Öykü- Ayhan Kavcı- Ortama Amerikan
- İshakEdebiyat

- 1 dakika önce
- 8 dakikada okunur
Ludwig az ötemde, tezgâhın berisinde içki doldurmakla meşgul. Onun önünde dikilen domuz kılıklı herif yanındaki zarif kadına az önce sert bir kanyak ısmarladı. Havanın bugünlerde çıldırdığı akla getirilirse kadına işkence etmeye niyetli. Öte yandan şu Ludwig ismi… Teksas’ta bu isimle dolaşmak biraz cesaret ister. Ludwig, fonetik estetik açısından ele alırsak, New York’un kuzeybatı mahallelerinde, kim bilir, belki Village’da ya da Boston’da oturanlar için yatıştırıcı bir hap olabilirdi; fakat Teksas!...
Kuzey daha bir Musevidir.
Öyle görünüyor ki Ludwig, adını zikretmesi gerektiğinde bundan hiç sakınmıyor. Onun için çelimsiz biri denebilir; ama karşısındakine güven verecek biçimde giyinmeye dikkat ettiği belli. Evet; bu tip taşra köşelerinde üzerine geçireceğin bir gömlek ve ayaklarına çekeceğin bir çift çizme, derdini senden daha iyi anlatır.
Ve Ludwig’in gömleği eğer burada sarhoş olup sızarsam beni motele kadar taşıyacak birilerini ayarlayabileceğini, bu konuda tasalanmamamı söylüyor. Ona kızgınım çünkü yanımda bir kıçlık bile yer olmadığı halde az önce bir adam peydahlayıp her ikimizi de sıkış tepiş oturtmayı bildi. Herifin sözlerine kulak vermeye çalışsam da nafile. Kılık kıyafetiyle eskilerin Kaptan Swing’indeki şu şurupçuyu hatırlatıyor. Bu çatlak kafa kuşku yok ki karşısındakini esir almayı, onu kendisine yapıştırmayı biliyor. Yazık ki bunların sayısı son zamanlarda hayli arttı.
… Kanadalı olduğunu söylüyor. Kareli yazlık ceketi onun daha ziyade buraya Hollywood’dan damladığına işaret etmekte. Fakat aksanı… insana alacakaranlıkta ansızın çöküveren bir kâbus gibi. Bu gürültü çekip gitmedikçe kendimi iyi hissetmeyeceğim kesin.
… vauvm nauvmn ıdtt geğboğjdt nekta aaa, nood ta hartta da zart da… böyle sürer gider bu aksan; kuzeyin sert zırıltısı…
Zavallı adamın dile dökmek istediği şeylerle alışık olduğu aksanı tam bir tezatlık içeriyor. Oğlu onu evden kovmuş; buna rağmen herif mirasının yarısını ona bırakmaya kararlıymış.
Bana soru sormaya kalkıştı; ama bu girişimin nerelere varacağını tahmin ettiğimden, gövdeme tırmanışı sırasında ‘kulaklarımı temizlemekle meşgulüm’ numarasını çektim. Böylelikle kendimle ilgili gerçeklikleri ağzımdan kaçırmam gerekmeyecek.
İnsan barda rastladığı bir yabancıya birbiri ardına yalan sıralayabilir elbet. Hatta tanımadığım ve bir daha asla görmeyeceğimden emin olduğum kişilere nonoş ayağı bile çekebilirim. Bu Kanadalıya bulaşmak istemeyişimin sebebi belki de gün içinde yaşadığım şoktan henüz kurtulamayışım.
Yeliz’e çılgınlık etmemesini, aamm, kararını biraz ertelemesini söylemiştim. Aslında ondan sıkılmadım değil; fakat ne de olsa otomatlara dönüşmüş iki zarpdarttık. Otomatın önüne gidersin; elinin altında tuşlar vardır ve niyetin neyse onu tuşlarsın. Ekranda sana, son kararın mı? diye sorulduğu zaman kayıplarına bile rastlarsın; hatırla. Bazen yeterince hızlı olmadığını düşündüğün makineye usturuplu bir küfür sallarsın. Özellikle de çok soğuk ya da çok sıcak günlerde o muhafazasız otomatların önünde tıpkı savrulup duran bir kavak gibi görünmen çok normal.
Çabuk ver paramı puşt makine!
Ve o sırada tam arkanda birisi bekliyorsa ve bu kişi genç ve güzel bir hanımsa, birdenbire Fransızcanı döktürmek istersin. Birinci kelime Fransızca, ikinci kelime beynelmileldir!
Pardon Miss…
Muhafaza kelimesinden sonra otomat, ondan sonra da müştemilat, muamelat -anlamını bilsen de bilmesen de artık kulağına hangisi melodik geliyorsa onu kullanabilirsin. İstediğini kullan; kelimeler senin. Birinci cümlende kelime diye geçebilir ve keyfin yerindeyse bunu zaman zaman sözcük diye de kullanabilirsin. Kelime, sözcük olur; pekâlâ… cümle niçin tümce olmuyor? Kelime, sözcük, tümce, söz, yüklem, fiil… aşure çorbası. Bu yaptığın estetik bir halta benzemese de seni alkışlayanlar olacaktır. Amerika’da da işler böyledir. Burada da dengeli bir çorba zevkinden bihaber insanlar var kuşkusuz.
***
Kanadalının adı Jess Mortmöller’miş. Yalan söylüyorsam neyim. Peş peşe yuvarladığı tekilalardan sonra yere sırtüstü düşerek mekânda bayağı bir tantana yarattı. Bu gibi anların başrol oyuncuları şüphesiz ki yıldızlı kovboylar. Şerifin adı N’Gotty. Hiç N’Gotty adında şerif olur mu deme! Ahah… beynelmilel Amerika’da şerif Francis’ler bile var. Noya Gana Gamba; bir şair. Hem de Amerika’nın en büyük şairi. Bu taşrada adını pek kimse bilmez; fakat NASA birkaç hafta öncesinde onu da uzaya göndereceğini açıkladı bile.
Bir de Village’de fırtınanın mahvettiği bir palmiyenin altında otururken bulduğum şu meşhur şair, büyük edebiyatçı Von Vanda Mille… Hollandalı değil, bir Türk. Onu belki de benden başka kimse tanımıyor. Üstatta gizli kalmış sanat cevherini henüz hiç kimse koklamamış ya da zevk bu ya bugüne kadar kimse çıkıp da zavallının üstüne işememiş.
Şerif, Ludwig’e soruyor: Kim bu herif?
Ludwig gayet soğukkanlı:
“Jess adında bir hıyarmış. Başka bir şey sorma; çünkü başka bir şey bilmiyorum.”
Aralarında konuşurken yine sakız çiğnemeden edemiyorlar. Şerifin adı N’Gotty olduğundan -hah haa; taktım bu ada bir kere- konuşurken aynı zamanda da yaylanmayı unutuyor adamım. Amerikan kovboyları gibi olacaksın, oğlum. Ama neredeeee! Bir Chevrolet kadar yaylanmayı bileceksin; yoksa kimsecikleri korkutamazsın. Korku salamayan bir şerif de şerif değil, başka bir şeydir, ha! Kabalalı Ağmed söylemişti bunu bana.
İş N’Gotty olmaya gelince, değerlerin erozyona uğradığı düşünülmesin. Bu kesinlikle yanlış olur. N’Gotty barda gördüğüm en baba Amerikalılardan bile daha Amerikan. William Wyler’in, Cannes’da kaç ödül aldığını söyleyebilmişti. Doğru rakamı mı söyledi, bilmiyorum; ama en azından Wyler’i ve Cannes’ı birbirine karıştırmamayı başardı. Benden küçük birinin, ki şerifti bu küçük kişi, benden büyük bir yönetmeni bu kadar iyi tanıması gözlerimi yaşarttı. Dünyanın hızla değişmesinden, şeriflerin değişmesinden, korkuların ve gürültülerin değişmesinden rahatsız oldum doğrusu.
Imm, tamam; network yüzünden…
Interchannel’cı bu; yüzde yüz onlardan biri olmalı. Çok eskilerde şerifler ofislerinde vakit öldürmek için parmaklıkların ardına atılan mahkûmlarla konuşmayı dener, onlara âşık oldukları ilk kadını anlatacak kadar uzatırlar da uzatırlardı. Ve oracıkta, fırsattan istifade, günah çıkarmaya çalışırlardı. Şimdilerde internetleri var. Ya da secondary data’ları… use it.
Don’t ask anything! Just use it!
Secondary qualitatively data ata ata zamanla pek bilgili oluyorsun. William Wyler’ın giymekten hazzettiği don markasını, o donun biçimini bile bilir bu umarsızlık, bu uykulu hal. Gel gör ki, işte ağa takıldım. N’Gotty’nin bilgisayarına kaydedilmemiş bir unknown data niteliğinde oralarda dolanıp durmam kuşku yok ki sersemin dikkatini çekti. Bilgisayara girmemiş bir zıpırtı yeni bir hastalığa sebep oluyor; bunu biliyorsun. Şu halimle bir köşede kıstırılıp yok edilemeyecek bir tür huzursuzluğum ben. Teksas bilgisayarlarında adım ön saflarda yer almıyor ve N’Gotty bu yüzden gergin. Ayağında mahmuzlar bulunan ve adı da kulakta saçma çınlayan bir şerifle daha öncesinde hiç selamlaşmamıştım. Halbuki karakolları… aammm, bu tip yerlere giderken nasıl bir kravat takmam gerektiğini iyi bilirim. Bak, bu N’Gotty var ya… ortalığa daha önce hiç duymadığım kokular salıyor. Kokular değişik mahiyette; bu yüzden de işe yarar bir strateji geliştiremiyorum. Çözülmesi zor bir dümbeleğe benziyor; yazık ki ters zamandayız.
“Sen,” dedi… ben az buçuk düşündükten sonra aktarıyorum; linklerde arıza falan yok… “Sen salı sabahı bir kadınla kasabanın büyük marketinde alışveriş yapan adam değil misin?”
Sırtımdan soğuk ter damlası aşağıya doğru süzülüyor. ‘Küçük Co’ diyorum; ‘… sakin olmalıyız. Azıcık ilginin dışında fazla bir şey beklemeyen bu serseme her şeyin yolunda gittiğini hissettirmelisin. Aksi halde bütün geceyi nezarethanede geçireceksin ve orada çürümeye yüz tuttuğun dakikalar boyunca, N’Gotty’yi soyup soğana çeviren şu Brooklynli orospuların hikâyelerini dinleyeceksin.’
Ludwig, demiştim ya, güvenilir birisine benziyor:
“Rahat bırak onu N.” ‘en’ diye telaffuz ettiğine yemin ederim; az önceki Kanadalı, zavallının kafasını zaten yeterince sikti.
Ludwig sonrasında bana dönüyor:
“Ama sen de oğluna karşı nasıl bir tavır alması gerektiğini o yardıma muhtaç adama anlatamadın gitti. Ona karşı umarsız davranmakla kötülük ettin dostum; bence kötü birine benzemiyorsun. Gözlerin öyle bakmıyor.”
Ludwig’e aptalca bir bakış fırlatmaktan öte bir şey yapamıyorum.
N’Gotty şimdi koluma yapıştı ve biliyorum, artık beni bırakmayacak. Bildiğim en berbat küfrü Yeliz’e savuruyorum. Beni terk etmeseydi, şimdi burada, bu sarımsak kokusuyla boğuşmak zorunda kalmayacaktım.
N’Gotty tavada patlayacak mısır tanelerine benziyor şimdi… etrafa sıçramasını önlemek için tavayı bir kapakla kapatmalı. Bu herif tıpkı beş on dakika içinde ateşten çekmeyi unuttuğun mısır dolu bir tavaya benzemekte -evet; eğer susturulmazsa hepimiz mahvolacağız. Kararmış mısır tanelerini yerden kim toplayacak, ha?
Ondan kurtulmak için Jess Mortmöller’in taktiğine başvurmayı göze alamıyorum. Gel gör ki N’Gotty tam bu sırada 11 Eylül, New York katliamından söz açıyor:
“… New York’un elli mil doğusundan kutupları dik kesen kalın bir çizgi çekeceksin. Fakat bu dik çizgi ekvatora gelince, oradan Afrika yönüne uzanıp kıtayı güney ve kuzey bölgelere ayırmalı. Çizgi hizasını yeniden New York’un elli mil doğusuna getirmeyi unutma, tamam mı!... Ve gerisini de sikip atacaksın. O pörtlek kafalıların kökü kurutuluncaya dek kapıları… aamm, diyebilirim ki açılabilir hemen her şeyi o -biiip bip bip- larına kapatacaksın!”
‘Küçük Co’ diyorum; ‘… dedelerimin Asyalı olduğunu N’Gotty asla öğrenmemeli!’
Titremem mi!
Bir an için N’Gotty’nin hakkımdaki her şeyi bildiğini farz ettim; öyle ki kocaman beyaz gözlerini açabildiğince açmış ve kalın, bembeyaz dişlerini kulak kepçemin üstüne getirip dokunduruyor. Onu tutup koparmak isteyecek kadar delirmiş olabilir mi? Bilse benim kim olduğumu; acaba çıldırır mı?
Nelly Nelly, yardım et lütfen!
Ansızın bu repliği hatırladım. Yalnız başıma Broadway sokaklarını arşınlarken günaha girip bir tiyatro bileti almıştım. Ve beni en öndeki koltuklardan birine oturtmuşlardı. Rolünün hakkını verdiğini düşündüğüm yaşlı bir kadın benden bir karış uzaklıkta bizden tarafa, boşluğa bakarken bir elini kaldırıyor… titreyen eli gözümün önünden hiç gitmez: Nelly… ohh Nelly… yardım et lütfen!
Zihin oyunları insanı mucizevi hediyelere açık tutuyor. Kuşkusuz, insan zihnini hatırlamaya değecek şeylerle doldurma şansı yakalayabilmişse oluyor bu.
Peki, şans nedir?
Şans, ‘Jess gittikten sonra bakalım N’Gotty’ye katlanabilecek misin, yoksa başka bir şey mi istersin?’ meselesidir.
Koluma vuruyor; sanırım uyanık olup olmadığımı öğrenmek niyeti. Sonra, yarım kaldığı yerden aynen devam:
“Çizgiyi çizdin ve onları yok ettin, değil mi!... İş yine de bitmiş sayılmaz. Yeniden üremek isteyeceklerdir. Onlar üreme fırsatı bulamadan sen bir şeyler üretmelisin. Tıpkı Tanrı gibi… Tanrı dünyayı niçin yarattı sanıyorsun, ha? Başka birisi başka bir şey yaratmasın diye. Peki, niçin salahiyeti gidip de sonunda Garaba verdi? Çünkü bu işten sıkılmıştı. Sıkılmıştı ve dünyayı batırmaya karar verdi ve bunu halletmenin yolunu sadece Jarusalem’de gördü. Bu savaşı orada başlattı ve orada bitirecek; bu bu kadar net. Benim dedelerim Kongolu…”
Ahh Tanrım… bu ince bir mevzuu; lütfen pas geç diyorum içimden; burayı pas geç! O ise tıpkı bir öküz gibi; bodoslama sürüyor toprağı.
“Kongo’da hiç kavga çıktığını hatırlıyor musun, ha? Çıksa bile derhal bastırılır. Biz itaat etmeyi sorun etmeyiz ve kargaşa yaşansın istemeyiz. Ya Orta Doğu; onlar öyle mi? Yolunun oraya düşmesini asla istemem dostum. Kongo’ya git; Zubaru’ya git; Anokbarawu‘ya git; Yararabawa’ya git; Yarayara’ya git; Osamuta ve Yabala’ya, bu cennet yerlere git. Asyalıları siktir et. Onları doğramak gerekir. Ha, bak, Japonları hariç tutmalıyız. Onlar iyi insanlar. Ama Japonlarda da bir boy sorunu var; halledemediler gitti adamım. Her şeyi standartlara soktular; ama boylarında bir türlü başarı yakalayamadılar. Ve sırf bu tablo bile Amerika’nın onlardan her zaman daha güçlü olacağının işareti; ya sence? Bak dostum; işin doğrusu şu ki Japonları bu konuya karıştırmamak gerek. Rautaug’a tırmanarak kendilerini harap etmek uğruna bize kelle başına yüz dolar bırakıyorlar. Oysa bir Garap öyle mi? Onlardan birini bulduğumda anında görecek herife neler yapacağımı. TT. Murray de böylelikle bu işte ne kadar ciddi olduğumu anlar. O alçak herif bu konudan ne zaman söz açılsa bana bir yerlerde yanıldığımı söyleyip duruyor. Şerif olmamla eşek olmam arasındaki farkı günün birinde ona göstereceğim. Dünya ikiye ayrılmalı… beni duyuyor musun; dünyayı ikiye ayırmaları gerekiyor. New York hattı ve sik kafalılar diye… Sen ne işle meşgulsün? Bak, bu tezimi git de arkadaşlarına anlat. Bakarsın bu sözlerim gerçekten de Amerikan Dış işleri politikalarından biri oluvermiş, ha! Daha zengin, daha huzurlu ve daha mutlu Amerika için daha sıkı çalışmalıyız. Detaylar üstünde durmalıyız dostum. Detayları göz ardı edemeyiz.”
N’Gotty kahrolası milliyetçiliğini kusarken tarihsel materyalizmi unutuyor. Nasıl ki dedeleri Kongo’da şerefli bir hayat sürmüştü, ağzına doladığı şu kahrolası terörist coğrafyaların da benzeri bir şerefliliği en az kendi ecdadı kadar hak etmiş dedelere sahip olabileceği gerçeğini unutuyor. Tarihsel materyalizm ve onun diyalektiği, elektriği ilkin Kongo’ya getirmemişti. Hem sonra, N’Gotty, sulamayı akıl edip de bir türlü beceremedikleri yüz binlerce kilometrekare araziye nakliye uçaklarından atılan çuval çuval mısırlarla bayatlamaya yüz tutmuş US bisküvilerini ne çabuk unuttu!
Hiç bilmezsin; anlatayım. Nisan sonunda yahut mayısta Küçükesat’tan Tunalı Hilmi’ye yürürsün… bir ikindi vaktidir; yağmur henüz kesilmiş, toprak buğuldamakta. Korna çalmamaya özen gösteren düşünceli ve kibar sürücülerin arasından park yönüne doğru ilerlersin. Esat’tan aşağıya süzülüp parka yaklaştıkça kadınların daha bir alımlı göründüğünü, kendilerine güvendiklerini fark edersin. Yürüyüşleri bunun en büyük kanıtıdır. Kuğulu Park civarındaki zarif elbiseler caddede artık daha fazla yer tutmaya başlar. Bunların Amerika’yla, hatta şerifi olduğun bu taşrayla hiçbir ilgisi yok. Esat’ı arkana almışsan caddenin sol tarafında birbirinden cezbedici görünümleriyle muhteşem tatlıcılar sana el sallar. ‘Afrodizyaktır; almamalıyım’ diyerek vitrinlerin önünden kaçmaya bakarsın. Yolun öbür tarafındaki Tekel büfesinin camekânlarında o mağrur, dik duruşuyla viski Kentucky seni bekler. Tatlılar sana hep bela çıkarmıştır; fakat viski öyle mi? Eski dostunu kucağına alır, anılarının hatırına doksan liranı bayılırsın. Sanki ördek vurmuş bir avcı sevinciyle ofisinin yolunu tutarsın. Asansörle çıkarken, ‘viskimi paylaşacak birilerini bulmalıyım’ diye düşünürsün. Masandaki çekmeceden çıkardığın telefon defterinde birilerini ararken yutkunursun. Arar da arar, yutkunursun…
Yalnızlık aşamalarıdır bunlar.
Ve yağmurla yıkanmış mis kokulu bir bahar cumhuriyetinde… yaşlanmaya başlarsın. Her şeye rağmen oralar güzel yerlerdir. Kendine has ve yalnızca kendine konuşan bir yaşamı vardır Orta Doğu’nun, duyuyor musun cücük kafalı! Oraları, o güzel diyarları hiç bilmiyorsun.
Ayhan Kavcı




Yorumlar