top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Erdem Kıralı- Bording Taiym Kıros Çehk

Namütenahi denemelerim sonucunda tecrübe ettiğim sonuç şu oldu, ölümden kaçılamaz ama ölüm ertelenebilir. Ertelenmiş ölüm, daha fazla yaşamış olmak mıdır? Hayır, ölüm öncesi yaşam işkencesinin uzamış olmasıdır. Ölüm acil çıkış kapısıdır, yangınlar sönmediğinde ruhunda. Nereye açıldığını bilmediğin ama sadece yangından kurtulmak için kendini dışarı attığın bir kapıdır. İçin depreşir, yönlü yönsüz hareket eder, zıplar, kaçar ve geri döner. Sonrasında duvarda yanıp sönen o yazıyı görürsün, acil çıkış kapısı. Aslında pavyon ışıkları gibi davetkar ve rengarenk değildir ama seni çağırır usulca. Peki o kapıdan çıkmadan nasıl kurtulursun yangından? O ateşin üzerine işeyeceksin. Sidiğin sel olup çağlayacak dertlerinin yatağında. Amonyak kokusu kafa yapacak sende, yüzünde manasız bir gülümseme; sabit, hiç değişmeyen. “İşedim, kurtuldum ulan,” diye naralar atacaksın.

“Kafayı bulmuş,” diyecekler seni gören kafayı kaybetmişler. Sen kafayı bulmuş olmanın lüksünü devam ettirmek için o malum amonyak kokusunu burnundan çekmeye devam edeceksin. İyi çekerim ben, çektim mi beyin damarlarımla ayak damarlarım birbirine frekans atar. Tüm bedenim iletişime geçer benimle, ben benim içimde gezerim bir seyyah gibi. Her seferinde şaşarım gördüklerime kendimde, “Bende ne çok ben varmış?” derim. Özlediğim benler de oluyor, bir daha karşılaşmak istemediklerim de. Ama onların hepsi ordalar işte, istesem de istemesem de.

“Bazen malın kalitesine göre mi değişiyor benler?” diyorum. Hatta o Mudanyalı çingen karının malıyla tur atarken hep aynı benle karşılaşıyorum. Yine aynada kendine jiletler atarken kahkahalar atan, kandan yüzünü göremeyince de çığlıklar atan ben. Her seferinde korku çığlıklarıyla ayılıyor olmama rağmen neden jiletliyorum yüzümü hiç bilemedim. O karının malı yamuk, kesik, biraz da eksik. Katıyor içine bir şeyler gramı artsın diye. Gram artıyor ama dünyalar azalıyor benim galakside. Bir keresinde bir mal çaktı bana o Mudanyalı, değil galaksiyi, atmosferi geçemedim anasını satayım. Ne anasını satayım be, onu satmalıyım; geri dönüşümsüz.

Kafayı bulamadım, kayıp kafamla o karıyı ihbar ettim bizim narkoşlara. Narkoş abiler ise beni aldılar mekanlarına, sabaha kadar mokoko anlayacağın. Çingen karı ise yine dağıttı geçersiz uçuş biletlerini ben içerdeyken o gece. “Bording taiym kıros çehk,” diyordu torbadan bana her verişinde. Sazanların hepsi kesin yere çaktı uçakları daha pisten bile havalanamadan. Ben mi? Bana bir şey olmaz, benim uçak hiç konmuyor ki. Ben hep havadayım. Arada roketlemem gerekiyor, ekstra yakıt çakıyorum işte. Narkoşlar bir salsın beni, Jüpiter’in kırmızı noktasında after-party yapacağım. Mudanyalı çingen hariç herkes davetli anasını satayım. Ne anasını ya; o karıyı satıcam ben, geri dönüşümsüz, sıfır karbon anlayacağın.

Mudanyalı malı sonrası kafam yine iyiydi ama ayık taklidi yapıyordum. Ayık ayık gezmek ne yorucu kardeşim. Gezer insan olmak için önce doymuş insan olmak gerekiyor. Bazen canım sabahları soğuk hamburger yemek istiyor. Hani mayonezi bozulmuş falan. Kapı çaldı o ara, açmadım. Kimseyi görmek istemiyordum ama bir kişi var ki ya o geldiyse? Yo gelemez. Tasmasının uzunluğu yetmez. Köpeklerin dişlerine dolgu yapmıyorlar. “Nasıl çürüttün bu dişleri diye?” Oscar veriyorlar ancak.

Oscar töreninde kırmızı halıda çok sıkışmıştım. Bıraktım oraya öylece ne yapayım? Pantolonu sıyırıp çömeldiğimde basın niyetimi anladı, flaşlar patladı üzerime. Ne boktan törendi ya! Karayip Korsanları’nda oynamıştım. Korsanın papağanı bendim. Ne derse tekrar ediyordum. Repliğim basitti, ezber gerektirmiyordu. Korsan o kızı öpünce ben de tekrar ettim. Kovuldum setten. İş aramadım bir süre, işsiz olmanın hafifliğini yaşadım. Kaldırım taşlarını saydım cadde cadde. Daha kısa caddede neden daha fazla kaldırım taşı var diye analizler yaptım. Power-point sunum yaptım belediye başkanına, o da beni meclis üyesi olarak atadı. Şimdi kanalizasyon kapaklarını altıgene çevirttiriyorum. Büyük sorumluklar almayı severim ben. Ah Mudanyalı, ah Narkoş abiler.

Mars’a gidecek ilk ekibe beni de seçmiştiler. Cömert bir davranış olsun istedim tüm uzay ekibine Uludağ gazoz ısmarlamıştım. Uzayda gazozun tadı bir başka. Boş şişeleri boşluğa atmıştık hep beraber. Kimi bilir şimdi hangi galakside geziyorlardır bizim Uludağ şişeleri? Bursa’daki fabrikasından telefax geldi mekiğimize. Kripton gezegeninden yemek sepeti üzerinden sipariş almışlar. Ne genişledi bu yemek sepeti ya? Şişeleri salmak uzaya akıllıcaydı, reklam bizim işimiz.

Mars’ta gezerken onun aslında dışardan göründüğü kadar kırmızı olmadığını fark ettim. Kızıl ve turuncu arası bir renk. Kalyonlar arasında gezerken kaskımı çıkarmaya karar verdim. Çünkü esen rüzgâr bir sakız kağıdını kaskımın camına yapıştırmıştı. Sakızın Tipi-tip olduğunu görünce “Mars’a ilk gelen Türk ben değilmişim,” diye hüzünlendim. Kaskımı çıkarmış etrafımı süzüyordum ve benden önce gelen Türk’le ilgili ipucu bulmaya çalışıyordum. “Bir Türk buraya gelmişse muhakkak bir Türk bayrağı dikmiştir bu tepelerden birine,” dedim. Sonra kalyonlarda yankılanan o acı ses geldi, “Ayağın-daaaa kun-du-raaaa…Ayağın-daaaaa kun-du-raaa.” Mars’ın hiçbir özelliği kalmamıştı o dakika kardeşim. Atladık gemiye, Jüpiter’e rota çizdik. Alman şefimiz balık çorbası yapmıştı. Balığı nerden bulduğunu sormadık, yedik. Midemiz bulandı, kusamadık, zira yer çekimi yoktu, kusmuklar havada gezecekti. Vakumlu klozete kafamızı soktuk hem sifonu çektik hem de aynı anda kustuk. Bizim şef kesin Mudanyalıdan almıştır balıkları. Kadın ne satıyorsa çakma anasını satayım. Ne anasını… neyse… hem anasını hem bacısını… anladınız işte.

Hayalperest olmak lazım değil uzaya varmak için. Her dünyalı bir uzaylıdır esasında. Kabuğundan kurtulan elma çıplak hissetmez ama lezzetlenir. Muzu kabuğuyla yiyenler maymunlara deliymiş gibi bakarlar. “En güzel yerini soyup atıyor, hayvan işte,” derler. Muzu kızartarak üzerine sarmısaklı yoğurt döktüm. Mikserde çektikten sonra portakalı kekin üzerine yaydım. Bu ne lezzet kardeşim. Karmaşık karışımların lezzetini bulamazsın başka türlü. Zıtlıkların bileşkesi benzersizliği getirir sana.

Kendi zıddımı aradım yıllarca muhteşem uyum için. Ama kendimi çözemediğim için zıddımı da idrak edemedim. Zıt kutuplar birbirini çeker dediler, en uyuşamadığım kadına gittim âşık oldum. Aşık rolü yaptım diyelim. Kedi köpek hayatına on gün dayanabildik. Balayından dönerken uçakta hostesin numarasını alırken beni yakaladı. Havaalanından çıkmadan kayıp bagaj ofisinde boşandık. Bagajları da orda bıraktık. O günden beri kayıp bir adamım aslında. Aranıyorum ama ne aradığımı bilmeden. Nefes alıyorum ama içime ne çektiğimi bilmeden. Boş ver, işe üzerine işe. Çek amonyağı çek.

Duş alırken sıcak su kullanmam. İçim titrer, üşürüm, kafam çatlar ama sıcak suyu açmam. Alaska’da yaşadığım yıllardan kalma alışkanlık. Orada balık tutmak için yetmiş santim derinlikte buzu kesip denize ulaşabilirdik. Oltamızı o delikten aşağı ayrı bir dünyaya salardık sanki. Hiç görmediğim bir dünyaya bir delikten bir ip sarkıtıyorsun ve bekliyorsun. Her şey gelebilir o delikten. Oltam titredi ve çekmeye başladım. Ama tam tersine o beni aşağı çekiyordu. Çok kuvvetli ve ağırdı. Açtığım delik ancak başımı sokacağım kadar genişti. Meraktan kafamı buzdan suya sokayım dedim ama kafamın sığdığı yerden tüm vücudum geçti ve buzların altında nefessiz yolculuğum başladı. Beni öyle hızlı çekiyordu ki yer neresi deniz neresi kaybetmiştim. Zaten donmuş bir et parçası gibi sadece bir noktaya doğru gidiyordum. Sonra misina koptu ve beni çeken her neyse yok oldu gitti. Kafamı yukarı kaldırıldığımda güneşi görüyordum. Buz falan yoktu. Su ılıktı ve yukarı doğru yüzdüm. O ilk nefes var ya ilk nefes. Sudan kafan çıkınca güneş gözünü alır ve ciğerlerine sonuna kadar çekersin ya havayı; adeta yeni bir hayatın başlıyor gibidir.

Nefesim oturduktan sonra çevreme baktım “Alaska’dan nerelere geldim?” diye. İleride ufak bir ada görüyordum. Palmiye ağaçları az sayıda da olsa vardı üzerinde. Altın rengi kumu uzaktan bile gözümü alıyordu. Sağıma soluma gelen iki yunusun yüzgeçlerinden tutundum. Sanki yaşamak için o adaya ihtiyacımı biliyorlarmış gibi beni oraya sürüklediler ve kıyıda bıraktılar. Kumda baygın yatarken palmiye ağaçlarından birinden kafama bir Hindistan cevizi düştü. Sinirle alıp onu denize fırlattım. Az zaman sonra acıktığımı hissettiğimde adadaki palmiye ağaçlarından hiçbirinde başka Hindistan cevizi olmadığını fark ettim. Tekrar daldım denize biraz evvel fırlattığımı mereti bulmak için. Ama nafile onu ararken akıntı beni yine alıp açığa götürmüştü. Palmiye ağaçlarını ucunu hayal meyal görüyordum. Yunuslar? Yunuslar da yok bu kez. Derken bir yüzgeç daireler çizmeye başladı etrafımda. Dairenin çapı her turda biraz daha daralıyordu. Narkoşlar köpekbalığını da katmışlardı ekibe sonunda. Mudanyalı çingen fosforlu bikini giymiş, sarkık göğüsleri arasına malları sıkıştırmış bana el sallayarak bağırıyordu o kel adadan; “Bording taiym kıros çehk.”


Erdem Kıralı

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page