top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Ebuzer Kalender- Bamya

Bugün kaç müşteri mi baktım? Zerre umurumda değil. Üç eksik, beş fazla ne fark eder ki? Sonuç değişmedi yine, yoruldum işte. Birazdan gişe numaratörünü kapatacağım ve ceketimi kaptığım gibi defolup gideceğim. Ama bunları “Bugün kaç müşteri baktın,” diye soran yan masadaki Vildan’a söylemiyorum. Dudağımı büküp omuzlarımı silkelemekle yetiniyorum. Vildan, kendinden gayet memnun gülümsüyor ve kollarını açıp ıkınır gibi “Benimki elli sekiz,” diyor. Sordum mu, diyemiyorum. Onun yerine gülümseyip başparmağımla onay işareti verdikten sonra “Helal,” diyorum. Geri zekâlı. Sanki kerhanede çalışıyoruz da müşteri yarıştırıyoruz. Aslında düşünüyorum da durumumuz pek farklı sayılmaz. Burası bir kerhane, müdürümüz pezevenk, biz de onun sermayeleriyiz.

Vildan’dan bulaşmış gibi ben de kollarımı çaprazlamasına açıyorum. Geriniyorum. Eklemlerimden gelen kütürtü ve kaslarımdan yayılan elektrik sinyalleri biraz olsun rahatlatıyor beni. Ardından yumruklarımı sıkıp gözlerimden yaş gelene kadar “İyeeeee,” diye esniyorum. Diğer yanımdaki Elif hayretle bana bakıyor. Göz kırpıyorum, çatılmış kaşları gevşiyor ve gözlerini kısıp gülümsüyor. Şimdi de saçıyla oynuyor. Hoşlanıyor mu benden? Fena hatun değil aslında.

Oturduğum sandalyenin arkalığındaki ceketimi alıyorum. Katladığım gömlek manşetlerini indirdikten sonra sırtıma geçiriyorum ceketi. “Herkese iyi akşamlar,” diyorum. Herkesin sözcülüğünü üstlenmiş gibi Elif karşılık veriyor sadece. “İyi akşamlar Ahmet.” Girişteki güvenlik görevlisi arkadaşıma baş selamı verip kapıyı açıyorum. Çıkacağım sırada adımım zınk diye havada kalıyor. Arkamdan birinin ceketimden tutup sertçe çektiğini sanıyorum. Dönüp baktığımda gerilen yüzüm gevşiyor, ceketimin cebi kapının koluna takılmış. Sökülmüş biraz. Söylenerek takıldığı yerden kurtarıyorum cebimi. Arkamda duran Fatih, bıyık altından gülüyor. Yalaka köpek. Oralı olmuyor, istifimi bozmadan dışarı çıkıyorum.

Hava serin, önümü ilikliyorum. Dışarısı yine ıssız. İçim titriyor. Sadece kalabalık dediğim o sıska, kuru yaratık var caddede. Eli ayağına dolaşmış, ne yapacağını bilmeden oradan oraya koşturuyor yine. Şaşkın öylece. Kafasına bir huni geçirmiş, gözlerinin altı mor. Kravatı yana kaymış, pantolon paçalarını çorabının içine sokmuş, çoraplarının biri siyah diğeri kırmızı. Ayakkabıları da çamurlu. Elinde bir adres kâğıdı tutuyor da soracak birilerini arıyor sanki. Görmezden geliyorum kalabalığı, başımı öne eğiyorum. Sonra elimi ceketimin iç cebine atıp sigara paketini çıkarıyorum. İki yamuk sigaradan birini, ağzımın kenarına yerleştiriyorum. Sigarayı yaktıktan sonra dönüp çıktığım binaya bakıyorum.

Çok kârsız bir alışveriş. İşimden bahsediyorum. Sonuçta zamanımın çoğunu bu boktan işe yatırıyorum. Ama elime geçen ne? Sonunda zarar etsem de mecburen katlanıyorum. Mecburen. İşe gitmek mecburen, erken kalkmak mecburen, mecburen, mecburen mecburiyetten… Doğmamız da mecburen, ölmemiz de. Keşke doğmaya ya da ölmeye mecbur olmasaydık. Karar ver evladım doğacak mısın doğmayacak mısın? Vallahi bilmem ki, şöyle bir çıkıp baksam da kararımı öyle versem olmaz mı? Olmaz evladım oyun mu bu? Değil mi? Bu yol tek yöndür, çıkış yaparsan dönemezsin. Bir arkadaşa bakıp dönseydim bari. Hadi ulan doğuyorsan doğ.

Gülümsüyorum, yaktığım sigaradan iç çeker gibi bir nefes aldıktan sonra beni nereye götüreceklerini iyi bilen adımlarımı takip ediyorum. Avaz avaz bağırıp oraya buraya sataşarak ilerleyen, ilerlerken de önündekileri sağa sola iten bir ambulans geçiyor caddeden. İçinde kim var merak ediyorum. Yaşaması ya da ölmesi birileri için önemli mi? Yaşaması mı iyi olacak yoksa ölmesi mi? Ölüm mecbur olmasa diye düşünüyorum. Tecili olsa mesela. Ama bu sefer de piyasada bir sürü ölüm kaçağı olurdu. Ahmet Duman bu evde mi ikamet ediyor? Evet ama şu an burada değil. Söyleyin ona tecili bitmiş. Haberi olsun, ölümden kaçılmaz. Bir an önce gelsin ve görevini yerine getirsin... Ya da ölüm müracaatla olsa. Pardon ben ölmek istiyorum, bunun için nereye başvurmam lazım? Önce şu ilerideki cihazdan sıra numarası al, sonra da bekle. Kardeş bir yardım etsene, sıra almak için nereye basacağım? TC numaranı ve doğum tarihini şuraya gir, sonra da butona bas. Ya TC vatandaşı değilsem? O zaman ilgili konsolosluğa gideceksin. Ya kaçak giriş yapmış bir mülteciysem? O zaman sıkıntı yok, onlar insandan sayılmıyor. Şükür aldım sıra numaramı. 6666. Aha gişede 6661 yazıyor! Birader ters tutuyorsun kâğıdı, senin sıran 9999. Hassiktir. Seninki kaç? 6701. Ölümü gör sıranı bana ver. Olmaz kardeşim burada herkes ölümü bekliyor. Aha bak! Şu dayı kaç gündür can çekişiyor da sırası gelmediği için ölemiyor. Bak bana, intihar edeceğim ama boynumda ip öylece kalakaldım. Ama ben bu kadar bekleyemem ki hemen ölmem lazım, ne olur sıranı bana ver. Sen sonra da öldürürsün kendini. Git kardeşim üzerime mi öleceksin yahu! Neyse vazgeçtim, ölüm mecbur kalsın. İyi ki ölüm var.

Duyduğum şarkı, düşüncelerimden ürkmeme neden oluyor. Caddedeki müzik evinin siyah tozlu hoparlörleri ağızlarından tükürük saçarak bağırıyor. “Yalan, başkası yalan. Dünyada ölümden başkası yalan…” İşte bu koca bir yalan. Çekilen acılar öyle gerçek ki.

Tütünün acı tadı midemi bulandırıyor. Parmaklarımın arasındaki buruşuk sigarama bakıyorum. Atmayı düşünüyorum ancak kıyamıyorum, daha yarım bile olmamış. Karşı caddede, camekânlı tezgâhının başında duran seyyar satıcının sesi kulağımı tırmalıyor. “Akşam simidiiii, gevreykkkk!” O zaman fark ediyorum köşe başında sabırsızlıkla bekleyen gündüzü. Yorgun gözüküyor, nöbeti devralmaya gelen akşamı görünce rahatlıyor. Güneşin omzuna kolunu atıp yavaş yavaş evine doğru ilerliyor. Dinlenmeli. Aksi takdirde uyuyakalıyor.

Otobüs durağının önünden geçerken sokak lambaları yanmaya başlıyor, beni süzen gölgelerin varlığını hissedebiliyorum. Burnumu doldurup da midemin kazınmasına neden olan taze ekmek kokusunu aldığımda fırına yaklaştığımı anlıyorum. Beni yolumdan çıkaran kokuyu takip edip fırının önündeki küçük kuyruğa giriyorum. Elimdeki izmariti yere atıp ayağımla eziyorum. Önümdeki adamın kırışmış kirli ensesine ve yaşlı kulaklarına bakıyorum, o da sanırsam önündeki kadının götüne bakıyor. Ekmeğini alıp gidiyor kadın, giderken adamın bakışlarını da beraberinde sürüklüyor. “Dayı sıra sende,” diyorum. Adam irkiliyor, ilerleyip kasadaki genç adama iki işareti yapıyor. Koltuğunun altına yerleştirdiği iki pideyle uzaklaşırken iç çekiyor. Kasadaki genç adam, “Karısını yeni kaybetti,” deyip üzgünce başını sallıyor. Adamın yerinde olmak geçiyor içimden. “Ya! Allah rahmet eylesin,” diyorum, “İki pide.” “Amin abi.” diyor çocuk, “Yalnızlık zor iş.” Belki de değildir. Fırın çalışanları içimden geçenleri duymuş olabilirler gibi geliyor bana. Çünkü öfkeli görünüyorlar. Birisi hınçla önündeki hamuru tırnaklıyor, diğeriyse sinirli el hareketleriyle küreği itip çekerken bir yandan da eline aldığı pideleri kasadaki adama doğru fırlatıyor. “Poşetin ağzını bağlama abi,” diyor genç adam. Kâğıda sarıp şeffaf poşete koyduğu iki pideyi bana uzatırken, “Sıcak, hamur olur sonra,” diyor. Poşeti alıp hızla uzaklaşıyorum oradan.

Pidelerin birinden büyükçe bir parça koparıyorum. Ağzıma yaklaştırdığımda içinden tüten dumanlar nefis bir kokuyla burnuma doluyor. Pidenin üzerindeki kepekler elime ve ağzıma bulaşıyor, sıcak ekmeği ağzımın içinde yarım yarım çevirip yiyorum. Caminin köşesini döndüğümde toparlanan bir dilenciyle karşılaşıyorum. Suç üstü yakalanmış gibi olduğum yerde kalıyorum. Ağzımdaki lokmayı yutkunarak mideme indiriyorum. Adam bana dilenci olan benmişim gibi bakıyor, alt dudağını ileri uzatıyor, gözlerini kısıyor. Uzun zaman önce dilencilere para verme bağımlılığımdan zor da olsa kurtuldum. Hem de kliniğe yatmadan. Ama yine de kendimi borçlu hissetmiş olmalıyım ki poşetteki yarım pidenin geri kalanını adama uzatıyorum. Yüzünü ekşitip alıyor ekmeği. Teşekkür yok. Kaçar gibi uzaklaşıyorum oradan ve adamın yüzüne söyleyemediğimi içimden söylüyorum. “Boğazında kalsın teres!” Beş on adım ilerlemiştim ki adam boğulur gibi öksürmeye başlıyor. Gözlerim kocaman açılıyor, adımlarımı daha da hızlandırıyorum. Dileklerim gerçekleşiyor mu ne! Cami hoparlöründen cızırtılı sesler gelirken mahalleye giriyorum. “Allahuekber, Allahuekber...” İmam bir an önce ezanı bitirme telaşında sanki.

Oyun parkı kalabalık. Çocukların sesleri birbirine karışarak daha da anlamsızlaşıyor ve bir gürültü bulutu olup mahallenin üzerine yağıyor. Ezan bittiği sırada bir patlama sesiyle olduğum yerde zıplıyorum. On iki, on üç yaşlarındaki dört kişilik bir piç grubu, attıkları torpilin dumanlarının arasında gülüşerek gözden uzaklaşıyorlar. Bakkal Salih abi arkalarından bağırıyor. “Siktir olun gidin lan eşek oğlu eşekler, sizi bir daha burada görürsem Allah yarattı demem!”

Kim yarattı der ve ne yapar merak ediyorum. Sonra bakkala ilerliyorum, çıngıraklı kapıyı itip içeri giriyorum. Salih abi biraz önceki olayı çoktan unutmuş gibi. Üst katımızda oturan Kamil’e takılıyor.

“Annen seni sünnet ettirdi mi Kamil,” deyip gülüyor. Yüzü kızaran Kamil bir şey demeden yere bakıyor. “Ne yapacaksın abi adamın şeyini,” diye sorasım geliyor. Kamil elindekilerin parasını ödeyip çıkıyor marketten. Salih abi adam çıktıktan sonra keyifle devam ediyor.

“Eşek kadar adam olmuş daha anasının sözünden çıkmıyor. Anası sıçma dese on gün içinde tutar! Hahaha…” Benim gülmediğimi gören Salih abi bozuluyor. “Ne istediydin Ahmet,” diye soruyor. “Bir derbi ver abi,” diye cevap veriyorum. “Ne yapacaksın derbiyi,” diyor. “Götüme sokacağım abi,” diyesim geliyor ama onun yerine, “Tıraş olacağım,” diyorum. Sağ omzunun arkasındaki küçük çengelde asılı duran tıraş bıçağı şeridinden bir derbi çıkarıp uzatırken “Ne tıraşı,” diye soruyor. Ne denir buna? “Etek tıraşı,” diye cevap veriyorum. Salih abi öylece kalıyor oturduğu koltukta. Derbinin parasını ödeyip çıkıyorum marketten.

Şu Kamil hakikaten garip adam. Var mı yok mu bazen ayırt edemiyorum. Bir çocuğun kaleminden çıkmış resme benziyor. Biçimsiz biraz. Sonra o çocuk yaptığı resmi silmeye çalışmış da tam başaramamış gibi. Biraz da silik yani. Bekâr, bundan sonra da zor evlenir. Adliyede memur. Anası Güğüm Dürdane’yle yaşıyor. Dürdane teyze ara ara yemek gönderir bize. Babasını erken yaşta kaybettiğinden olsa gerek, anası Kamil’in üstüne çok düşüyor, çocuk gibi davranıyor adama. Bunaltıyor ilgisiyle. Ben olsam Kamil’in yerinde, boğardım herhalde Dürdane’yi.

Evime çıkıyorum. Kapıyı Hatice abla açıyor. Bizim bakıcı. Sen git diyorum ona. Solmuş lacivert mantosunu giyerken “Bamya ile pirinç pilavı pişirdim, Serpil Hanım da sever,” diyor. Teşekkür ediyorum. Elimdekileri vestiyere bırakıp ceketimi çıkarıyorum.

Ardından oturma odasına geçip kanepenin üzerine yığılıyorum. Kollarımı kartal gibi açıp kanepenin arkalığına uzatıyorum. İyice yaslanıyorum kanepeye, kafam geride, gözlerimse kapalı. Karımın kokusunu alabiliyorum. Ürkek ayak sesleri yaklaşıyor, duymazdan geliyorum. Islak dudakları alnıma değiyor. Gözlerimi açtığımda Serpil’in gülen ela gözlerini görüyorum. Ne kadar da derin! En güzel elbisesini giymiş, uzun boynu o kadar zarif ki. Bugün özel bir gün mü? “Sana unutamayacağın bir akşam yaşatacağım,” diyor. Kendisini kucağıma bırakıyor. Toparlanıyorum, mavi elbisesinin dekoltesinden göğüslerine bakıyorum. Sonra öpüşüyoruz. İlk kezmiş gibi dili dilime değiyor, burnu burnuma, nefesi de nefesime. Biraz zorlansam da iri kalçalarından kucaklayıp ayağa kalkıyorum. Yatak odasına gideceğim sırada cızırtılı bir ses çarpıyor kulağıma.

“Ahmet, geldin mi?”

Yüzüm asılıyor, küçük odaya doğru ilerliyorum. Kucağımda duran iki yıl önceki Serpil’i, diri diri gömüldüğü mezarına usulca bırakıyorum. “Nasılsın,” diye soruyorum, laf olsun diye.

Tek hareket ettirebildiği uzvu olan incecik boynunu hafiften çeviriyor, “Dayanamıyorum Ahmet, bitsin istiyorum artık,” diyor.

Bir insan yaşarken nasıl bu hale gelebilir? O müthiş zarafet nasıl olur da böylesine çirkin bir kütleye dönüşür? Anlamıyorum, anlayamıyorum. O parlak esmer deri, pembe uçlu su damlası gibi memeler, krateri andıran ayva göbek, avucumu dolduran yuvarlacık kıvrımlı kalçalar nereye gitti? Bu ölü bakışlar, soluk mumyalaşmış yüz, eriyip pörsümüş beden aynı kişiye ait olabilir mi?

Yatağın başındaki ahşap sandalyeye oturuyorum. Sandalye dişlerini gıcırdatıp küfrediyor sanki. Dirseklerimi, dizlerime dayayıp ellerimi kenetliyorum ve ardından başımı öne eğiyorum. Biraz temiz çarşaf, biraz idrar, biraz da çürümüş et kokusu alıyorum. Sağ kalçasındaki yatak yarası gün geçtikçe derinleşiyor. Yumruğum girer belki. Bez de alerji yapmaya başladı, farklı bir marka denemek gerekiyor. “Her şey için çok üzgünüm,” diyor, bakamıyorum yüzüne, sanırım ağlıyor. Kahretsin! Ağzım açılmıyor, “Senin ne suçun var ki?” diyemiyorum. Arabada ben de olsam, ki o zaman ben kullanırdım, belki o zaman suçluluk da duyardım. Belki de benim için o güne dair güzel olan tek şey bu. Arabayı kullanan babası, ön koltuktaki annesiyle birlikte öldü. Serpil ise felç kaldı. Gözlerim doluyor, boğazımdaki yumruyu yutmaya çalışıyorum.

İlk başlarda insan iyimser oluyor. En azından ölmedi yaşıyor, Allah’tan ümit kesilmez belki sağlığına kavuşur, diyor. Ama çok geçmeden ümit kesiliyor. Bu halde olmak onun suçuymuş gibi yargılamalar başlıyor. Bakım zorlaştıkça sabırlar tükeniyor ve sonunda keşke o gün ölseydi deniyor.

“Ahmet bana yardım et, kurtar beni,” diyor gene. Bu yardımın ne olduğunu hiç sormadım. Ama her ikimiz de ne olduğunu gayet iyi biliyoruz. Sızlayan burnumu çekiştiriyorum, kafamı kaldırıp Serpil’in fersiz gözlerine bakıyorum. Bir ümit ışığı yakalıyorum orada, bir pırıltı. Bu pırıltı bana bir yeşil ışık oluyor, kararlı bir şekilde ayağa kalkıyorum. Eğilip Serpil’in alnından öpüyorum ve kafasının altındaki yastığı çekiyorum. Haftalar sonra ilk defa gülümsüyor. Yastığı iki ucundan sıkıca kavrıyorum, pençelerimi geçiriyorum suç ortağıma. Çabuk olmalı, diyorum kendi kendime ve yastığı Serpil’in yüzüne bastırıyorum tüm kuvvetimle. Geri dönemem artık. Önce yastıkta küçük bir direnç hissediyorum ama bir anlığına. Ne kadar süreceğini bilemiyorum çünkü Serpil çırpınamıyor. Bastırıyorum, bastırıyorum… Bir süre sonra dizimi de dayıyorum yatağa. Kollarım titremeye başlıyor, alnımdaki ter zerrecikleri yüzümü gıdıklayarak aşağıya sıyrılıyor. Birkaç defa tamam galiba derken, işi garantiye almak adına biraz daha bekliyorum. Ve sonunda gevşetiyorum yastığı, yavaşça çekiyorum Serpil’in yüzünden. Hem gözleri hem de ağzı açık. Göz yuvalarının dış kesimleri hafif ıslanmış. Başını usulca kaldırıp yastığı tekrar yerleştiriyorum eski yerine. Filmlerdeki gibi tek elimle gözlerini kapatıyorum. Kurtardım seni, diyorum ama kurtulanın kim olduğunu tam anlayamıyorum. Herhalde ikimiz de kurtulduk, diye düşünüyorum.

Bir işi başarıyla bitirmenin rahatlığı çöküyor üstüme, mutfağa geçiyorum. Hâlâ ılık olan yemekleri ısıtmadan bir kâseye bamya, bir tabağa da pilav koyup mutfak masasına oturuyorum. Bamyadan bir kaşık alıyorum. Lokma boğazımdan geçmiyor. Çenem titremeye başlıyor. Elimdeki kaşık kaseye düşerken gözlerimin nasıl da böyle hızla dolup taştığını merak ediyorum. Sarsıla sarsıla ağlarken yutamadığım lokma ağzımın kenarından kirli sakalıma süzülüyor. “Bamyayı çok severdin,” diye höykürüyorum burnum akarken. Ve ömrümün geri kalanında onu boğmadan önce bamya yedirmediğim için pişmanlık duyacağımı biliyorum, bir daha asla bamya yiyemeyeceğimi de.


Ebuzer Kalender

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page