top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Doğa Cihan- Er Kişi Niyetine

Boğazımın üzerindeki elin sıcağını, sırtımdaki duvarın soğuğuyla beraber hissediyorum. Dayağı yemesek bile üşüteceğiz belli. Neymiş, topu çüklerine atmışım. Erkekliğiniz batsın, yüzünüze gelse gülüp geçerdiniz. Gözlerimi kapatıp kaderime razı oluyorum. Son nefesimi içime çekip gelecek ilk tokadı beklerken Burak abim hızır gibi yetişiyor.

“El kadar bebeye mi yetiyor len gücünüz!” diye çığırıyor önce. Ardından iki taş fırlatıyor, biri tam on ikiden. Köpek kovalar gibi naşlıyor yan mahalle itlerini. İçimde yükselen çaresizliğin dumanı gözlerimi sulandırmış. Ritimsiz iç çekişlerim bir sağanağa yol açmadan boynuna atlıyorum. Salya sümük ne varsa dolduruyorum abimin köprücüğündeki oyuntuya. “Erkek adam ağlar mı len sulu sulu,” diyor. Bilmiyorum ağlar mı ağlamaz mı? Bildiğim tek şey yeni açmış iğde çiçeği gibi kokan Burak abimin boynu. İçime çektiğim havayı bir daha geri vermek istemiyorum. Bazen nefes alıp vermekten daha iyi olabiliyormuş nefesini tutmak.

“Hadi oğlum sen yavaştan eve, annen merak eder,” diyor. “Senin annen merak etmez mi?” diyemiyorum. Etse kaç yazar ki.

“Sonra?”

“Sonra denize götüreceğim seni.”

Arkasını dönüp gitse de sırıttığını anlıyorum. Güldüğünde kulakları hareket ediyor.

Annemin meraktan zedelenmiş sinir uçlarını pansumanlarken Burak abimin yol ağzında görünmesini bekliyorum. Şıpıdık terliklerim ayağımda hazır ve nazırım. Köşeyi döndüğü an çizgi filmlerdeki gibi vınlıyorum, ardımda uçuşan toz toprak birikintisi. Soluğu abimin yanında aldığım vakit ikimizin de kulağı aynı ses ile çınlıyor.

“Trink trink, trink trink!”

Babasının gurbetten getirdiği üç teker bisikletiyle yanımızda bitiyor sülük Ethem. Ama lakabının sebebi her fırsatta yanımızda bitmesi değil. Harbi harbi kan emiyor bu çocuk. Ne zaman bir yeri kanasa hüp diye yapışıyor vantuz dudaklarıyla. Bir keresinde kıç kadar bir böcek ısırmıştı da beni, zehirlidir diye onu bile emmişti. Çok delikanlı çocuktur Ethem.

“Abiler bu sefer cami duvarına işemişsiniz,” diyor. Nerden biliyor sülük bunu diye kendi içimde soruşturuyorum mevzuyu. Ben çişimle ismimi yazarım duvara, Burak abim ise gelişigüzel takılır. Benim yüzümden enselendik herhalde, diye düşünüyorum.

“Hayırdır sülük, geveleme de anlat,” derken havadaki şer kokusunu ciğerimize çekiyoruz.

“Yan mahalle çalkalanıyor abicim. Karpuz gibi yarmışsınız çocuğun kafasını.”

Toplaşıyorlarmış, sözde bizi dövmek için. Korku, sessizlik ve yalnızlık el ele gelmiş ensemden üflüyorlar. Birkaç saniyelik ürpertim Burak abimin endişeye mahal vermeyecek sesiyle kayıplara karışıyor.

“Yürü hadi yürü, iki karpuzlu gazoz alalım şuradan.”

Kumsaldaki mavi muşambanın altında gazozlarımızı yudumluyoruz.

“Çok canın acıyor mu abi?”

“Ne çok canın acıyor mu?”

“Dayak yiyince diyorum, insanın canı çok yanar mı?”

“Korktun mu len bücür? Erkek adam korkmaz dayaktan,” diyor. “Şu karşıdaki adayı görüyor musun?”

“Hı hı.”

“Yan mahalledeki çocuklar gelmeden karşıya yüzersek bizden kralı yok.”

“Abi kurban olayım gitme bir yere.”

“Len oğlum korkma dedik ya, bak şimdi nasıl yüzüp geliyorum.”

Üstündeki beyaz fanilasını omzuma fırlatıp suya dalıyor Burak abim. Sağ kulaç, sol kulaç, sağ kulaç, nefes. Sağ kulaç, sol kulaç, sağ kulaç, nefes. “Ha gayret,” çekiyorum içimden, büyük dalgalara her çarptığında daha güçlü bir, “Ha gayret,” çekiyorum.

Dalgalarla yüzleştiği sıra köpükler baş gösteriyor. Cezvede kaynayan su gibi fokur fokur köpükler. Gözden yitiyor abim. Sanki denizin kıyısında, sanki uçurumun kıyısında. İki üç adam ayaklanıyor aniden. Bir ses, bir kargaşa, bir uğultu… Hep beraber atlıyorlar denize Burak abimin peşi sıra. “Abi geliyorlar koooş,” diye bağırıyorum. Yakalayacaklar diye ödüm kopuyor. Plajdaki herkes at yarışı seyreder gibi abimin yakalanmasını bekliyor telaşlı gözlerle. “Püh Allah’ın cezaları,” diyorum, “ne yaptı ulan Burak abim size?”

Tutmuşlar iki kolundan bir aceleyle fırlatıyorlar sahilin ortasına. Kalbine kalbine vuruyorlar, canım nasıl yanıyor.

“Hadi lan Burak,” diyor birisi.

“Daha sert bastır lan, daha sert,” diye çıkışıyor ötekisi.

“Durun n’olursunuz durun, benim yüzümden oldu,” diye yırtınıyorum kenardan ama sesimi duyan yok. “Ben vurdum çüklerine ben,” diye haykırıyorum. Deli gömleğini geçirir gibi arkamdan havluyu sarıp kendine doğru çekiyor beni teyzelerden biri. Tek eliyle gözlerimi kapatıyor. Göz görmüyorken gönül katlanmıyor. Kulaklar duyuyor ama.

“Naa niii naa niii!”

Siren seslerini artan şiddetiyle işitiyorum. İki adam bir sedye iniyorlar ambulanstan. Kurtarıyorlar çok şükür Burak abimi vicdansızların elinden. Sedyenin üzerinde ufak bir an rast geliyorum, uyuyor. “Façası pek bozulmamış neyse,” diyorum, toparlar.

Ertesi sabah kahvaltının ardından elimden tutulmuş şekilde yola çıkıyoruz. Nereye diye sormuyorum hiç. İşediğimiz caminin önünde duruyoruz önce. Kaçamak bakışlar atıyorum duvara, sidiğim çoktan kurumuş. Ethem desen zaten delikanlı çocuk, kimseye demez bir şey. Bu işten de yırttık. Bir an önce Burak abime yetiştirmek istiyorum havadisi. Onun da içi rahatlasın. Caminin imamıyla göz göze geliyoruz ama ben hiç oralı değilim. Sıkıyorsa kanıtlasın, çükümüzden mi anlayacak. Arapça bir şeyler söylemeye başlıyor. Canım fena sıkılmış, içimden yüze kadar saysam biter diye umuyorum. Bir, iki, üç, dört…

Sözün bittiği yere geldik emaresiyle tok bir ses işitiliyor.

“Er kişi niyetine, Allahuekber!”

Hay erkekliğiniz batsın. Sebepsiz bir yaş süzülüyor göz pınarımdan dudaklarıma doğru. Dilimin ucuyla tadına bakıyorum. Tadı deniz suyuna benziyor.


Doğa Cihan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page