top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Ebedi Müebbet*- İdris Erdoğdu

Otobüse bindiğimizde olan uğultu, yarım saat sonra yerini sessizliğe bıraktı. Önce arabanın sarsıntısına dayanamayan çocuklar uyudu. Uzun süredir derme çatma evlerde, barakalarda kalan yorgun yetişkin bedenler de daha fazla dayanamayıp uykuya teslim oldular. Benim gibi kamplarda, nispeten daha iyi koşullarda yaşayanlar cama kafasını dayayıp dışarıda olup biteni izliyordu.

Kilis’ten ayrılalı bir saat olmuştu. Osmaniye girişinde jandarma durdurunca otobüsteki sessizlik bir anda şaşkınlığa, ardından korkuya dönüştü. Muavin koltuğunda oturan, içeri giren rütbeli askeri öyle bir reveransla karşıladı ki adam neredeyse durdurduğu için özür dileyecekti. Adam sormadan Refik, İstanbul’a gittiğimizi, arabada bulunan herkesin yasal yollardan Türkiye’ye giriş yaptığını bir çırpıda anlatıp, elindeki pasaport destesini askere uzattı. Asker, Refik’in akıcı Türkçesi ve pratikliği karşısında şaşırmıştı, ama yine de görevini yapma adına, Arapça yazılı pasaportlarda anladığı tek şeye, fotoğraflara bakarak kontrolünü tamamladı. Refik, askeri saraydan uğurlanan davetli havasında uğurladıktan sonra otobüstekilere dönerek, Arapça, Kürtçe “Rahat olun, uyumaya devam,” dedi. Konuşmasını bitirince, oturduğum arka koltuğa doğru bagaj kapaklarına tutunarak geldi. Bu rahat, hatta birazda yılışık adamın Asyalı görünümünün altında ne acılar olduğunu, o gün bilemezdim. Esmer suratında olduğundan beyaz görünen dişleriyle sırıtarak yanıma yaklaştı. “Nasıl bıréz, yolculuk iyi gidiyor mu,” sorusunu iyi anlamında başımı sallayarak cevapladıktan sonra elimi uzattım, “Ben, Welat Békes.”

İnce parmaklarıyla elimi bileğime kadar kavrayarak, “Refik Abdullah,” dedi.

Hayatımın bundan sonraki kısmında, bütün hikâyeme şekil verecek olan bu adamla sokakta ve kahvedeki kısa konuşmalardan sonra, ilk defa sebebini bilmediğim bir güven duygusuyla konuşuyordum. Kaldı ki yaşadığım acıların bir ucunun bu adama dayandığını da bilerek.

Sınırı geçip kampa geldiğimden beri, aradığım adamla aynı arabada olmak, beni hem tedirgin ediyor hem de geriyordu. Onu aramaya çıktığımda neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Dikenli tellerle çevrili toplama kampına geleli iki ay olmuştu. Kampın etrafındaki teller, sadece dış dünya ile aramızda çekili bir duvar değil, kendi içimize dönmemizi de engelleyen bir duvar gibi. Geldiğimden bu yana gördüğüm insan yüzleri, yaşanmış hayatlar, umutlar toza toprağa bulanmış çamur içerisinde. Geleceğe dair söyleyecek sözü olmayan, ancak niye burada olduğunu da her gün sorgulayan bu insanların, sürgit hayatlarına dışarıdan bakmaktan başka hiçbir şey yapamamanın çaresizliğiyle burada dönüp dolaşıyorum. Günlerdir kafamı kurcalıyor. Her arayış bir umut; bunun için tel örgülerin dışına çıkıp, dışarıda aradığım kişiyi bulmak istiyorum. Bu gece karar verdim. Ay ışığı tam da benim istediğim gibi bulutların arasında gezinirken, kendimi tel örgülerin dışında buldum. Sadece umudunu kaybedenlerin yaşadığı tel örgülerin içindeki dünya değil, umut tacirliği yapanların da aynı çaresizlik içinde olduklarını görmek, aslında beni şaşırttı.

Bir süre sokaklarda çaresizce dolanıp etrafa bakınmayı sürdürdüm. Kimsenin benim varlığımdan çok da haberdar olmadığı bir anda, sokağın köşesinde benim gibi yabancı gözlerle etrafı kolaçan eden, uzun boylu, esmer yüzünde parlayan gözleriyle, yaşadığı dünyanın zehrini yutmuşların acımasızlığıyla geleni gideni süzen, bir taraftan da mutsuzluğun verdiği hınçla çevresindekileri suçlayan o adamı gördüm. Bitirim tavırlarına rağmen, bakışlarına işlemiş yabancılık kendini ele veriyordu.

Aradığım adam buydu. Sınıra gelmeden önce aracı olan kişinin verdiği tarife uyuyordu. Şansımı denemeye karar verdim. Usulca yanına yaklaşıp selam verdim. Şöyle şüpheli bir yüzüme baktı; selamımı almadan, sadece, “Çekil, görüntümü kapatma,” dedi. Arkasında durarak onun ne yaptığını anlamaya çalıştım. Gelip geçeni süzüyor, içlerinden gözüne kestirdiklerini bir işaretle yanına çağırıyor, onların kulağına bir şeyler fısıldayıp daha sonra yoluna devam etmelerini istiyordu. Bir süre sessizce izledikten sonra, sokak boşalmış, etrafta kimsecikler kalmamıştı. Yavaşça yanına yaklaştım. Temkinli bir şekilde, ne istediğimi sordu. Sadece onun gibi göçmen olduğumu, benden şüphelenmemesini söyleyip, kafamdan geçenleri ona bir çırpıda anlattım. Yüzüme baktı. Çok da inandırıcı bulmamıştı, ama “Görüşürüz,” diyerek yanımdan ayrıldı. Issız sokaklarda bir süre dolaştıktan sonra, tel örgülerin birine açtığım delikten tekrar içeri girip kampa geri döndüm. Kamptaki hayatın tekdüzeliği ve dışarıdaki hayatın anlamsızlığı, birbirini tamamlayan bir bütünün iki yarısı gibi. Ertesi sabah kahvaltı yaptıktan sonra, tekrar gidip aynı köşede beklemeye başladım. Bir süre sonra elleri cebinde, umursamaz bir şekilde gelip bulunduğu yeri gözetleyip geçti. Sokağın başına gittikten sonra tekrar geri dönüp, kimsenin dikkatini çekmediğini fark edince gelip yerine konumlandı. Akşam sokaktan çevirip kulağına fısıldadıkları, yanına yaklaşmaya başladılar. Onlarla bir şeyler alıp veriyor, sonra yollarına devam etmelerini istiyordu. Ertesi gün de bir öncekinden farksızdı.

Bir hafta boyunca tekrar eden durumu anlamaya çalıştım. Aradığım adamın bu olduğuna artık emindim. Hafta sonu bir anda, hafta içinde görüştükleri ile sokağın köşesindeki kahvehanede buluştular. Herkes yanında küçük bavullarla gelmiş, sanki bir yere gitmek için hazırlanıyordu. Kahvehaneye girip tam karşısındaki masaya oturup, gözlerimi gözlerinin içinde dikerek konuşmasını bitirmesini bekledim. Yolculuğun başladığını o an anladım. Herkesle konuşmasını bitirdikten sonra yanıma yaklaşıp; “Anladın artık, eğer gelmek istiyorsan, sen de hazırlığını yap,” diye omzuma dokunarak kapıdan çıkıp gitti. Ertesi gün, hazırladığım çantamla onların yanına geldim, oturdum. Otobüste tanımadığım bir sürü insan, kadın, çoluk çocuk…

İşte şimdi otobüsteydim ve onunla aynı yöne doğru gidiyorduk. Kendisi de bizim gibi mülteciydi. Onların ocağı bizimkinden önce söndüğü için, acıları dışarıdan bakınca küllenmiş gibi görünüyordu. On yıldır Türkiye’de imiş. Kahvehanede konuşurken masalardaki insanlar söylemişlerdi.

“Adını biliyorum,” dedim.

“Sen de inandın mı,” diyerek alaycı bir şekilde yüzüme baktı.

İnsanları tanıdığımı zannederdim. Oysaki bu adam, tanıştığımızdan beri ikinci defadır beni şaşırtıyordu. Eliyle omzuna vurarak, “Yok yok, şaka yaptım. Gerçek adım Refik, ama biz mülteciler ilginç insanlarız, çektiğimiz onca acıya rağmen duyduğumuz şeye inanmaya hazırız. Hâlbuki bizi bu müebbet yersiz yurtsuzluğa mahkûm edenlerin yaptıklarından sonra daha dikkatli olmamız gerekmez mi?”

Bunları bir insan tacirinin ağzından duymak, beni iyice allak bullak etmişti.

Bakışlarımdan şaşkınlığımı anlamış olacak ki, “Bu yollar bizi filozof yaptı; boş ver, uyumana bak,” diyerek yerine geçti.

Üç aydır oğlumu, kızımı ve karımı arıyordum. Kızım ve karımdan haber alamamıştım. En son ulaştığım insan kaçakçıları Refik’in, oğlumu İŞİD’ten satın alıp, Türkiye’de bir yerlerde sakladığını söylemişlerdi.

Bütün ülke alt üst olmuştu. Ama bizim hakkımızda çıkarılan son fermanla, birbirine düşman olanlar bize karşı birleşmiş, bin yıldır dinmeyen bir kinle saldırmışlardı. Bize saldıracaklarını biliyorduk. O yüzden kendimizce tedbir almıştık. Kadınları, çocukları ve yaşlıları Şengal Dağı’nın içlerine gönderip kendimizi savunacaktık. O gece ansızın köylerimizi basıp kızlarımızı, kadınlarımızı, küçük erkek çocuklarımızı alıp götürdüler. Erkek çocuklarımızı köle; kadınlarımızı, kızlarımızı kendi inançlarına göre cariye yaptılar.

Lazem, daha beş yaşındaydı. Karım, çocuklarını canı pahasına da olsa korurdu, bunu biliyordum. Konuştuğum kaçakçı; karımın ilk hafta Lazem’i sağ bırakmaları karşılığında, kızımla beraber aynı adamın yanında kalmayı kabul ettiğini; adamın sözünde durmayıp Lazem’i sattığını öğrenince de adamın silahıyla hem kızımı hem de kendini öldürdüğünü söyledi. Oğlumun izini bulduğumda onu Türkiye’de birine sattıklarını, alan adamın da oğlumu orada Refik’e sattığını öğrendim. O yüzden ona hem güvenmek hem de güven vermek zorundaydım.

Dört saatlik bir yolculuktan sonra kimsenin pek uğramadığı bir benzinlikte mola verdik. İhtiyaçlarını gideren insanlar masalara rastgele oturup, yabancısı oldukları bu yerleri ürkek gözlerle seyrediyorlardı. Hepsinin gözünde, geride bıraktıklarına dair bir iz, bir görüntü arayışı olduğu o kadar belliydi ki. Yurtsuzluğun hüznü sadece bakışlarında değil, duruşlarında, gülüşlerinde, hatta dokunuşlarında bile belli oluyordu. Önüm sıra büfeden su alan iki çarşaflı kadın yarım litrelik sulara parasını ödeyip ayrıldılar. Ben tam sırada alışverişimi yapacakken birisi bir şeyler söyleyerek elindeki suyu tezgâhtaki sakallıya uzattı. Geri döndüğümde Refik’le göz göze geldik. Tezgâhtar, Refik’in uzattığı parayı aldı. Sonra kendi aralarında Türkçe bir şeyler konuştular. Adam bir ara Refik’in yüzüne bakarak ondan onay bekler gibi durdu. Refik başını sallayarak önüm sıra dükkândan çıktı. Ben de su almaktan vazgeçip ardı sıra çıktım. Ne konuştuklarını merak etmiştim. Omuzuna dokunarak önümüzde bulunan boş sırayı işaret ettim. Oturunca, “Gördün mü? Adam hem Müslüman hem de Müslümanlara bir liralık suyu beş liraya satıyor. Önündeki kadınlardan iki şişe su için on lira aldı.”

“Siz ne konuştunuz? Adam neden senin yüzüne bakarak söylediklerine onay bekledi.”

Acıyla karışık gülümsedi. “A… koyduğumun Suriyelileri memleketi işgal ettiler, doğru değil mi ağabey,” diye bana soruyor. Bu da bize kucak açan ev sahibimizin misafirperverliği.

Mola uzun süreceğinden onu biraz daha yakından tanımak için fırsatım oldu.

“Kürtçeyi nereden öğrendin,” diye sordum.

“Benim ana dilim Peştun dilidir. Farsçaya benzer, ama Farsçadan farklıdır. Kabil’den ayrıldıktan sonra bir dönem İran’da kaldım. Gülistan eyaletinde Kürtlerle üç yıl yaşadım. İran devleti bizi mülteci saymıyordu. Fazla sorun çıkarmadığımız sürece, giriş çıkışlarımıza izin veriyorlardı.”

“Türkiye’ye nasıl geldin?”

“Türk devletinin Özbekleri kabul ettiğini duyunca, sahte kimlik ve pasaportla Türkiye’ye geldim. Muş diye bir yerde iki yıl kaldım. Hem Kürtçe hem Türkçe konuşuyorlardı Oradaki kamp dağılınca Türkiye artık benim için ……”

Konuşmayı burada kesti. Bir türlü anlayamadığım o, insanın içine işleyen bakışlarla, “Sen,” dedi, “Sen nereye? Sadece bir kaçış mı? Yoksa gönüllü sürgünlerden misin?”

“Yurtsuzluk bir özlem değildir, bir mecburiyettir,” dedim. Kaçmak değil, ama gönüllü sürgünlüğü de kabul edemem. Mülteci yaşam denince, biz hep anavatanına özlem duyarak batı metropollerinde yaşamayı anlardık. Şimdi gördük ki ortada özleyecek bir vatanın olmayınca, sadece yersiz yurtsuz değil, köksüz de kalıyormuşsun.”

Devam ettim, “Biz, Feyli idik. İnsan kendi öz toprağında yok sayılır mı? Biz sayıldık. Bazen kaos, kendi içinde düzen yaratır derlerdi, yaşayınca inandım. Ülkede ilk patlamalar başlayınca, rejim bizi hatırladı. Artık kimliğimiz ve pasaportumuz vardı. Düşünsene; yıllarca yok sayılmışsın, birden görünür oluyorsun. Güzel miydi? İnan, bilmiyorum.”

Beni dinlermiş gibi yüzüme bakıyordu. Ama sanki beni dinlemiyor, beni okuyor, beynimin, zihnimin derinliklerinde olanı biteni görmeye çalışıyordu.

“Hâlâ soruma cevap vermedin. Yola çıkaran neydi? Yol, sadece bir gidiş değildir, elbet. Aşmak istediğin engeller, bağlamak istediğin boğazlar üstüne kurduğun köprüler ve nihayetinde varmak istediğin yer. İşte yol, tüm bunların toplamıdır.”

“Yorgunlukların, teslimiyetin, isyanın, arayışların, duraklamaların da yola dâhildir,” diye sözünü tamamladım.

“Evet,” dedi, “Arayışlarımız. Aslında bizi yola çıkaran şey, belki de bu. Varmak istediğimiz yer arayışlarımızın çaresi olduğu için mi oraya varmak isteriz, yoksa önemli olan sadece arayış içinde olmamız mıdır?”

Gülümsedim, “Ben yersiz yurtsuz bir Feyliyim. Dünyanın çözemediği bir sorunun yanıtını ben ne bileyim?”

Elini omzuma vurarak, “Neden, senin dünyan yok mu? Saatine baktı. Soru havada kalmıştı. “Yola çıkalım,” diyerek ayağa kalktı.

Konuşturup onu tanımak isterken, kendimi sorgular bulmuştum. “Benim dünyam yok muydu?” Otobüste otururken bu soruyla cebelleşiyordum.

“Dünyam…!?” Var mıydı? Çocuklarım, eşim, evim, yurdum. Şimdi hiç birisi yoktu. Benim oğlumu bir eşya gibi alıp satan bu insanların, bana bu sorgulamayı yaptırması, ayrıca acı veriyordu.

İki günlük yolculuğun ardından Yunanistan’a en yakın kara parçasına ulaşmıştık. Otobüs gece yarısı bizi yol kenarında bıraktıktan sonra, karanlığın içinde cılız bir ışık bırakarak uzaklaştı. Refik bizi yol kenarındaki fundalıkların içine doğru bir patikaya yönlendirdi. Karanlıkta birbirimizi kaybetmemek için sokularak ağaçların dibine oturduk. Sürünerek Refik’in yanına gittim. “Refik şimdi ne olacak? Başka gelecek var mı?” Refik kolumu sıkı sıkıya tutarak, “Acele etme, bu gece buradayız. Yarın akşam bizi alacak tekne gelecek, sizi Midilli’ye geçireceğim. Yunanistan topraklarına geçince, artık Avrupalısınız. Kendini bu kadar sıkma. Artık Avrupalı olacaksın.”

Tekrar sordum, “Refik, başka kimseler de olacak mı? Bizim otobüsün yolcuları dışında, başka kimse olacak mı?”

Israrlı sorularım karşısında işkillenmiş olacak ki, “Kimi bekliyorsun? Ne yapacaksın başkasını?” Sesinin tonu değişmişti. Ben de aynı tonda karşılık verdim. Artık sona gelmiştik ve ben, oğlumun izini tekrar kaybetmek istemiyordum.

“Refik, oğlumu istiyorum,” dedim. Kendimi kaybetmiştim. Sesimi yükselttiğimin farkında değildim, boğuşmaya başladık. Yolculardan Kürtçe bilenler bizi ayırmaya çalışıyordu. Anlamayanlar, korku ve merak içinde bizi izliyordu. Refik’in yakasını bırakmıyordum. Beklemediği saldırı karşısında önce kendini toparlayamamıştı. Toparladığında, ben baskın çıktığım için kımıldayamamıştı. Diğer yolcular sesimize jandarmanın geleceğini söyleyerek bizi ayırdılar. Öfkem dinmiyordu. Oğlumun nerede olduğunu bilen bu adama hiçbir şey yapamamanın çaresizliği içinde, öfkeyle ağlamaya başladım. Refik, yavaşça yanıma yaklaştı; sanki hiçbir şey olmamış gibi, “Oğlun kim? Binlerce oğul, binlerce kız gelip geçiyor. Şu gördüğün makilerin altında binlerce insan, eğer hâlâ insan denecek hâlleri kalmışsa. Şu karşıdaki ışıkları görüyor musun? İşte oraya geçmeye çalışıyorlar. Peki, geçebiliyorlar mı? Karanlık, dili olsa da söylese.”

“Kes,” dedim. “Dinleyen, bu işlerden bihaber olduğunu zanneder. İnsanları karanlık sularda üç kuruş için boğulmaya terk eden siz değil misiniz?”

Tanıdığımdan beri sürekli pişkin pişkin cevaplar verip, söylenilen hiçbir şeyi ciddiye almayan bu adam, birden buz gibi bir sesle, “Sen ne demek istiyorsun? Bu insanları biz mi, ben mi karanlık sularda boğuyorum? Mademki ben suçluysam, bin 500 kilometre yol geldik. Bize “Nereye gidiyorsunuz,” diye sormayanların hiç suçu yok mu? Her gün Suriye-Irak sınırından binlerce, on binlerce insan bu kıyılara kadar sorgusuz sualsiz yönlendiriliyor. Bir kuru kayanın hesabını tutan devletler, bu can pazarını görmüyorlar mı?”

Irak’ta, Suriye’de, Afganistan’da yıllarca savaşan paralı savaşçıları kim finanse ediyor? Eğer sadece ben suçluysam, benim evimi bombalayıp çocuklarımı paramparça edenler nedir? Oğlumu istiyorum diyorsun. Benim kızımı, oğlumu, eşimi, annemi, babamı kim verecek?”

“Konuyu saptırıyorsun. Sen, oğlumu bir eşya gibi satın aldın, şimdi başkasına satacaksın,” diye bağırdım.

“Öfke senin aklını esir almış, sen gerçeği göremiyorsun. Kendi felaketini, kendi yıkımını kutsamışsın.”

Elime karanlıkta geçirdiğim taşı fırlattım. Taş kafasını yarmıştı. Bir an eliyle yüzünü kapattı. Telaşla yanına koştum, süründüm desem daha doğru olur.

“Yaralandım,” dedi. Elimi yüzüne, kafasına sürdüm. Sıcak kan ellerime yapıştı. Fanilamı yırtıp kanayan yere bastırdım. Karanlıkta yüzünü göremiyordum, ama her dokunuşumda, bana öfkesinin olmadığını hissediyordum.

“Tamam, yeter,” diyerek elimi tuttu.

“Yaraladın işte, kan akıttın, öğrendiğin şeyi yaptın. Hani şu, seni yersiz yurtsuz bırakan, evlat acısı yaşatan cani dediklerin var ya; işte onlardan hiçbir farkın kalmadı. Felaket nedir bilir misin? “Felaket, insanlığın vicdanında yarattığın yaranın büyüklüğüdür. Felaketin büyüklüğü, yaranın büyüklüğü kadardır.” Bizler yaşadıklarımızı felaket olarak niteliyoruz. Bak bakalım, dışarıdan bakanların vicdanında karşılığını buluyor mu? Eğer bizlerin yaşadığı, vicdanları yaralamış olsaydı, milyonlarca insan yurtlarından ocaklarından kopup sonu belli olmayan yolculuklara çıkmazdı. Şimdi gelelim senin oğluna. Kimdir, nedir? Bilmiyorum. Âmâ İŞİD’in eline geçen kadınların başına ne geldiğini anlatmayacağım. Kızını ve karını aramadığına göre onlardan umudunu kesmişsin, bunu anladım. Oğlan çocuklarını genelde savaşçı yaparlar, ama sizinkiler hariç. Çünkü sizin çocuklarınızın uğursuzluk getirdiğine inandıkları için hemen satarlar. Ben, insan taciri değilim. Her ne kadar sen buna inanmasan da, bu canilerin elinden kurtarabildiğim kadar çocuğu güvenli yerlere teslim etmeye çalıştım. İlk baskında kaçırılan bir grup çocuğu İdlip’te pazarda buldum. Herkes onlara cüzzamlı gibi bakıyordu. Yanlarına yaklaştım, kendi aralarında Kürtçe konuşuyorlardı. İŞİD içindeki Kürtler de bu çocuklara sahip çıkmadığına göre “Bunlar, Ezidi çocuklarıdır.” diye düşündüm. Yanılmamıştım, çünkü çocukları esir pazarında satan da bir Kürt’tü. Onunla pazarlık ettim. Yirmi tane çocuğu sınırdan geçirdim. Geçirdim derken, ben Türkiye vatandaşı olduğum için bunları başkasına satarak geçirdim.”

“Dur,” dedim, “Bu çocukların içinde beş-altı yaşlarında olan var mıydı?”

“En az on tanesi.”

Sustum, devam etti.

“Alan adam onları bana Kilis’te teslim etti. Çocukların hiçbir belgesi yok. Organ kaçakçıları çocukların etrafında alıcı kuşlar gibi dolanıyor. Bir gece Türk Jandarmasını aradım, çocukların kaldığı evi ihbar ettim. Jandarma evi basıp hepsini bir yurda yerleştirdi.”

Heyecanlanmıştım. Lazem de ilk baskında kaçırılmış, İdlip’te satılmıştı. Eğer Refik’in söyledikleri doğruysa, oğlum o yurtta olabilirdi. “Refik, sana nasıl inanayım? Söylediklerinin ne kadarı doğru?”

Az önceki buz kesmiş haline geri dönmüştü.

“Defol başımdan,” diyerek beni kovdu. Ayaklarımı toplayıp başımı dizlerimin arasına soktum, ellerimi kenetleyip öylece kaldım. Şimdi ne yapacaktım? Eğer bu adamın söyledikleri doğruysa; oğlum yaşıyor, hatta güvenli bir yerde yaşıyor olabilirdi. Eğer doğru değilse; bu adamın izini kaybedersem, yani bu gece Midilli’ye geçersem oğlumdan bir daha haber alamayacaktım.

O şekilde ne kadar oturduğumu hatırlamıyorum. Çevremdeki seslerin çoğalmasıyla kafamı kaldırıp baktığımda, çalılıkların içinde kalabalığın çoğaldığını gördüm. Bulunduğumuz yer, ana yoldan yirmi kilometre kadar içeride, denize tepeden bakan bir yerdi. Aşağıda kıyı boyunca dizilmiş bir ya da iki katlı evler, pansiyonlar var. Denizin içine kurdukları ağaç iskelelerden tatil yeri olduğu anlaşılıyor. Yürüyerek on beş dakikalık mesafedeki yerin tam karşısında Midilli adasının ışıkları yanıyor. Her bir ışık, bir umut kapısı. Gökyüzünü kaplayan yıldızlar, bizim gerçekleşmemiş umutlarımız; o yüzden Midilli’nin ışıkları daha sıcak.

Koyun ucunda büyük projektörleriyle denizi tarayan sahil güvenlik botu var. Onun tam karşısında Yunan sahil güvenlik botu da aynı şeyi yapıyor. Botlar birden hareketlendi. Birbirine doğru hareket eden botların projektörleri bir taraftan denizi, kıyıyı ve yamaçları tarıyor; bir taraftan da sirenleri gecenin sessizliğini yararak karşı yamaçlarda yankılanıyordu. Işık, ses yalımı bizi öyle bir korkutmuştu ki hepimiz ağaçların köklerine yapışmış, nefesimizi tutmuştuk.

Yarım saat süren ışık ve gürültü yalımı birden kesildi. Sahil güvenlik botları ışıklarını yaktı; Yunan botu adanın arkasına, Türk botu da kıyıdan görülmeyecek kadar uzağa, kuzeye doğru hareket etti. Botların uzaklaşmasıyla Refik ve tanımadığım iki kişi birkaç dilde birden, “Hazırlanın, kıyıya iniyoruz,” dediler. Herkes, ellerindeki çantaları ve ellerinden tuttukları çocuklarını yanların alarak hareket etti. Ben öylece kalakaldım. Sesler yanımdan uzaklaştıkça sessizlik iyice içime oturmuştu. Ne yana gitmeliydim? Bu adamın sözüne ne kadar güvenmeliydim? Umutsuzca gökyüzüne döndüm, yıldızların ışığı gözyaşlarımla yıkanıyordu.

Çalıların çıtırtısına döndüm. Refik gelip yanıma oturdu, koynundan çıkardığı Türkçe bir gazeteyi bana uzattı. Ceketini siper ederek, gazetedeki bir fotoğrafın üzerine elindeki feneri tuttu. Yüzleri güneş yanığı, saçları tıraş edilmiş yirmiye yakın çocuk gözü bana bakıyordu. Bir anda başım döndü, nefes alamadığımı zannettim. Işığı elimle yaklaştırarak yüzleri tek tek inceledim. Bu arada büyük resmin sağ alt köşesinde küçük bir kare içindeki yüzü gördüm. Göğsümün yarılacağını hissediyordum. Oğlum, Lazem’im, yavrumun gözleri boşluğa bakıyordu. Bir anda Refik’e sarıldım.

“Refik ne yazıyor, bu fotoğrafın altında ne yazıyor? Çabuk oku. Ne olursun çabuk.” Refik’i sarsıyordum. Güçlü kollarıyla beni tuttu. “Susss! Sakin ol.”Okumaya başladı:

“Jandarmaya gece gelen ihbar üzerine Kilis’te bir eve yapılan baskında yirmi tane erkek çocuğu İŞİD’in elinden kurtarıldı Küçük karenin içindeki çocuk konuşamadığından adının ne olduğunun öğrenilemediği, çocukların hâlen Kilis Sosyal Hizmetler Sevgi Evlerinde koruma altında olduğu yazıyordu.” Haberin geri kalan kısmı güvenlik güçlerine övgüydü.

“Refik, dostum! Affet.” Refik’in ellerine yapışmış, öpüyordum. Bu adam nasıl bir insandı? Tek bir söz söylemeden kalkıp yanımdan uzaklaştı. Bodur bir çalının dibinde, elimde bir gazete parçasıyla dünyanın en mutlu insanıydım. Kendi felaketimde küçük bir mutluluk yakalamıştım. Çalılıkların içinden aşağı doğru inen insanların ayaklarına takılıp yuvarlanan taş parçalarının sesi duyuluyordu. Birden kıyıda elektrikler kesildi. Karanlığın içinden sadece dalgaların ve kırılan dal parçalarını sesi geliyordu. Merakımı yenemedim, aşağıya doğru hızla, koşa koşa yuvarlanarak indim. Arkamda bıraktığım tepeden güneye doğru on kilometre ilerdeki antik tapınağın sütunları, sanki bizi hem gözetliyor hem de acımıza tanıklık ediyordu. Az önce beraber yolculuk yaptığım insanlar, derme çatma iskelede bekleyen tekneye doluştular. Teknenin fazla yük aldığı, gövdenin suya gömülmesinden anlaşılıyordu. Kaptan olduğunu düşündüğüm birisi, Arapça, “Haydi, gidiyoruz,” deyince teknede sessizlik başladı. Sırtımı dayadığım ağacın titrediğini hissettim. Önce kaybolan sahil güvenlik botları, ardından kesilen elektrikler, birden ortaya çıkan eski yolcu teknesi. Bunların hepsi tesadüf olamazdı.

Denizin hafif dalgalı olması ve ay ışığının olmaması belki bu insanların tek şansıydı. Motorların çalışmasıyla birlikte sular birden kaynamaya başladı. Tekne ağır yükün dengesiz yüklenmesinin etkisiyle yalpalayarak yol almaya başladı. Acaba Refik teknede miydi? Bu keşmekeşi, bu can pazarını, o da soluğu düğümlenerek yaşıyor muydu? Tekne denizin ortasına ilerledikçe artık motorların sesi duyulmuyordu. Teknenin ışıkları yanmadığı için, karanlıkta nerede olduğunu kestiremiyordum. Denizin kıyıyı yalayan dalgalarının şiddetini anlayamamıştım.

Biz kara insanıyız, denizin öfkesini pek bilmeyiz. Az önce süt liman olan denizin üstüne toplanan bulutların fırtınaya dönüşebileceğini tahmin edemezdim. Deniz patlamıştı. İki kıyı arasındaki tekne, şimşek ışıkları altında bir görünüp bir kayboluyor, ceviz kabuğunun suda salınması gibi gidip geliyordu. Yaslandığım zeytin ağacına yapışmıştım. Yağmur bir anda boşanmıştı. Ne olduğunu kestiremiyordum. Bu nasıl bir şeydi? Beş dakika sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi, deniz yeniden duruldu, havadaki bulutlar dağıldı.

Bu hengâmede fark etmemiştim, elektrikler gelmişti. Fırtınanın sahildeki iskelelerde bulunan malzemeleri dağıttığını gören işletme sahipleri, birer ikişer iskelelerde görünmeye başladılar. Konuşmaları anlamıyordum, ama farklı bir telaş vardı. Kimse dağılan malzemeyle ilgilenmiyordu. Herkes denize doğru işaret ederek bir şeyler konuşuyordu. Konuşulanları olmasa da olanları anlayabilmek için, bulunduğum yerden çıkarak kıyıya yaklaştım. Konteynırdan bozma çay ocağının altına kurulduğu çınar ağacının duldasından olanları daha iyi anlamaya başlamıştım. Kıyıya vuran boş can yelekleri ve boğulmuş cansız bedenler…

Şu ana kadar ortalıkta görünmeyen sahil güvenlik botları birden belirivermişti. Güçlü projektörlerin taradığı denizin yüzündeki korkunç manzara ortaya çıkmıştı. Kıyıdan açılan tekneler, denizin yüzünden cansız bedenleri toplayıp sahile dönüyordu. Toplanan cesetlerin arasında Refik’i de gördüm.

Elim, farkında olmadan koynuma soktuğum gazete parçasına gitti. Bizim ebedi müebbet sürgünlüğümüzün adsız felaketi, galiba sadece bizim vicdanımızı yaralıyordu.


*Edward SAİD


İdris Erdoğdu


0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page