top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Agit Destan- Yakılmamış Ağıtlar

İçimde bir yerde -nerede ama nerede?- o hâlâ konuşuyor. Ben o yerde, eski bir ahşap taburede oturmuş çayımın gelmesini bekliyorum. Sus artık Nihal, sus! Sana cevap yetiştirmekten, sana cevap verememekten yoruldum. Sen yaralarımı bulup bulup deşmekten yorulmadın. Neydi o Fuzuli’nin dediği? -Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı?- Usanmıyor kardeşim, usanmıyor. Çayım geliyor.

“İyi görünmüyorsun hemşerim bir derdin mi var?”

“Var sevgili çaycı, var.”

“Allah’tan umut kesilmez.”

“Kim diyor umut kesilmez diye? Yeri geliyor insanın bilekleri bile kesilebiliyor.”

“Günah hemşerim, Allah’ın verdiği cana…”

İki yuvarlak metal parayı çay tabağının içine atıp kalkıyorum. Baharın ilk günleri… Havada tatlı bir serinlik, tatlı akasya kokusu var. Böyle bir havada bile ruhumun yaprakları dökülüyor.

“Sen hep karamsardın Özgür. Beni suçlayamazsın.”

“Nihal, benim kendi karanlığımla senin beni bir köpek yavrusu gibi kapı önüne bırakmanın karanlığı bir mi?”

“Başladın yine! Hayat, edebiyat değildir. Lütfen, rica ediyorum kendine gel artık.”

“Kendim, beni kabul ediyor mu bakalım?”

İçimdeki münakaşayı bir el hareketiyle bulutlandırıyorum. Nihal’in berrak sesi bir uğultuya dönüşüyor. Altından geçtiğim bir akasyanın dalından bembeyaz bir çiçek kopartıyorum hiç gereği yokken. Hepimiz bir yerde, birileri için kara kış, yaprak dökücü değil miyiz? Çocukken mahalledeki arkadaşlarla bu çiçekleri yerdik. Bunu Nihal’e söylediğimde onu bir gülme almış, “Bana çiçeğim demenden korkmaya başladım,” demişti. Sapsarı saçları, –gerçek değildi, birçok insan ve birçok hülya gibi yalandan bir sarıydı- simsiyah, içleri parıl parıl iri gözleri, -hele karanlık bir farla boyadığı zamanlar- küçücük ağzı, her daim al al yanan yanakları, kısacık boyu, dolgun ve diri göğüsleri, her gün bambaşka bir renkle boyadığı ojeli parmaklarıyla serin elleri, yoğun -çoğu zaman bana ağır gelen- şekerli parfümüyle Nihal her an zihnimin dar ve kıvrımlı yollarında salınıyor. Her yere adını verdiği bir şehir gibi beynim. Nihaliye Sokağı, Nihalce Caddesi, Büyük Nihal Kavşağı, Nihalgil Siteleri… Bu şehirden çıkmak istiyorum zira onun bir yere gideceği yok. İçinde yaşadığım bu gerçek şehirden de gitmek istiyorum. Her şeyi ardıma bırakabilmenin bu kadar zor olabileceğini ummazdım. Hiç kimseyi tanımamış, hiç kimse tarafından tanınmamış olmak isterdim. Unutulmuş, ne kadar çaba sarf edilirse sarf edilsin hatırlanamayan uzak bir düşten ibaret kalabilseydim keşke. Bir kitapçıya giriyorum. Nihal’den önce ve Nihal döneminde -beni terk etmeden önceki zamanıma Nihal dönemi diyorum- şehirde en sevdiğim yer burasıydı. Şimdiyse Nihal’in kahreden, beni katleden kokusuna bulanmış durumda.

“Özgür Bey, hoş geldiniz görünmüyordunuz?”

“Keşke görünmeyebilsem!”

“Nasıl?”

“Uzaklarla ilgili bir kitap arıyorum.”

“Var, olmaz mı? Kitapların ekseriyeti uzaklara özlemle ilgilidir hatta bana kalırsa hepsi de öyledir. Yalnızca her yazar kendi lisanınca anlatır bunu.”

“O hâlde herhangi bir kitap işimi görür.”

“Eh, öyle de denebilir lakin size şu kitabı önereyim, çok nadide bir eserdir. Piyasada bulunmaz, eski bir kitaptır.”

Kitabı elime alıyorum. Hacmine göre bayağı ağır bir kitap. Kalın, bordo bir cildi var. Üzerinde ne kitabın ne de yazarın ismine dair hiçbir yazı yok. İlk sayfasına bakıyorum. “Ankara, 1968” İkinci sayfasında kitabın ismi var ama yazar bilgisine dair hâlâ hiçbir şey yok. “Yakılmamış Ağıtlar”

“Kitabı alıyorum Şemsi abi. Borcum nedir?”

“Ben bu kitaba paha biçemiyorum Özgür Bey. Nasıl söylesem herhangi bir fiyat söylersem kitaba ayıp etmiş olurum. O bir mal değil benim için.”

“Nasıl alabileceğim öyleyse?”

Şemsi abi, kavanoz dibi camlı gözlüklerini çıkarıp, ufacık, mavi gözlerini ovuşturuyor. Yüzü derin çizgilerle dolu. Her çizgide bir mana buluyorum. Ağzının iki yanından aşağıya inen, yüzünün en derin çizgileri onun hayatı boyunca pek gülmediği izlenimini veriyor. Her zaman sinekkaydı tıraşlı, takım elbiselidir Şemsi abi. Biraz da elimdeki kitaba benziyor, bu çağın adamı değil. Eski, isimsiz bir şarkı gibi o.

“İyisi mi ben sana hediye etmiş olayım.”

“Olur mu öyle şey, hiç pahasına verirsen bu defa daha büyük bir ayıp etmiş olmaz mısın güzelim kitaba?”

“Aynı şey mi Özgür Bey, değersiz olduğundan değil paha biçemediğimden hediye etmek istiyorum. Hem hediye edersem bir bakıma gönlünüzü almış olacağım. Bir gönülden daha yüksek fiyat var mıdır?”

Alabilsen keşke şu gönlümü Şemsi abi. Alıp şu tozlu, eski rafların birine sıkıştırıversen. Kimseler görmese, almasa, kimseler istemese. Ben de kurtulsam sancıyıp duran gönlümden.

“Yine mi Özgür?”

“Ne, yine mi Nihal?”

“Bu laflar ne, diyorum. Allah aşkına kendine eziyet etmek hoşuna mı gidiyor?”

“Sırası mı şimdi Nihal? Şemsi abinin yanında?”

Şemsi abi, utangaç bir edayla bizi yalnız bırakmak için “Ben bize çay isteyeyim,” diyerek dükkândan çıkıyor. Nihal’e sinirleniyorum. Olur olmadık yerlerde hele de başkalarının yanında bu konuları açması beni çıldırtıyor.

“Neden burada böyle şeyler konuşuyorsun? Şemsi abiye ayıp ettik. Kaç yaşında adam çocuk gibi utana sıkıla kaçtı dükkânından. Bunları evde konuşsak olmaz mıydı?”

“Evde de kaçıyorsun kendinden. Bir terapiste ihtiyacın var senin. Bu hâllerin ikimize de zarar veriyor, görmüyor musun?”

Tartışacak takati bulamıyorum kendimde. Nihal’i dükkândaki küçük, eski tabureye oturtuyorum. Ben de bir tabure alıp karşısına geçiyor, minik ellerini tutuyorum. Elleri yine soğuk.

“Ellerin her daim soğuk Nihal.”

“Konumuz bu mu Özgür?”

“Bu olsa? Biraz sussak? Ben ellerini ısıtsam?”

“Ah Özgür, peki dilediğin gibi olsun ama terapi işini iyice bir düşün.”

Şemsi abi kitabı eski bir gazeteye sarıyor. Gazeteyi de eski bir sicimle bağlıyor. Ne güzel bu eskiler. Acaba bizden sonraki insanlar da bizim yaşamımıza imrenecekler mi? Üç bin yıllık bir şiirde, “Ah geçmiş zaman!” diyor şair. Her gün bir öncekinden kötü mü yoksa dünya hep böyle miydi? Nasıl mıydı? Böyle işte canım, anlamsız. Bana kalırsa dünya eskidikçe anlamı da eskiyor. Zavallı gelecek!

Eve doğru yürüyorum. Ellerinde mağaza poşetleri, cep telefonlarıyla telaşlı insanlar akıyor iki yanımdan. Hepsi de kendine bu hayatta bir yer bulabilmiş sanki. Yaşamak için bir nedenleri var. Nasıl bir motivasyon onları böyle -korkunç- bir dünyada kalmaya ikna edebiliyor? Benim yaşama motivasyonum bir zamanlar keşfetmekti. Hayatta her zaman keşfedilmeye değer bir şeyler vardı. Bok püsür birçok şey keşfettim. Tatlar, renkler, zevkler, yerler, insanlar… Derken Nihal’i keşfettim ve Nihal’de sevgiyi keşfettim. Elle tutulabilecek kadar somut, gerçek sevgiyi. Üzerime bir yorgan gibi örtebildiğim, bir bardak kahve gibi içebildiğim, bir beden gibi sarılabildiğim sevgi… O andan sonra yaşama motivasyonumun adı sevgi oldu. İnsan sevdiği müddetçe her acıya katlanabilirdi. Yalnızca bir kadını değil, herhangi bir şeyi sevmekten söz ediyorum. Söz gelimi bir sanat dalını, bir bahçeyi, bir anıyı, gökyüzünü ve denizi, çocukları, okumayı… Derken Nihal’le birlikte sevgi de beni terk etti. Binlerce yıldır üzerine şiirler yazılan, resimler çizilen, filmler çekilen, ağıtlar yakılan sevgiden şüphe etmeye sonra da sevgiyi basbayağı inkâr etmeye başladım.

“Seni sevdiğime inanıyor musun Özgür?”

“Seni sevdiğime inandığım kadar Nihal…”

Nihal bu sözümden ne anladı, bilmiyorum. Pembe yanakları birkaç kat daha kızardı. Şakaklarımdan öptü. Evin kapısını açtım, birlikte içeri girdik. Kapıyı bir tekmeyle ardımdan kapatır kapatmaz antrede öpüşmeye başladık. Nihal’in soğuk elleri ensemde, omzumda geziniyor.

“Seni sevdiğime inan Özgür, ben senin beni sevdiğine inanıyorum.”

“Seni seviyorum Nihal.”

Ne çok sevmekten bahsettik. Var olduğuna inanılan bir şeyin varlığını ısrarla kontrol etmek bir bakıma o şeyden şüphe etmek değil midir? Yoksa bile onu yaratma çabası değil midir? Varsa da kaybetme korkusu… Nihal bana olan sevgisini kaybetmekten mi korkuyor? Hızla soyuyoruz birbirimizi. Her seferinde aynı hareketlerle başlayan, aynı sessizlikle biten sevişmelerimizden biri bu da. Gitgide makineleşmekten korkuyorum: “trrrrum, trrrrum,trrrrum! trak tiki tak!” Nazım makineleşmek istiyordu. Aynı şey mi canım? Onun bahsettiği, büsbütün farklı bir şey. Sevişirken en olmadık şeyler geliyor aklıma. Tüm bu düşüncelerden kurtulmak istiyorum. Sevişmek en ilkel, en saf eylemimiz değil mi biz insan soyunun? Neden böyle bir eylemin içine neokorteksimi dahil ediyorum? Bir nehir gibi akıp giden hayatın içinde neden ayaklarıma hep çakıllar, dikenler batıyor?

“Bir sorun mu var Özgür?”

“Her zaman bir sorun vardır Nihal.”

“Böyle bir anda bile mi? İşte birbirimizin kollarındayız, sıcacık bir evin içinde yalnızca ikimiz. Artık tahammül edemiyorum buna! Sen cennetin sekizinci katında bile mutlu olamazsın!”

Bana da öyle geliyor Nihal, şol cennetin ırmaklarına atıp intihar edermişim gibi geliyor. Çok haklısın, seni de çürütüyorum sanırım. Peki, bundan çok mu memnunum ben? Bu senin sorunun değil elbette. Yine de beni böyle kabul edemez miydin? Ağzımın iki yanını çengelli iğnelerle yanaklarıma mı asayım, mütebessim görünmek için? Yapamam Nihal, ben yalnızca sahnede rol yapabiliyorum. Ama bir tek ben mi böyleyim? İşte beni çıldırtan, köpürten, kurutan soru bu! Bir tek benim mi kursağımda nerelerden ve kimlerden kaldığını bilemediğim köz parçaları var?

“Ben gidiyorum Özgür, bir süre kendinle kalıp durumunu düşünmeni istiyorum.”

Ben kendimle kalmaya dayanamam. Kendimin düşmanıyım ben. Ben seninle kalayım ne olur Nihal? Gövdende kıvrılıp yatmak istiyorum. Hiçbir şey sorma bana. Bir cenin gibi kıvrılıp yattığım koltuktan kalkıyorum. Bir kahve içmek üzere mutfağa giriyorum. Dolaptan rastgele aldığım bardak, Nihal’in hediyesi. Bardağın kulpunda Nihal’in ellerindeki serinliği arıyorum. Bu serinlik elimden koluma, oradan omzuma ve göğsüme yayılıyor, üşüyorum. Çok üşüyorum. Elimdeki mavi, şirin bardakla mutfağın ortasına yığılıyorum. Yığıldığım yerden tavana kadar yükseliyor, kendimi yukarıdan izlemeye başlıyorum. Acınası, aptal Özgür! Kalk şu yerden!

“Kalk şu yerden Özgür, beni korkutuyorsun!”

“Korkma çiçeğim ben diplerle arası iyi olan biriyim.”

“Dipler iyi değildir Özgür.”

Telefonum çalıyor. Yerden kalkıyorum. Kalkmamla birlikte yukarıdan kendimi izleyen ben, bir bütün oluyoruz tekrar. Kahveden vazgeçiyorum. Arayan Tufan, tiyatrodan arkadaşım. Oyunumuza iki hafta kalmış, hazır mıymışım? Değilim Tufan. Ben artık sahnede de rol yapmaya hazır değilim.

“Hazır sayılırım dostum. Birkaç yerin ezberinde tökezliyorum ama onu da halledeceğim.”

Sekiz yıldır devlet tiyatrosundayım. Öncesinde de birkaç yıl özel tiyatrolarda sahne aldım. Tüm bu yıllar boyunca sayısız karaktere büründüm. Kral olup savaşlar da çıkardım, melek olup insan evladının kulağına nasihatler de fısıldadım. Herkes olabildim de bir kendim olamadım sanırım; ne sahnede ne hayatta. Hep kendimden bir fazla veya bir eksik kaldım. Gerçi Shakespeare, bütün dünya bir sahnedir, diyor.

“Hayır, sahne değildir Özgür. Hayat gerçektir. Sorumluluklar barındırır, acıları da sevinçleri de gerçektir. Bir sorun varsa yokmuş gibi oynamaya devam edemezsin. O sorunla yüzleşmen gerekir.”

Nihal’le, “Yaşlı Siyah Kedi” oyunumuzun çıkışında tanışmıştık. Oyun bitince tiyatro salonunun kapısında beni beklemişti.

“Sizi tebrik etmeden gitmek istemedim. Gerçi ellerim parçalanana kadar ayakta alkışladım sizi ama yine de oyunculuğunuza hayran kaldığımı yüzünüze karşı belirtmeden gidemezdim.”

“Teşekkür ederim. Beni mutlu ettiniz. Bir oyuncunun en büyük ödülü seyircisinin övgüsüdür.”

“Bu zamana kadar bayağı ödül toplamış olmalısınız. Tiyatroya çok özel bir ilgi duyuyorum.”

“Hiç rol aldınız mı?”

“Yani sene sonu lise müsamerelerini sayıyorsanız, evet aldım. Küçük bir oyunda hemşireydim.”

“Estağfurullah, her oyun, her oyunculuk değerlidir.”

“Sevgiliniz veya eşiniz sizi kıskanıyor olmalı. Binlerce kadın sizi hayranlıkla izliyor.”

Bu neydi şimdi? Oyunlardan sonra birçok kadın benimle tanışmak istemişti ama hiçbiri bu kadın gibi pat diye böyle açık vermemişti. Bu sorular doksanlı yılların sonlarındaki son ergenle birlikte tükendi sanıyordum ben. Yine de buna cesaret etmesi, bir bakıma deliliği hoşuma gitti. Sevgilim yok dersem konu nereye gidecek acaba? Güzel bir kadın. Ufak tefek bir şey ama çok sevimli. Düşüncelerimden utanıyorum. Sevda bekliyor beni. Bu geceki oyuna gelmedi Sevda. Tiyatro izlemeyi pek sevmez o. “Ben konserciyim.” der hep. Tiyatrolar ona göre dünya klasiği romanları gibiymiş. Yani yanlış anlamamalıymışım ama biraz sıkıcıymış. Olsun, Sevda tiyatro izlemeyi sevmek zorunda değil ama ben ona sadık kalmak zorundayım. Zorunda mıyım? İnsan daha derinden sevebileceği biriyle karşılaştığında bile -karşımda duran al yanaklı kadından söz etmiyorum elbette- sadakat denen olgu uğruna daha sığ bir sevgiyle yetinmeli mi? Sadakat nedir? Düşünceli hâlim, al yanaklı kadını kaygılandırıyor:

“Özür dilerim, saçmaladım galiba. Affedin lütfen, heyecanlandım. Sahne aramızda bir setken sizi hiç heyecanlanmadan izleyebiliyordum ama şimdi kaçabileceğim hiçbir yer yok.”

Ne kaçması? İnsan insandan neden kaçar? Yaralamak istemediğinden mi yoksa yaralanmaktan korktuğu için mi?

“Seni daha fazla yaralamak istemediğim için uzaklaşıyorum senden Özgür. Bana öyle geliyor ki ben sendeki gizli bir yarayı tetikliyorum.”

“Peki, git Nihal, senden kalan yarayı da elbet bir başkası tetikler.”

Karşımda öylece duran bu kadına bir cevap vermeliyim. Aman Allah’ım yanakları nasıl da kıpkırmızı olmuş. Utan kendinden Özgür, senden etkilenmiş diye onu kendinden aşağı mı görüyorsun da cevabı bu kadar geciktiriyorsun?

“Sahneler hayali çizgilerle oluşur. Aslında aramızda hiçbir zaman bir set olmadı. Hatta birçok çizgi hayalidir. Afrika kıtasındaki sınırlar veya bir hükümdarla vatandaş arasındaki çizgi gibi. Rahat olun lütfen.”

“Ah ne güzel anlattınız. Edebiyatınız da oyunculuğunuz kadar etkileyici. Özür dilerim tekrar, sanırım haddimi aşıyorum.”

“Hadler de hayalidir.”

Gülüşüyoruz. Adının Nihal olduğunu öğrendiğim bu küçük kadın, şehrin çıkışında bulunan yeni yapılmış bir lisede İngilizce öğretmeniymiş. Gittiği her yerde ilkin tiyatro salonlarının yerini öğrenir, tiyatrosuz yaşayamazmış. Bir süre sohbet ettikten sonra ayrıldık. O geceden sonra her oyun çıkışında beni aynı yerde bekledi. Her seferinde uzunca sohbet ettik. Kapı önünde durmaktan sıkıldık, kafelerde sohbet etmeye başladık. Kafelerden sıkıldık, onun evinde sohbet etmeye başladık. Sonra sohbet etmekten de sıkıldık. Dudaklarımızdan çıkan sözcükleri değil, dudaklarımızı arzular olduk. O günlerde Sevda’dan aptalca bir sebep bularak ayrıldım.

“Senden ayrılma sebebim senin iyiliğin, biliyorsun değil mi Özgür?”

“Biliyorum Nihal, hepimiz başkasının iyiliği için ayrılırız. Onları bizden daha iyilerine layık görüp yalnızlığa emanet ederiz. Hepimiz aynıyız.”

Ezber yapmak istiyorum ama buna odaklanamıyorum. Oyun metnini bir kenara bırakıp eve getirdiğimden beri sehpada öylece duran, “Yakılmamış Ağıtlar”ı elime alıyorum. Üçüncü sayfası eksik. Sanırım yazar isminin olduğu sayfa bu. Belki de kitabın yazarı adını hiçbir zaman yazdırmak istemedi kitaba. Olur mu öyle şey canım? Her yazar, ölmemek için, ölmekten korktuğu için yazmaz mı? Adının sonsuza dek okunması için. Bilmiyorum. Öyle ya da böyle, kitabı okumaya başlıyorum.

FİHRİST -eski kitaplardaki bu kelimeler hoşuma gidiyor: içindekiler yerine fihrist, giriş yerine mukaddime… Üstelik daktilo yazı tipiyle yazılmış.-

Fihristi geçiyorum. Mukaddimeyi de…

Katilin maktule ağıtı malumdur oysa maktulün katiline ağıt yaktığı görülmüş müdür?

Görülmüştür sayın gizemli yazar! Benim Nihal’e, Sevda’nın bana ağıtları bu konuda delil teşkil etmektedir.

Bu ağıt, belki de bu hâl üzre yakılmış ağıtların evvelidir. Sultan Hanım’ın hakkın rahmetine eceliyle kavuşmadan evvel zevci Sacit Bey’e yaktığı ağıt en taş yüreklere bile müthiş tesir edebilecek bir kudrettedir.

Kendi eceliyle ölen maktul. İlginç. Ben de henüz ölmemiş maktul oluyorum galiba.

“Kurban rolünden ne zaman çıkacaksın Özgür?”

“Gökten bir koç inince belki.”

“O koçu sen bulmalısın!”

“Bana kalırsa o koç sensin.”

“Kimse kimsenin merhemi değildir Özgür. Her insan kendi derdinden sorumludur. Evet, ben her zaman senin yanında olacağım, her zaman iyi olman için sana tüm ruhumla destek olacağım ama sen bana yardım etmedikten sonra bunu başaramam.”

Kitabın yirmi birinci sayfasında bir fotoğraf buluyorum. Küçücük, solmuş bir vesikalık fotoğraf. Fotoğrafta kaküllü, yirmi yaşlarında bir kadın var. Kadının yüzü endişeli. Ne derdi vardı acaba? Yakından bakınca fotoğrafın sol alt kısmında bir mühür lekesi görüyorum. Resmi bir işlem için çekilmiş olmalı. Fotoğrafın arkasına bir yazı bulurum diye bakıyorum; boş. Uzunca bir süre kadının yüzünü inceliyorum. Bu bakışlarda bana tanıdık gelen bir şeyler var ama çözemiyorum. Annemin mi yüzü, Sevda’nın mı, ilkokul öğretmenim Zeynep öğretmenin mi?

Nihal, eski kitapların arasında not, ayraç gibi şeyler bulmaya bayılırdı. En küçük bir parça bulmayıversin, sevinçten deliye döner, “Bu küçük detaylarda kim bilir ne hikâyeler saklıdır?” derdi. Sonra ikimiz bu parçalara birer hikâye uydururduk.

“Bu endişeli kadının hikâyesi nedir Nihal?”

“Bir defa bu kadın endişeli değil, bu bir. İkincisi senin her şeyde melankolik bir taraf bulman endişe verici bu iki. Seni seviyorum bu üç.”

“Dört?”

“Dört: sen de beni seviyorsun!”

“Beş?”

“Beşi de sen söyle!”

“Bazen dörtten ibarettir hayat!”

“O zaman dört olmuş olmuyor, bu düşüncenle birlikte beş olmuş oluyor!”

“Çok zekisin, altı!”

“Sen de çok tatlısın, bu yedi!”

“Ben de seni yerim bu sekiz.”

“Sekizi yatırırsak sonsuz olur, dokuz!”

“Biz birbirimizi yatırırsak nasıl olur? Son!”

Nihal’in elinin tanıdık serinliği… Rujundaki tat, yüzündeki kremlerin, saçlarındaki şampuanının, tenindeki parfümün kokusuyla uzak bir rüyaya dalıyorum. Fotoğrafı kitabın arasına bırakıp devam ediyorum. Bu sayfada “Yakılmamış Ağıt” diye bir şiir -aslında bir ağıt- var.

“Şiirleri ve seni seviyorum.”

“Peki ağıtları?”

“Özgür!”

Ağıttaki kelimeler çok eski olduğundan çoğunu anlamıyorum. İnternetten her kelimenin anlamını bulup şiiri -hayır ağıdı- sevgili günümüz Türkçesiyle yeniden yazıyorum:

“Biliyorum, öleceğim!

Her ölümlü, ölür.

Benim ölümüm başka, ah başka!

Ecel diyecekler adına Sacit Bey

Katilimin sen olduğunu anlatamayacak ölü bedenim

Herkes hayata inanacak, ölüme değil!”

Günümüz Türkçesine çevirince ahengini ve şiirselliğini bayağı kaybetse de bu hâliyle bile beni çok etkiledi. Üzülme Sultan Hanım, ben ölüme, hayattan daha çok inanıyorum. Ayrılıklar, kavuşmalardan çok daha somut, çok daha gerçektir. Acılar etini, kemiğini yakar oysa sevinçler uyuşturan hayallerden ibarettir. Kitabı sehpaya bırakıp jelatinini bile çıkarmadığım yeni yatağıma geçiyorum. Nihal gittikten sonra aylarca beraber uyuduğumuz yatağımı bazasıyla, çarşaflarıyla, yorganıyla attım. Yine de bu yeni yatakta onun var olmayan kokusunu duyuyorum. Bugüne kadar birçok kadın beni terk etti -çok daha fazla kadını ben terk ettim ama konumuz bu değil- ama hiçbirinde Nihal’den kalan ve kursağımda dönüp duran bu közlerin acısını duymadım. Hatta Nihal son konuşmasını yaparken bile onun gidişinden canımın bu kadar yanacağını tahmin edememiştim. Bilseydim böyle olacağını ona söyleyecek çok sözüm olurdu.

“Kokunu her yatakta duyabileceğim. Duymak istemesem bile duyacağım! Beni terk ettiğin anda teninden yayılan bu kokuya hapsolacağım. Her aynada gözlerini göreceğim, her serinlikte ellerini, her sıcaklıkta nefesini duyacağım. Sen gidince hayatım devam etmeyecek Nihal, en ağrılı sahnede donup kalacak. Kuru bir et yığını benim yerime geçip benmişim gibi yaşamımı devam ettirmeye çalışacak. Ben öleceğim Nihal ve bu ölümü benden başkası bilmeyecek!”

Bunların hiçbirini söylemedim. Şimdi söyleyebilir miyim? Ne fayda! O, yine, “Hayat devam ediyor,” diyecek, “Kendini böyle yıpratmana gönlüm razı olmuyor,” diyecek. Hayatıma inanacak, ölümüme değil.

Yatağımda kıvrılıyorum. Birkaç saat sonra yeni bir gün -bana kalırsa yine bir dün- başlayacak. Ben bu yeni günden Nihal’i çıkarmaya çalışacağım boş yere.

“Seni asla terk etmeyeceğim Özgür! Birlikte iyileşeceğiz. Hepimizin kalbinde ince kırıklar var. Birbirimizi iyi edeceğiz.”

“Ben seni kırıklarınla da seviyorum Nihal.”

“Biliyor musun, çok farklısın Özgür. Bunu o kedili oyunda seni ilk izlediğim gecede anlamıştım. Bakışlarında karşı konulmaz bir derinlik var. İnsanı içine çekip yutuyor.”

“İçimde olmaktan memnun musun?”

“Korkutuyor biraz ama elbette memnunum. İçindeki örümcek ağlarını temizleyeceğim.”

“Örümceklere yazık değil mi?”

“Sus ve sarıl bana.”

Yorganıma sarılıyorum. Ağlamak istiyorum, içimdeki sancının suya dönüşüp gözlerimden dışarı çıkmasını istiyorum ama bu sancı ulaşamadığım bir yerde kaynayıp duruyor. Ben ne olacağım? Bu soruyu şu an Nihal’e sorabilmek için nelerimi vermezdim?

“Nihal, günün birinde gidersen ben ne olacağım? Muhtemelen karşında donup kalacağım, ağzımdan yalnızca ağrılı bir nefes çıkacak. O ağrılı nefes son nefesim olmazsa belki bir veda mektubu yazarım arkandan.”

“Hayır sizi böyle konuşmaktan men ediyorum Sayın Özgür Bey! Bugün karanlıktan bahsetmek yasak. Hem ayrılmayacağız ve sen hiçbir zaman arkamdan bir şeyler söylemek zorunda kalmayacaksın. Seni kafede beklemek yerine Şemsi abinin dükkânına gidip sana bir kitap aldım, ‘Muazzam bir seçim’ dedi Şemsi abi. Bence de öyle, bak bakalım beğenecek misin?”


Agit Destan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page