top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Duygu Özsüphandağ Yayman- Deney

“Temizlik yapmak lazım önce,” dedi, “çok batmış buralar. Ne zamandır süpürülüp silinmiyor, kim bilir?”

Ağzı böyle söyledi. Kadınlar böyle derdi! Kalabalıktılar. Ekipte kendi gibi yalnız yaşayanlar da vardı. Evinde pislik içinde yaşamayı umursamıyor sanmasınlar istedi. Tozu, çöpü fark ettiğini bilsinler, “Titiz biri,” desinler. “Topluluk kurallarına uyumlu,” bellesinler.

Fakat içi böyle demiyordu. Hiç içinden gelmiyordu. Pencereleri açıp içeriyi havalandırmak. Koltuktu, halıydı, kilimdi ne varsa elektrikli süpürgeye yalayıp yutturmak. Örtüleri, perdeleri, yastıkları silkeleyip yıkamak. Çamaşır suyunu yarım kova suyla karıştırmak. Her odaya ayrı bez kullanmak. Bezler arasında mutfak tezgahından salon konsoluna, banyo aynasından yatak başlarına gezinip durmak. Turşusu çıkmak. Tere batmak. Kulunçları tutulmak. Annesine kabul ettiremediği varlığını, yeni tanıştığı bu dört kişiye bölüştürmek.

Hayır! Çok emindi, istemiyordu.

“Bana ne,” diyordu iç sesi, “başkasının pisliğini neden temizleyeyim? Herkes çerine çöpüne sahip çıksaydı!”

Halbuki bunun için buradaydılar. Bir sosyal deney grubuydular. Beş gün kalacakları kampa, o sabah getirilmişlerdi. Okuluna devam edebilmek için buradan alacağı ücrete ihtiyacı vardı. Ana babasından para isteme limitini çoktan aşmıştı. “Bırak artık, yazık harcadığımıza. Bitmeyecek o okul. Dön geri.” diyorlardı. Anketörlük, fuar hostesliği filan da kesattı epeydir. İnternette gördüğü ilan, derdine çare olacaktı. En azından bir süreliğine. Ne yani! Memleket kendisi gibi bir sosyal hizmetler uzmanından mahrum mu kalsındı!

Deneyin tam olarak neyi amaçladığından habersizdiler. Kendilerine sadece denmişti ki, “Evinizdeymiş gibi yaşayacaksınız. Bir aile gibi. Her eve gereken hangi işler varsa, onları yaparak. Her türlü ihtiyacınızı biz tedarik edeceğiz ve sizi bir kamerayla sürekli izleyeceğiz.”

Birbirini ilk kez o sabah görmüş beş kişi, üçü erkek, ikisi dişi...

Bir aile gibi. Etrafındakileri süzmüştü çaktırmadan. Şu salkım saçak olan... Sokaktan mı alıp gelmişlerdi onu? Önü sarkık, alacalı, hırpani bir hırka. Saçlar rasta. Boynunda yılankavi bir dövme. Pantolon yırtık pırtık. Mahsusçuktan ailem demek... Buna bir rol biçeyim. Olsa olsa, kaçık ağabeyimdir.

Üstünde fazla durmadı. Hırpaniyi, mutfak dolaplarında kahve ararken bıraktı gözleri. Asıl şu, erzak kavanozlarını kurcalayan kadın ilgisini çekmişti. Kendisinden az büyüktü. Nasıl da gösterişsiz, sıradan, adeta görünmezdi. El örmesi yeleğiyle, arkadan bağlayıverdiği saçlarıyla, uzun eteği ve yorgun kollarıyla ve vazgeçmeyen, dinlenmeyi seçmeyen, seçimlerden bihaber arayışlarıyla. Kavanozları, sadece kendisinin duyacağı sesle yoklamadan geçirip yana ayırıyordu. Dudakları kıpır kıpır.

“Nohut. Fasulye. Bulgur. Pirinç. Pirinç. Pirinç. Çok ayıklanacak var demek.”

Kadının belli belirsiz söylediklerini duydu. Kendine şaştı. Annesi hep şikayet ederdi, işine geleni duyarsın diye. İşine mi gelmişti kadın? Evet, belki. Yemekleri yapmaya teşneydi belli. Temizlik? Üstüne yıkar mıydı, yıkardı. Rol aramaya gerek var mı? Benden az büyük. Abla olur bundan.

Oysa ne ağabeyi vardı ne ablası. Öyle anneden ancak böylesi yetişirdi. Ev kadınlığı mayası bende tutmadığına göre... Mutfaktan her pürtelaş çıkışında bol kepçeyi önce erkekler için daldıran, ilkin küçük oğlancığıyla beyceğizini besleyen, “Erkekler doysun önce.” diyen, kalanı kızıyla kendisine pay eden dişi aslan. Annesi. Adamları ya iktidar budalası yapar ya da kaçık. Babası, ilkindendi. Ağabeyi de ikincisi, şu hırpani gibi delimsirek olurdu. Laboratuvar fareleri de kendilerini birbirlerinin bir şeyleri sanır mıydı?

Temizlik meselesi geldi yine aklına. Niye üstüne vazifeymiş gibi yüksek sesle söylemişti ki?

Lazım. Diyelim ki lazım. Sen mi yapacaksın kızım? Kime, neyi, neden ispatlama derdindesin?

Sırf bu nedenle yalnız yaşamıyor muydu? Kimsenin yükünü paylaşmamak için. Zapturapt altına girmemek, emir verip emir almamak için. Sadece kendi pisliğinden sorumlu olsun diye. Hatta özellikle bu sebepten. Kirayı, masrafları bölüşmek dururken öğrenci evini yabaniliğinin kalesi yapmıştı. Bayağı pahalı bir yalnızlık. Ah, işte şu parasızlık olmasaydı.

“Düdüüüütt!”

Düşünceleri o anda havada dondu. Sonra etrafa saçılıp tuzla buz oldu. Herkes yerinden sıçradı. Tiz ses, an’ı zamandan ayırmıştı.

Emekli albay, ağzında düdük, kolları arkada geziyordu.

“Sen! Çöpleri topla. Arkadaki alaca hırkalı, sana diyorum. Adın neydi senin?”

“Varsayalım İsmail.”

“Var mı, sayalım mı?”

“Sayınız efendim, İsmail sayınız.”

Albay fazla eğlenmedi. Yaşıtı olduğu belli kasketliye döndü.

“Hey, sen, efendi! Pencereleri aç, biraz taze hava girsin içeri. Sonra şu örtüleri, kilimleri silkele, balkonu yıka. Maşallah, gücün kuvvetin yerinde.”

Kasketli, sorgulamadan itaat etti. Emekli albay, kavanozları silip sıralayan kadını süzdü. İyi. Ne yapacağını biliyordu. Kendisini fazla uğraştırmayacaktı.

“Kızım, yemeğe girişmeden bulaşıkları yıkasan, bir de adını bağışlasan...”

Kadın başını hafifçe kaldırdı, mırıltılarının arasından, “Ayşe dediler.” sesi yükseldi, sonra yerine indi.

Albay söylendi. “Dediler ne be! Adına bile söz geçiremeyeni de yeni görüyorum.”

Geleceğin sosyal hizmet uzmanı, sıranın kendisine geleceğini bildiğinden arka tarafa tüymüştü. Odasını ve yatağını seçmiş, çarşaf değiştiriyordu. Ne ki düdük sesi, peşindeydi.

“Umumi temizlik bitmeden kişisel işlere geçmiyoruz, küçük hanım,” diye kükredi.

Küçük hanım, ikinci düdük sesine de sıçramıştı fakat pabuç bırakmamaya kararlıydı.

“Haklısınız bey amca. Size hangi görev düşüyor acaba?”

“Heyt, bey amca mı! Albayım diyeceksin. Paşam da olur.”

Kel başını taradı. Kravatını sıkıladı.

“Paşa gönlünüz bilir.”

“Adın neydi senin?”

Şunlara ailevi roller biçiyorum. Tayinimizi albay çıkarıyor. Eh, herkes kendini adlandırıyor... Bir uyduruk da benim hakkım.

“Saadet dedim. Bensiz saadet olmasın. Size de Mesut mu desek komutanım?”

“Senin dilin çok çalışıyor, ellerin işlesin biraz da! Elektrikli süpürge şu kapının arkasında.”

“Siz de kirlileri yıkayın madem paşam. İyi kıvırırsınız diye hissediyorum.”

Emekli albay, “Hadsiz, densiz...” diye söylenerek uzaklaştı. Saadet, ardından yetişti.

“Bir dakika! Gözlemcilerin sizi komutanlıkla görevlendirdiğini hatırlamıyorum. Öyle olsaydı hepimizi haberdar ederlerdi, değil mi? Buradakiler de seçmedi sizi. Yoksa bu da deneye dahil mi?”

Eliyle gözü, soruya destek çıkmıştı. Albay hazırlıksız yakalanmıştı. İmdadına iki er yetişti. Ayşe dediler ile kasketli adam, albayın ardında bitiverdi. Kasketli, kilim silkelemekle işin içinden sıyrılma derdindeydi.

“Mıntıka temizliği bitti efendim. Varsayalım İsmail, ortalıktaki tüm çöpleri topladı.”

Emekli albay, zaferinin gururunu, gözleriyle Saadet’in üzerinde gezdirdi. Varsayalım İsmail, elinde kahve fincanıyla uyuşuk uyuşuk geldi:

“Benim için fak etmez babalık! Ha sokakta ha burada çöp toplamışım. Bir kap yemeği nerede bulduğum önemsiz.”

Ayşe dediler, bulaşıkları yıkayıp paklamış herkesi yemeğe davet ediyordu. Onun yeri belliydi. Beş gün boyunca kendini mutfağa kapatacaktı. Sorular bildiği yerden çıkacaktı. Lakin hayat kazıktı! Evdeki komutanı daha yeni gömmüşken -ruhuna Fatiha, aç ellerini oku mırıl mırıl, aklına her gelişinde- yenisine ayak uydurmak... Neyse olsun varsın, yemeklerimi sevince ellemez beni... Ezberini kuvvetlendirmek, iç temizliğine bire birdi. Rafları, kavanozları bitişik nizama sokacak, soğanları yana yana doğrayacak, gözünün yaşını silmeye fırsat kalmadan tencerelere hanımlık taslayacak, hayatına bundan önce nasıl söz geçirememişse öyle devam edecekti. Bu deneyi de başarıyla verecekti!

Kendine Saadet diyen, sözün yersizliğini, yersiz yurtsuzluğunu hissetti birden. İki dudak arasından öteye gidemeyen karşı çıkışların kımıltısızlığını. Kuralları sorgusuz kabul edenin ataletini. Sizi gidi havan dövücünün hınk deyicileri! Pirincin taşını ayıklamak, asıl kendi işiydi. Ayşe dediler, kavanozdan fanuslarında mutluydu. Hiç sıçramayacağından başı da kapaklara hiç çarpmayacaktı nasılsa. Saadet, kavanozun dibindeki dünyadan nasıl çıkacaktı? Ayıkladığım taşlar yol gösterir mi bana? Bir hareket lazım şimdi. Yapmıyorsan istemiyorsun demektir.

Anne babası.

Parasızlık.

Roller.

Hepsi aynı avluya açılan laboratuvarlar.

Avluda birbirinin aynı voltalar.

Başlangıçta söylediklerini düşündü.

Temizlik yapmak lazım önce. Lazım ya. Pencerelerimi açıp içimi havalandırmak. Kalpti, beyindi ne varsa dışarının tozunu arıtmak. Üstüme atılan örtüleri söküp atmak. Her deneyin izlerini silmeye ayrı temizleyiciler kullanmak. Yorulmak. Yorulmayı kabul edip yılmamak. Doğduğumda kulağıma üfledikleri, adımla bir üç kere söyledikleri neyse onu çıkarıp atmak.

Adımdan başladım nasılsa. Soyadımı da peşine mi eklesem...

Varlığının kesip böldüğü parçalarını topladı. Önce geçirdiği temiz nevresimi geri çıkardı. Ayşe dediler ile Varsayalım İsmail’e ablalık ve ağabeylik payelerini sessizce iade etti. Emekli Albaya kısa bir bakış attı. Neyse ki buna bir yerimi kaptırmamıştım. Kasketli ise bir şapka askısından farksızdı. Sonra annesinin önlüğünü fark etti üstünde. Ne zaman giymişti? Çekti attı.

“Hadi millet, bana eyvallah!” deyip çıkıp gitti.

Yolda, iç sesi alıp veriyordu. “İlk iş nüfus müdürlüğüne gitmek. Yok yok, önce şu anketörlük şirketini tekrar yoklamak.”


Duygu Özsüphandağ Yayman

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page