top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Berna Terziahmetoğlu- Ay Günü

Uzun binaların, havaya yer bırakmayan biçimsiz yapıların arasında henüz dokunulmamış bir mahalledeyim. Altı katlı, bahçeli bir apartman yaşadığım yer. Televizyonun ışığı aydınlatıyor evi. Sanki evde benden başka biri varmış gibi iyi geliyor anlatan ses. Özenerek aldığım önü açık ayakkabılara takılıyor gözüm. Giymeye utandığım için hala kutunun içinde duruyorlar. Kullanacağımdan değil, bende de var demek için almıştım.

Bir belgeseli dinliyorum. Önce ürküyorum sonra içime bir ferahlık geliyor. Tamam, diyorum. Yakın zamanda işe yarayacak bu gizlediğim kusurlar. Ayaklarımdaki perdeleri kullanacağım günler gelecek.

“Buzullarda yaşanan küçülme ülkelere, şehirlere gelen suyu artıracak. Isınmanın artması ve buzullarda yaşanan erimenin sürmesi hâlinde yerkürede 2050 yılına gelindiğinde en yüksek su düzeyine ulaşılacak.”

Sedefli gümüş sigara tablasından bir sigara alıp koltuğa oturuyorum. Işıkları yanmıyor, yok bu akşam. Uykum yok. Gecenin gündüze tortusunu bıraktığı saatler. Aya bakıyorum. Batmak üzereyken gelmiş, onun penceresine konmuş.

Bodrum katının önündeki çiçeklendirilmiş pervaza ışığını bırakıyor ay. Evin içi görünüyor gündüz gibi. Aramızdaki kat mesafesinin verdiği eğim çoğu şeyi tepeden görmemi sağlıyor. Masada devrilmek üzere gibi duran kitaplar, içinde kahvesi kurumuş yan yana duran fincanlar, kalemler, izmarit dolu küllükler, sargı bezleri, fare ilaçları ve kapanları duruyor. Kazaklar, pantolonlar, giydikçe çıkarılmış kıyafetler umursamazlığın görüntüleri gibi. Kırışıklıklarındaki insan iziyle dökülmüşler sandalyenin üzerine.

Komşusu Leyla Hanım’la sokakta karşılaşıyoruz. “Ben alıştım o kuyruklu şeylere, kapanları, zehirleri nasıl koyacağımı biliyorum ama Orhan Bey için tabii zor olur bu işler.” diyor. “Yardım etsem. Ama bir huysuzluk var üstünde. O da haklı tabii. Hem eli hem gözü… Zor, çok zor.” diyerek uzatıyor durduramadığı konuşmasını.

Onun benim sadece yüzümü görebildiği, benim onun her şeyini izleyebildiğim bir gecenin sabahında fırında karşılaşıyoruz. Bir eliyle aldığı ekmekleri tutmaya çalışırken diğer eldivenli eliyle bir gözünü saçıyla kapatmaya çalışıyor. Tam bakamasam da göz kapağıyla yüzünün arasındaki doku farkını görebiliyorum. Bu dokunun altından diğer gözünden daha çok parlayan ela bir ışık yüzünün yarısına yayılıyor.

“Nasılsınız Orhan Bey, uyumamış gibisiniz.”

“Gece nöbetleri, malum,” diyor kısa kesmek isteyerek.

Gözünde bir kuyu, elinde yarasıyla dik yürümeye çalışarak gidiyor. Yük kaldırmayan bacaklarımı daha fazla zorlamadan ben de çıkıyorum fırından. Evin yolunda yürürken çocukluğumda ayaklarımla beraber ruhumun nasıl bir ihmale maruz kaldığını düşünüyorum. “Nasıl olsa yürüyebilir. ”demişler. Ayak bu, her zaman açıkta değil ya, gibi kendini kandırmalarla geçmiş ailemin hayatı. Bundandır ayaklarımla aklım hiçbir zaman yere sağlam basmamış.

Karada yaşamak için yaratılmamış gibiyim. Suyun hareketi, ayak parmakları perdeli birine şifa olabilir ama dünyadayım, insanım. Yüzünce yaşadığını anlayan, sgöl, deniz, nehir ne görse yaşama sevincini yakalayan biri kendisi gibi biriyle olmalı. Karada değil belki yer altında nefes alan, dünyanın ışığına uzak biriyle aynı dili konuşabilirim. Sevgilim de gitti, ayaklarımı gören gidiyor. Yine de bütün kayıplardan sonra komşumu düşünürken iyi oluyorum. Hayatın kuytusunda benim gibi beklemede olan biri olduğunu bilmek derin nefes aldırıyor.

O gece düşüncelere daldığım anda ayın yere doğru süzülüşünü izliyorum. Yine onun penceresine yaklaştı. İçeriyi izliyorum. Aynı anda penceredeki çiçekleri suluyorum. Gecenin işleri bunlar benim için. Eğildiğim yerden kalkarken gözüm masasının üzerindeki küçük kamp ateşiyle kaynattığı sarı, çiçek buketlerine takılıyor. Sürekli elinde gördüğüm kantaron çiçekleri bunlar. Suyunu soğutup eline sürüyor. Diğer eliyle de bir şeyler yazıyor defterine. İlacını kendisi yapıyor, günün gecenin içinden dolu dolu geçiyor. Kafasını kaldırdığında tek gözüyle bana bakıyor. Eliyle masanın üzerinde duran içi miskete benzer şeylerle dolu kutuyu aniden kapatıyor.

Telefonum çalıyor. Bu saatte bir yalnızla kimin işi olabilir diye düşünüyorum. Kimin çaresizliğinde aklına gelmiş olabilirim?

“Zülal merhaba, geç oldu ama kusura bakma.”

“Bilirsin akşam yeni başlıyor benim için.”

“Gelmedin kuzenlerle yemeğe?”

“İki saat önce haber vermek biraz da gelme demek değil mi?”

“Aaa, ayıp ediyorsun, bak arıyorum merak ediyorum seni.”

“Evet arayıp vicdan rahatlatıyorsun, iyi geceler.”

Şehrin içinde dönüp duran martı sesleri, zihnimin kayıp ikaz alarmı gibi içimde çınlıyor. Ses, boşluğun büyüklüğünde kaplıyor kalbimi. Her sabah martı sesleri buluşturuyor pencerede iki insanı. İnsan birine bakmak, sevgi anlatmak istiyor. Tutuk bir hâl bendeki. Aile denen çıktığın kör kuyuda, sevgi vermenin zayıflık olduğu bilgisiyle duygular öbek öbek tortu gibi kalmış. Felç olmuş zaman içimde. Şimdi, perdeli yapışık parmaklı ayaklarımla babadan kalma eski evde günlerimin çoğunu birini izleyerek geçiriyorum. Buzulların eriyip suların yükselmesi haberi düşüyor aklıma. Bilgisayarı açıp garip bir duyguyla konuya dair bilgi arıyorum.

“İnsan vücudu küresel ısınma sebebiyle dünya sular altında kaldığında evrimleşme ihtimali taşıyor.”

Okurken sırtımı dikleştiriyorum. Yaşama isteği siniyor içime. Hem dünya sulara gömülecek hem de ben bir şey başaracağım. Suların altında yeni bir hayat şansını kullanacağım. Bu açamadığım, oje süremediğim, şık, yüksek, açık topuklu ayakkabılar giyemediğim ayaklarım işe yarayacak. Bir hafiflemeyle pencereye gidiyorum.

“Günüm yok, güneşim yok

Uykum yok, düşlerim yok

Kın olmuş susuyorum

Bir tek sırdaşım yok…”

Bu dünya zamanında eski plakları sınırlı sayıda üretip satma çabasındaki hayalperest bir mahalleye pek yakıştı diye düşünüyorum pencerede şarkıyı dinlerken. Plakçının düşleri ve usul usul yayılan müzik için bile değer dışarı çıkmaya. Merdivenlerden inerken umutlanıyorum görürüm diye. Heyecanla korkuluklara tutunuyorum kayıp düşmemek için. Apartmanın buzlu camına büyük dolu taneleri vurmaya başlıyor yağmurla birlikte. Bir fırtına, bir tufan. Şemsiyeyi almak için eve dönmeliyim. İndiğim hızdan daha fazlasıyla yukarı çıkıyorum. Biri benim bakımlı halimi, şık, önü kapalı babet ayakkabılarımı görse insan varlığımın ayaklarıma inince bir hayvana olan yakınlığına inanamaz. Apartmandan çıkar çıkmaz onu görüyorum.

“Merhaba beni şarkı çıkardı sokağa.”

“Peki.”

“Bitki çantanız mı? Kantaron almaya sanırım…”

“O da mümkün.”

Az konuşuyor, boşluklu cümleler kurup ne önünü dolduruyor, ne tamamlıyor. Saçlarının altında bıraktığı sol gözü daha çok parlıyor diğerinden. Tuhaf bir şeffaflık, olağandışı bir irilik. Çerçevesine sığmayan bir ışık huzmesini ısrarla saçlarıyla perdelemeye çalışıyor Orhan Bey. Yüzüne yavaşça eğilerek sormak istiyorum. Her cevabın, sözcüğün derinlere atılan bir ilmek olduğunu, o ilmekle indiğim yerin bir kuyu mu yoksa arzın merkezi mi olduğunu kestiremiyorum. Vazgeçiyorum. Yolumuza devam ediyoruz.

O, muhtemelen bir baharatçıya ben de mahalle pazarına gidiyoruz. Sebze kokularına karışmış meyve kokuları, yağları parlayan iri zeytinler, nane kokuları, mısır püskülleri, doğal bitki çaylarının uçuşan tozlarını izliyorum. Hem acele içinde olup hem de elimdekilerin ağırlığının ayaklarıma inişi zorlamaya başlıyor. Benden önce işlerini halletmiş. Apartmanın önüne yaklaştığımda Orhan Bey’in dairesinden gelen seslere irkiliyorum...

“Birken iki oldular, Sizinle baş edemem ben. Kemirmişler not aldığım defterleri… Cürümsüzler!”

Bir an durup destek alır gibi karnına koyduğu eline takılıyor gözüm. Miskete benzer cisimlerin olduğu kutuyu kapatmaya çalışıyor. O kutu hep koruması altında; sanki dünyayla bağı onun içinde ama hep bir şeyi saklar gibi. Yerdeki beyaz kâğıtlara, kıyafetlere basarken dengesini neredeyse kaybediyor.

“Orhan Bey kolay gelsin, yardıma geleyim.”

Pazardan hemen eve döneceğim için ayağıma çorap giymediğim geliyor aklıma. Endişeleniyorum, ayaklarımı görüp kaçacak, garipseyecek ve bunu belli edecek diye düşünürken nefesim sıkışıyor. Belki ayakkabıyı çıkarttırmaz, yok olmaz yağmur yağdı, her yer çamur. Belki de terlik verir. Eve de gitmek istemiyorum elimdeki torbalarla.

Kapıyı elinde fare zehirleri ve kapanları ile açıyor. İlk kez panik halde görüyorum. Bu panik içeri ayakkabılarımla girmemi kolaylaştırıyor. Bakmıyor bile.

“Bak, bak orada, masanın üzerinde biri, kâğıtlarımı kemiriyor.”

“Sakin lütfen, öğrenci evimden alışkınım. Kapanları koymaya çalışayım, ilaçları sonra koyarız.”

Benim sakinliğimle duruluyor. Duvarlarda siyah beyaz, eski İstanbul fotoğrafları. Daha da karartıyor evi. Eli yaralı, tek gözü saçıyla sürekli örtülü biri için fazla karanlık bir ev. Arkaya doğru uzayan koridora ve odalara rağmen sanki bütün yaşam bu salona toplanmış. Ben farelere tuzakları kurarken o ilk kez bana bakıyor. Yine gözündeki perdeden yükselen bir ışık hediye gibi yüzüme vuruyor.

Kitaplığın arkasından gelen tıkırtıyla irkiliyor, aynı anda üst üste duran kıyafetlerin olduğu tarafa kaçarken raftan atlayan başka bir farenin sıçrayarak onun olduğu tarafa gittiğini görüyorum. O kutuyu kucağına alıyor, sımsıkı kavrıyor. Koltuğun üzerine çıkıp “Yeter yeter. Gidin cürümsüzler!” diye bağırıyor. Ben masanın üzerinden sıcak çay fincanını almaya çalışırken büyük bir gürültüye kafamı kaldırıyorum.

Önüme yuvarlanarak gelen küçük bir küre, anlamaya çalıştığım bir an.

Beyaz cismin üzerinde dönerek hareketlenen kahverengi, siyah halkalar. Bir şeffaflık bana doğru saniyelerin içinden koşuyor. Ardından beş on tanesi yedek kutusunun içinden dökülüyor. Bir misket oyunu gibi hepsi birbirine çarpıyor. O yerde, saçları arkada göz kapağındaki bir boşlukla uzanıyor. Kafasını vurmadığına emin olduktan sonra yerde kıpırdanan, cam gözlere bakıyorum. Gerçeğin içinden yükselip bir tablonun içine girmiş gibiyim. Etrafta cirit atan fareler oyun arkadaşı gibiler.

“Gözüm, gözüm… Gözlerim…”

Dizlerimin üstüne çöküyorum. Halıda parlayan cam gözlerden birini alıp ona uzatıyorum. Elimi öpüp yüzündeki boşluğa yerleştiriyor.

Akşam oluyor. Penceredeki ay ışığı evi aydınlatıyor. Rahatlamak için ayakkabılarımı çıkarıyorum.


Berna Terziahmetoğlu

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page