top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Armağan Can- 401 Numaralı Oda

“Tanrılar insanlar için ilmek ilmek talihsizlik örer ki;

böylece sonraki kuşakların şarkısını söyleyeceği bir şeyleri olsun.”

Odysseia

Bazen bir rüya, bir fotoğraf, uzun süredir görülmeyen tanıdık bir yüz, bir koku, bir ses bu hikâyeyi oltama takar. Kancama takılan hikâye çırpınmaya başlar. Ben hızla misinayı sararım. Lakin tam o anda yaşananları olduğu gibi anlatamayacak olmanın kaygısı başlar bende. Parmaklarımı gevşetirim. Başka bir zamanda tekrar oltama geleceğini bilir, kelimelerin engin denizinde diğer balıklara yönelirim.

Hikâye bu sefer oltama geldiğinde ölüydü. Onu sonsuzluğa uğurlamak artık benim boynumun borcu oldu. Firdevs abla ile nöbetçi olmak hep çok keyifli olmuştur. Devamlı gülümseyen, hiç gocunmadan her işe koşan, demlediği çayın etrafına hemşiresini, doktorunu, hizmetli ve güvenlik görevlisini aynı anda toplayan, annesinin, “Nöbette yersiniz,” diye on kişiye yetecek kadar yaptığı keklerin, böreklerin lezzetine tatlı dilini de katan bir hemşireydi. Ne kısa ne uzun ne zayıf ne şişmandı. Ne çok konuşur ne de sessizdi. En belirgin özelliği kıvırcık saçları ve kocaman memeleriydi. Hastalarının hiçbir şeyini eksik etmez ama bu çay molaları haricinde hiç görünmezdi.

Beraber tuttuğumuz bir nöbette tesadüfen onun nereye kaybolduğunu buldum. Nöbete gelirken küçük bir valiz getirirdi. Aslında hepimiz elimizde çantalarla yirmi dakika erken gelir, soyun, giyin, taran, katla, as ile uğraşırdık. Metroyu kaçırdığım için nöbete geç kaldığım gündü. Hızla üstümdekileri çıkarıp dolaba fırlattım. Son dakikalar olduğu için soyunma odası boştu. Ben telaşla ayakkabımın bağcıklarını bağlamak için uğraşırken birden gözüme sandalyenin altında duran çantanın içinden bir metal parçası çarptı. Sivri, ışıl ışıl parlayan bu aleti görmek için gayri ihtiyarı çantayı araladım. 3,5 numara iki şiş, bordo bir ipin içine saplanmış, bekliyorlardı. Çantanın içinden gelen börek kokusu sahibinin kim olduğunu anlamamı sağlamıştı. Firdevs abla nöbetin en kıdemli hemşiresiydi ve iş esnasında kaytarılmasını sevmezdi. Böyle olunca kendisinin nöbet esnasında ortadan kaybolup örgü örebileceği hiç akla yatkın değildi.

Gece hastalar iniltili bir uykuya geçip hasta yakınları koltuklarda kıvrılınca, soyunma odasına geçip eşyalarımı katlamak istedim. Aklıma şişler geldi. Çantayı aralayınca şişler ve ipin yerinde olmadığını gördüm. Her yere baktım Firdevs abla yoktu. Koridorun en sonunda olduğu için genellikle boş kalan 401 numaralı odaya doğru ilerledim. Kapının kolunu elimle yavaşça aşağıya doğru ittim. Kapı kilitliydi ama keskin kulaklarım içeriden iki metalin birbirine değmesinin sesini duydu. Kapının açılmasıyla Firdevs ablayı içeri ittim. Şaşkın yüzü hemen eski sevecen haline büründü. “Biraz kestiriyordum,” dedi. Nöbette kesik kesik uyuduğunda gözlerin uykuyu bırakıp gerçek dünyaya dönmemek için direnir. Oysaki onun bırakın gözlerinde uykudan bir iz bulmayı, saçı bile bozulmamıştı. Bir hamleyle banyo kapısını açtım. Klozetin üstüne serili yeşil ameliyat önlüğünün üstünde bordo ip ve iki şiş duruyordu. Bir farkla. Şişler iplerle dans etmeye başlamış ve yaklaşık yirmi santimetrelik bir atkı ortaya çıkmıştı.

“Çok meraklısın,” dedi bana. Evde öremeyip nöbette gizli gizli örülen bu atkının sahibi kimdi? Gece nöbetinin uykuya direnmenin en zor saatlerinde ben bilindik bir aşk hikâyesi dinledim. Kavuşulamadığı için daha da tutkulu olan, gizli saklı görüşmenin kanı daha da ateşlediği bir aşktı. Nazif ağabey sırf sabahları Firdevs ablayla görüşebilmek için bir şirkette gece bekçisi olarak çalışıyormuş. Hastanenin büyük kantininde kahvaltı yapıyor, kaçamak öpücüklerle ayrılıyorlarmış. Nazif ağabeyin doğum gününün olduğu gece onu yine boş olan 401 numaralı hasta odasında misafir ettik. Bordo atkıyı o gece boynuna taktı. Aynı gece kilitli olan kapı açıldığında Firdevs ablanın saçları dağılmış, yüzü allak bullak olmuş, üstüne, tenine sevdiği adamın kokusu sinmişti.

Atkıların bizi ısıttığı soğuk kış ayları bahara dönüp içimiz de ısınınca evlendiler ve düğünden iki ay sonra Nazif ağabey kayboldu. Yeryüzünden silindi. Fotoğraflar olmasa sanki onu hiç tanımamıştık. Kapıda öpüşüp ayrılmışlar, evden işe gidiyorum diye çıkmış. Yanına ekstradan hiçbir şey almamış. Kimliği, az bir parası ile kaybolmuş. Firdevs abla, bedeni, ruhu parçalara ayrılıp yeryüzüne saçılmış gibiydi. Yıllık izni, raporu, psikiyatri raporu bitince üç ay sonra işe başladı. Bakışları donuk, gülüşü kayıp bir kadın olup çıkmıştı. Sanki saçları düzleşmiş, memeleri küçülmüş, boyu daha da kısalmıştı. Türk filmlerinde bir gecede saçları beyazlayan aktrisler gibiydi. Sabah altı sularında hemşire odasında karşılıklı oturuyor, susuyorduk. Cep telefonu çaldı. Ekrana bakıp, “242 Nerenin telefon kodu?” diye sordu. “Antalya,” der demez telefonu açtı.

“Efendim, benim, emin misiniz? Nerede? Geliyorum.”

Tüm konuşma buydu. Hızla kalktı, soyunma odasından çantasını aldı ve gitti. Her gelen telefonla yeni bir yere gidiyordu. Şehir şehir dolaşıyordu. Bazen telefonla arayıp, “Eşinizi gördüm,” demeseler bile o şehre gidiyordu. Her duvara, her ağaca eşinin fotoğraflarını asıyor, telefon numarasını bırakıyordu.

Nazif ağabeyden bir daha hiç haber alamadık. Kaybolmasının sebebini de hiç öğrenemedik. Firdevs abla da boynundan bordo atkıyı hiç çıkarmadan bu sabah ölüm haberini alana kadar bir klinikte yattı. Kaybını hiç bulamadı. Buldukları ise kaybı değildi.

Ben bu hikâyenin neresindeydim. Yüzen balıkları seyreden biriydim. Onlara bakıp duran, arada kırıntı atan bir kaygısızdım. Oltamı elime alıp koca denizdeki her balığı tek tek yakalayıp, “Sen misin?” diye soramadım. Acıları, hüzünleri paylaşamadım. Aşkı tarif edemedim. 401 numaralı odada sevişip kırmızı yanaklarla nöbete devam ettiğinde ona imrenerek bakmaktan başka dilekte bulunamadım. Dalgalı deniz onları en üst noktaya çıkarıp sonra alaşağı edip derinliklere gömdüğünde tutamadım. Ben bir hiçtim. Onların hiç olarak kalmasına izin mi vermeliydim? Ama hep derim, “Kimse kimseyi bu kadar çok sevmemeli.”


Armağan Can


0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page