverdi. Çiğdem alışkındı bu cümleye. O kadar çok kuruyordu ki Feray bu cümleyi.

Nine başını kaldırıp, Çiğdem’e baktı. Son ama en esaslı kısmına yetiştiği sohbete karışmak istedi birden.

“Çiğdem kızım ne oldu da öyle laflar ettin şimdi?” dedi hem meraklı hem endişeli bir ifadeyle.

Çiğdem ninenin onları dinlediğinin farkında bile değildi. Az önce uyukluyordu, Ne vakit duydu ki, dedi içinden.

Feray da şaşkın şaşkın nineye baktı. Kulakları da pek duymuyordu ama birden sohbete girmişti.

Çiğdem ne diyeceğini bilemedi. Önce sustu sonra da “Hayat,” dedi kısaca…

“Ne olmuş hayata?” dedi nine. Bu karşılıktan pek tatmin olmadı. Üsteledi.

“Anlat hele,” dedi sonra devam etti. “Bu hayat beni de çok yordu.  Her gün on tane ilaç içiyorum. İlaçlarımı sen alıyorsun, bilirsin”

Feray karıştı söze, “Ona bakarsan ben daha bu genç yaşımda her gün beş ilaç içiyorum, Çiğdem de içiyor Sakine teyze,” dedi.

Çiğdeminkileri merak etti ninesi. Hiç bilmiyordu Çiğdem’in ilaç içtiğini. Gizlemişti demek ki. “Ne içiyorsun ki sen?” diye sordu.

“Ne bileyim işte bir şeyler,” deyip geçiştiriyordu ki Feray söze karışıp, “Benimkilerden işte, benim fazladan tansiyon ilacım var.”

Çiğdem, Feray’ın yüzüne, ne gerek vardı şimdi, der gibisinden baktı.

“Ne için Çiğdem?” diye üsteledi ninesi. Feray bir şeyleri düzeltmeye çalışmak ister gibi. “Sakine teyze işte daha iyi olmak için, daha iyi hissetmek için,” diye genel bir cümle kurdu.  Sanki daha da karıştırmıştı ninenin kafasını.

Nine ısrar etmedi sorusunda. Ama kafasına torununun içtiği ilaçlar takıldı. Sonra, “Hayat bize çok zordu. Dert üstüne dert çektik. Yoksulluğu, garibanlığı, ezilmişliği, hastalığı… Ne varsa gördük, yaşadık. Koca bir ömrün sonunda da çoluk çocuğun derdi için üzülüyoruz.  Boşuna içmiyoruz o ilaçları,” dedi kederli bir sesle.

Çiğdem, ninesine baktı. İki kuşak öncesinin kederiyle, kendi kederinin aynı olup olmadığını düşündü. Hayat koşturmacasını, ninenin kendi hikâyesine de bulaştırdığı garibanlığını, üstüne kendi saf hallerinin önüne yığdığı kocaman hayal kırıklıklarını.                                          

Personel müdürü yüzüne vurmuştu garibanlığını. Bir toplantı sonrası onu odaya çağırmıştı. “Çiğdem severim seni, abin sayılırım. Dürüst kızsın, çalışkansın da. Ama bu kadar dürüstlüğe gerek yok, çok göze batıyorsun. Duymayacaksın, görmeyeceksin. Bu kadar kolay. Garibansın kızım. Ne gerek var öne çıkmaya.” Saflığını da en çok Feray söylerdi. “Çiğdem kızım, safsın sen. Azıcık gözü açık ol.” Bunu dese de aslında Çiğdem’in o saf hallerini seviyordu.

Çiğdem, Feray’ı düşündü. Kendi kederiyle kederlendiğini düşündüğü Feray’ın aslında ona ne kadar da uzak olduğunu. Hayallerinin benzemezliğini. Ama yine de onun hayatındaki varlığını seviyordu.  Feray, akşamları Çiğdemlere uğruyor. Gelişlerini, yemek sonrası içilen akşam çayına denk getiriyordu. Gelirken de elinden düşürmediği sigara paketini de getiriyordu. Evin en rahat koltuğuna oturuyor, Çiğdem’in önüne koyduğu çayı keyifle içiyordu. Bazen çikolata, pasta getirdiği de oluyordu.  Arada kızı da takılıyordu annesinin peşine. Sekiz yaşındaki küçük kız en çok nineyle konuşuyordu.  Nine de alışmıştı onun akşamları gelmelerine, küçük kızının sokulgan hallerine.

Ferayların oturdukları apartmanda üç dairesi, Ege’de de lüks bir yazlıkları vardı. Yazları Ege’ye gider üç ay gelmezdi. Çiğdem’i de çağırırdı yazlığa.  Ve her yazlık dönüşü, ona tatil hikâyelerini uzun uzun anlatırdı.  Çiğdem siyasetten konuşunca biraz dinler anlamayınca da kapattırır, “Aman boş ver, başka şeyler konuşalım,” derdi.  Arada ona okuduğu kitaplardan söz edecek olduğunda da sıkılıyordu. Çiğdem bazen ona iş yerini anlatırdı çok seyrek de olsa duygularından söz ederdi. Feray ise en çok kocasından şikâyet ederdi, onun sevgisizliğinden. Bazen de gündelik hayatının bütün sıradan alışkanlıklarını anlatırdı. Gittiği spor merkezini, alışverişlerini, izlediği dizileri, yeni açılan kafedeki hafta sonu müzikli eğlencelerini. Bir keresinde Çiğdem’i de götürmüştü. Çiğdem belli etmese de çok sıkılmış, onu tekrar götürmek istediğinde, “Feray abla ben gelmesem,” demişti.  Sonra da birlikte deniz kenarındaki sessiz çay bahçesine gitmişlerdi.  Birbirilerine benzemeseler de Feray’ın sahici bir tarafı vardı. Sevecendi de. Çiğdem’i teselli etmişliği, gözlerinin içine bakıp anlamaya çalışmışlığı da vardı.  Şu şehirde az da olsa dertleştiği tek insan Feray’dı. Ninesine üzülmesin diye pek az şey anlatıyordu. 

Nine akşam Çiğdem’in içtiği ilaçları düşündü. Niye ilaç içiyor ki? Morali de bozuk çocuğun, diye düşündü.  En sevdiği torunu oydu. Yazın kendi evinde kalırdı, kış başlarken de hiçbir çocuğuna gitmez sadece Çiğdem’e gelirdi. Çiğdem her sabah erkenden evden çıkar, duraktan tıkış tıkış otobüslere binip işe giderdi. Bu işi bulmakta epey zorlanmıştı. Okul bittikten sonra uzunca bir süre işsiz kalmıştı.  Bir süre de geçici işlerde çalışmıştı.  En son çalıştığı işten de çıkarılınca, yeniden iş aramaya başlamıştı. Bir sürü kapıya iş için gitmiş, hepsinden de geri çevrilmişti. Artık iş bulacağına dair hiçbir umudu kalmamıştı. En umutsuz anında başvurduğu işe alınmıştı. Ama iş düşündüğünden de yorucuydu. Akşamları yorgun argın eve gelir, Feray’ın çay içerken oturduğu koltuğa yığılıp kalırdı. Nine akşam için yemek yapardı, Çiğdem istemese de. Çok zaman da ağır işlere girişirdi. Çiğdem ona kızardı. Nine, Çocuk bunca koşturmacası arasında bir de benim hastalıklarımla uğraşıyor, hastaneye taşıyor beni, diye düşünürdü. Çiğdem başkaydı.

Pek arkadaşı da yok, diye düşünürdü.  Haftada bir kere konuştuğu okul arkadaşı Sevcan dışında görüştüğü tek kişi, akşam çaylarına evlerine gelen Feray’dı. O da olmasa hepten yalnızdı çocuk.  Bir sevdiği de yoktu.  Ben mi engel oluyorum bu çocuğa, diye düşünürdü.  Belki ben olmasam arkadaşları da olur sevdiği de, diyordu kendine çok zaman.

Çaydan sonra Çiğdem kapısı salona açılan küçük odaya giderdi. Çekmeceden mavi bir defter alıp bir şeyler yazardı. Nine ara sıra merak ederdi ne yazdığını ama hiç sormazdı. O da içerde televizyon izler, örgüsünü örerdi. Örerken de uyuklardı çok zaman. Sonra Çiğdem onu yatağına götürürdü.

O gün içinde bir merak uyandı. En çok da ilaç içmesinin sebebini öğrenmek istediğinden.  Belki defter ona bir şeyler söylerdi. Torununun çay sonrası çekildiği küçük odaya gitti. Ürkekçe çekmeceyi açtı. Mavi defter oradaydı. Alıp almamakta tereddüt etti. Eli deftere gitti sonra istemsizce. Defteri eline aldı. Düzgün ve özenli bir yazıyla yazılmıştı sayfalar…. Okuyup okumamak arasında gidip geldi. Bir hikâyenin izini bu defterde sürmek hoşuna gitmedi önce. Sonra, ben onun ninesiyim, hakkım var bilmeye, diye düşündü. Okusa anlar mıydı ki? Çiğdem kalın kitaplar okuyor, derin laflar ediyordu konuşurken.

İlk sayfayı açtı, önce bir bakındı sayfaya. Gözüne birkaç kelime çarptı. Bir cümlenin sonunda “ağladım” yazıyordu. Başka bir cümlenin sonundaysa “yoruldum.” İçinde Feray da kendisi de vardı. Ve pek çok şey.  Sonra torununun oturduğu koltuğa oturdu. O sayfanın tamamını okudu. Sonra ortadaki bir sayfayı açtı.  Perşembe diye not düşmüştü sayfanın başına. Yapıp ettiklerini anlatıyordu.  Uzun bir şiirle bitiyordu. Şiir “sevmek”ten söz ediyordu. Derken bir sürü günün hikâyesini okudu nine. Koltuktan kalkıp defteri çekmeceye koyduğunda bir ağırlık hissetti. Bazı yerleri hiç anlamasa da torununun mutsuz olduğunu anladı.  Oturma odasına geçti, uzun süre kıpırtısız oturdu koltukta. Sonra kalkıp mutfağa gitti. “Çocuk aç gelecek, bir şeyler yapayım,” dedi kendi kendine.

Akşam Çiğdem eve geldiğinde nineyi solgun gördü. Endişelendi. “Nine hasta mısın?” diye sordu. “Yok yavrum, iyiyim,” diye geçiştirdi. Yemeğe oturdular, nine pek dalgındı.  Çiğdem bulaşıkları yıkadıktan sonra nine çağırdı onu.

“Gel hele Çiğdem, biraz konuşalım,” dedi. Çiğdem merakla içeri geçti.

“Ne oldu ninem,” dedi biraz kaygılı. “Yok bir şey yavrum. Gel otur, özlemişim seni. Çok çalışıyorsun, göremiyorum seni,” dedi. Ninesi bir tuhaftı bu akşam.

Nine, Çiğdem’e yanına oturması için işaret etti. O da oturdu. Aslında o da özlemişti ninesini.  Birbirilerinin gözlerine baktılar. Sanki ilk defa birbirilerini görüyorlarmış gibi. Nine Çiğdem’in elini eline aldı. “Sen benim değerlimsin Çiğdem,” dedi. Çiğdem kocaman gülümsedi. “Kızım hayat seni üzüyor mu, mutsuz musun?” diye sordu.

Çiğdem çok şaşırdı. Ne diyeceğini bilemedi. “Hayat hepimizi üzüyor,” dedi kaçamak. Nine ekledi, “iyi insanları daha çok üzüyor.”

“Hayat üzmesin seni güzel çocuğum. Sana çok güzel şeyler yaşatsın, çok mutlu etsin,” dedi. “bil ki seni çok seven bir ninen var,” diye ekledi.  İkisinin de gözleri nemlendi. Birbirilerine sarıldılar, uzunca bir süre de öyle kaldılar koltukta. Sonra nine, “Ben bir çay yapayım,” deyip mutfağa geçti. Birazdan Feray da gelirdi. Çay olana kadar Çiğdem de küçük odaya geçti. Çekmeceden mavi defteri çıkarıp yeni bir sayfa açtı. Sayfanın üst kısmına tarihi yazdı.         


Emek Bayrak  

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page