Öykü- Ayşe Gizem Güngör- Pelin Otu
- İshakEdebiyat

- 4 gün önce
- 4 dakikada okunur
Fatma Hanım, buyurun girebilirsiniz. Fatma Hanım, Fatma Hanım burada mı? Fatma Pelin Çatay?
Fatma gibi hissetmediğimden, hiç üstüme alınmadığım bu çağrı, benim için. Daha çok Pelin’im ben. Fatma, annemin bana hamileyken aç olduğu günlerden birinde, bir kutu sütle bir ekmek getiren üst komşusuymuş. Bense Pelin’im. Babam pelin otunun şifasına inanıp koymuş adımı. Daha anlamlı olan bu, adımın hikâyesi bu olsun. Ama ben ıtırlı bir kokudan ziyade acı bir tadım sanki. Fatma ise hiç üzerime alınmadığım diğer adım. Hiç oralı olmayışıma Allah’ın bir tokadı denebilir mi? Peygamberin soyunu tek başına üstlenen Fatma annemiz ve hemen herkesin her gün hatırlatmaktan geri durmadığı gibi; kimseye soyunu sürdürecek bir bebek veremeyen ben. Oysa kadınlığımın bundan başka bir amacı yok.
Sıcak yatağımın içinde gözlerim kapalı, bilincim açık kıvrılmış haldeyim. Rahat bir uyku için doğru pozisyondayım ama rahat bir uykuda değilim. Yorganın serin tarafını bulmam gerek. Ben uykum için kıvranırken onun rüyada sayıkladığını duyuyorum. Ter akıyor saçlarının arasından, dudakları aralık, alnındaki damarlar belirgin… Normal şartlarda mutlaka oynaşırım onunla böyle durumlarda ama şu an bunun zamanı değil; anlıyorum. Korku dolu zihnini okşamak umuduyla şakaklarına bir öpücük konduruyorum, onu ürkütmemeye özen göstererek, “Uyan sevgilim, rüyaydı, kötü bir rüya,” diyorum. Gözlerini hafif aralıyor, arkasını dönüyor, uyandı artık, kötü bir rüyada değil hissediyorum. Ben de rahat olmayan uykuma geri dönebilirim. Yorganın serin tarafı, yastığın yumuşak tarafı derken gözlerimi aralamamla karşımda onu görüyorum. İkimizin de çok sevdiği o yeşil, kadife berjere oturmuş. Koltuğun ucuna doğru eğilmiş. Kapalı perdenin arkasındaki pencereden sızan gecenin titrek ışığında tam seçemiyorum onu. “Az önce uyumuyor muydun sen? Ne işin var koltukta?” O sorularımı duymuyor; ben hangisi rüya hangisi gerçek bulmaya çalışıyorum.
Komodinin üzerindeki lambaya uzanıyorum. Nereden duymuştum? Rüyadaysam lamba açamazmış insan. Hemen deniyorum. Açılmıyor lamba, açamıyorum. Demek ki rüya görüyorum. Neden bilmiyorum, biraz da olsa rahatlıyorum, bu saçmalığın rüya olması beni sakinleştiriyor. Benim bir türlü açamadığım lambayı o büyük bir sakinlikle açıyor. Ancak ışık beni rahatsız etmiyor, yakmıyor gözlerimi. O da beni daha rahat görmek ister gibi yüzüme eğiliyor. Rüyada olmayan birinin, senin rüyada oluşunu izlemesi nasıl bir his diye sormak istiyorum ona ama ağzımı açamıyorum. Hatta artık kıpırdayamıyorum bile. Yorganın altına yastığımla beraber gömülmüş gibiyim.
Ben, artık rüya olduğundan emin olduğum rüyamdan sıyrılmaya çalışırken daha da aydınlık olan gecenin ışığıyla koltukta oturan onu rahatlıkla görüyorum. Kucağındaki bebek mi? Bizim bebeğimiz mi? Oldu mu yani? Ben hızlı hızlı sorular yağdırırken -eminim ki sadece zihnimden- o, battaniyenin rengini bile seçmeme fırsat vermeden usulca, sessizce kalkıyor. Koltukta oturuşunun izi kalıyor. Dur, dur diyorum. Göster bir kere, emzirmedim bile daha, beklesene. Her bir adımından emin, çıkıyor odadan. Göğüslerimden pembe bir süt sızıyor.
“Fatma Hanım siz misiniz,” diyor, adımı defalarca tekrar ederek hatırlatmak isteyen danışmadaki kadın. Bağırıp durma Allah’ın cezası. Benim. Hangisiyim bilmiyorum ama benim işte onlardan biri, herhangi biri.
Doktorun odasına gitmem gerek, dönen başım kendini sabitlediği an ayağa kalkıyorum. Ve işte o zaman sen, bir kez daha orada olmak istemediğini belli ediyorsun, benden ayrılan diğerleri gibi.
Banyonun önünde bir ileri bir geri gidiyor, adımlarını duyuyorum. Klozetin kapağına oturmuş, o lanet on dakikayı bekliyorum. O iki kırmızı çizgiyi görmeden çıkamam bu sefer. Bir öncekinde el ele beklemiştik, romantik sanmıştım o an ama iki kişinin hayallerinin aynı anda yere çakılması pek bir nahoş oluyormuş. Kendini avutmaya çalışırken insan, bir de diğerinin yere düşen hayal kırıklıklarını toplamakla uğraşıyor. O yüzden kararlıyım bu defa, banyoda öğrenip gardımı alıp öyle çıkacağım. Dişlerim dudaklarımı eziyor, çift çizgi oluyor dudaklarım. Ilıkça bir şey ilerliyor dudağımdan çeneme. Elimdeki beyaz çubukta tek bir pembelik, tek başına bir çizgi. Bu defa da olmuyor. Rüyamı hatırlıyorum, bir türlü hayra yoramadığım rüyamı. Önce kendimi teselli ediyorum. Onu da teselli edebilmek için gülümseyerek çıkıyorum banyodan.
Yetim olan arkadaşımı hatırlıyorum. Kırılmış kalbini, dışı kalabalık yalnızlığını… Tüm yetim olanları düşünüyorum. Düşündüklerim ve hatırladıklarım fiziksel bir sızıya dönüşüyor. Karnımda bir sancı. Böyle bir hikâyeye başrol olmanı istemiyorum. Yetim bir hikâyeye başrol olmamayı kendisine borçlu olduğum babam, dolu dolu gözleriyle beni izliyor. Elleri siyah montunun cebinde, dişlerinin arasından konuşuyor, gözleri kızarmış. “Yapma kızım, ondan sana kalan bir bu olacak.” Dinlemiyorum. Anlamayacak olanlara rüyamdan da yetim arkadaşımdan da bahsetmiyorum.
Bu defa gözümden akan yaşlar ışıl ışıl yapmıştı gözbebeklerimi. Mutluluktan ağlamanın hakkını vere vere çıkıyorum banyodan. Çünkü bu defa oldu. “Nasıl yani? Emin misin? Test nerede? Ben de bakayım. Kaç dakika bekledin?” Bana sarılıyor, banyoya koşuyor, çift çizgiyi kontrol ediyor, yetmiyor beklediği dakikalar; bir türlü emin olamıyor. Dönüp dönüp beni öpüyor, karnımdaki seni seviyor. “Kalp sesini duymadan kimseye söylemeyelim,” teklifi benim tarafımdan da kabul görüyor. Kayıplar deneyimledik, teselliler can sıkıcı. Bunları düşünmemeye söz verdik.
Gidip geliyorsun, gidip geliyorsun. Islak, kaygan rahmimden bir çıkış bulmaya, akmaya çalışıyorsun. Bu kadar çabuk mu? Sancıyla oturduğum sandalyede bir parça kan oluyor, bulduğun sıyrıktan akıyorsun. Bir parçan içeride benimle, dışarıda pıhtısın. Koyu, ıslak, kandan olma. Yapışıp kalması gereken yere yapışamamış bir zerre kansın artık o sandalyede.
Sabırsız. Pembe mi mavi mi bekleyemeden yeşil, turuncu cinsiyetsiz renklerle dolduruyor her yeri. Adın da cinsiyetsiz; bir ahşap küpün üzerinde yazılı odanda bekliyor. Doğduğun gün giyeceğin o süt beyaz tulumun, parmak ucundaki ayıcıktan hışırtılı sesler çıkaran patiklerin, hepsi hazır. Seni bekliyoruz. O heyecanlı, ben heyecanlıyım. Rüyamdan bahsetmiyorum ona, güzel şeyler olacak.
Sen bacaklarımdan aşağı bir avuç kan olup dökülmeden doktorun yanına gidebilseydim, sen duymadan usulca fısıldayacaktım ona. “Karnımdakiyle ben aynı anda var olamayız. Ben buradaysam, onu alın.” Erken davrandın o yüzden. Kararı bana da doktora da bırakmadın, her zaman en çok da bunun için minnettar olacağım sana.
Telefonun sesini duyunca ellerimi havluya hızlıca silip mutfaktan çıkıyorum. Tanımadığım bir ses. Sakin, korkutmaktan çekinen ama kaygılı.
“Evet, Pelin ben, eşiyim.” Rüyam kafamın içinde dönüyor.
“Nasıl?” diyorum, dedim mi bilmiyorum. Elimde havlu, düşen telefonu düştüğü yerde bırakıp telefondaki kaygılı sesin bahsettiği hastaneye gitmek için arabaya biniyorum. Üç saat sonra o hastaneden ‘tek’ başıma çıkıyorum.
Kendiliğinden giden, istemeden elimden kayan her şey gibi kıymetlisin. Ayaklarımı iki yana uzatmış halde gidişini izleyerek veda etseydim sana, göğsümdeki bu yumruyu azaltır mıydım acaba? Peki nasıl inandım en nihayetinde, sayfanın sonunda ‘mutlu son’ yazacağına? Karnımdan çıkıp göğsüme geleceğine, benden aldıklarınla büyüttüğün ve benden alacaklarınla büyüteceğin o çelimsiz, beyaz parmaklarını yüzümde gezdireceğine, ensenden yayılan o kokunun, bilmediğim ama bilseydim müptelası olacağım o kokunun tenime bulaşacağına nasıl da inandım?
Soru işaretlerim tansiyonumla beraber beni de aşağı çekerken pencerenin önündeki pelin otunu dalından söken babam, elinde ekmek ve sütle bekleyen üst komşuya, “Utanması yok bunun,” diye bağırıyor, gerçekten mi bağırıyor? Gerçekten oluyor mu bunlar? Hayrı olmayan rüyalarım, gözlerim açıkken de mi görülmeye başladı artık? Rüya mı gerçek mi anlayamadan, yere yığılıyorum. Eski karo döşemeye öbek öbek yayılmış senin yanına. Göz göze gelmeyi çok isterdim ama daha yakınız, iç içe.
Ayşe Gizem Güngör




Yorumlar