top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Esra Karadoğan- Dünya Bu Kadar

“Dila! Dila, sana diyorum! Hadi, hadi! Toparlan!”

Buradan da gidiyorlardı. Başka bir yere. Bazen neresi olduğuna dair bir şeyler duyardı ama hepsi Türkçeydi ve o anlamıyordu. Bazen seviniyordu da anlamadığına. Kimi zaman karşılaştığı sert bakışların ardından gelen sözlerin onun içinde oluşturduğu tüm o kötü hisler yeterdi. El süpürgesini ve montu aldı kucağına. Başka eşyası yoktu zaten. Bu kadar. Dünya bu kadar.

Onu takip edecekti. Başka çaresi yoktu. Yaşlı annesinin ardından yürüdü. Evlerinin yani çadırlarının içine girdiler. Etraflarına bakındı. Buradaki hiçbir şey onlara ait değildi zaten.

Demliğin sıcağıyla erimiş halıya baktı. Bu halı bile onların değildi. Birileri göndermişti. Bir zamanlar bir demlik, bir halıyı değersiz hale getirmişti ve o biri, o halıyı gözden çıkarıp kimin olduğunu bilmediği insanlara bağışlamak istemişti. Büyülenmiş gibiydi. Bir zamanlar evindeki İran halılarını düşündü. El yapımı, antika halıları. Oradan buraya düşüşleri hızlı olmuştu.

Önce anlamadığı bir şekilde maddi durumları bozuldu. Sonra savaş. Onlara kimsenin zarar veremeyeceğine dair bir inanç taşıyordu içinde. Geçmiş. O his önce babasının çökmesiyle zayıfladı. Maddi zayıflık, itibar kaybına dönüştü. İtibar kaybı ise onları değersiz insanlar kategorisine soktu. Yangında ilk kurtarılacaklardan olmadıklarını anlamıştı. Savaş çıkmadan önce uzaklaşabileceklerini düşünürken bir anda evleri bir bombayla yok olmuştu. Babası hastanedeydi zaten. Ailenin geri kalanının parçalarını topladılar.

Ellerine baktı. Yıkıntılar arasında küçük kardeşine ulaşmaya çalışırken tırnaklarıyla kazımıştı taşı toprağı. Tırnaklarının arasındaki toprağı çıkardı. Sonra aklına canını kurtarmak için kaçmaları gerektiği geldi. Hayat. Annesi üstündeki yırtık pırtık kıyafetlerle bir çuvalın dibini yokluyordu. Aylardır yedikleri patates dün bitmişti. Ona söylemişti. Ama yine de kontrol ediyordu. Bir patates. Kilo aldığı için elinin tersiyle ittiği tabakları düşündü. İç çekti.

Hava sıcaktı ve tüm kıyafetleri üst üste giymişlerdi. Yanında taşıyamayacağı hiçbir şey olmadan çıkmışlardı. Başka bir şeyleri kalmamıştı zaten. Kucağındaki monta baktı. Çorak toprakların soğuğunda yürüyüp durduklarında üstlerine battaniye olmuştu. Her şey anlamsız geliyordu. Kaçıyorlardı. Savaştan, silahlardan, tecavüzden. Bunu ikisi de biliyordu. Kaçmak anlamsız geliyordu bir yandan da. Çaresizlik, belirsizlik, öyle bir şey olsa ne yapabilirdi. Hiç. Ne olacaksa olsun artık diye ağladığı geceler vardı bir de böyle günler. Artık kaçmadan, bir çadıra sığınmadan, yeni bir kampa gitmeden, sadece durmak istiyordu. Oturmak, boş boş oturmak.

“Dilaaa!”

Geride kaldığını fark etmemişti. Ne olurdu artık gitmeseler bir yere. Artık güvendesiniz dememişler miydi onlara. Şimdi neden gidiyorlardı yine. Saatlerce sürdü yolculuk, bir kamyonun römorkunda. Hiç tanımadığı ama gözlerinde tanıdık korkuyla, yaşlı, kadın, çocuk, genç hepsi gidiyorlardı. Taş yolun tekerleklerin altında ezilmesini dinledi, mıcırdan ve tozdan korunmak için yüzünü kapattı. Bir kadın bebeğini sıkıca tutuyordu kucağında. Kalktı, bozuk yolun etkisiyle sallana sallana kadının yanına gitti. Montu bebenin üzerine doğru örttü. Kadın boş gözlerle ona baktı.

Yol boyu annesini dinledi. Eski zamanlarda kalmış bir hikâyeyi anlatıyordu. Belki çocukken de anlatmıştı. Memu ile Zin. Kötü zamanlarda insanlar hikâyelere sığınıyor olmalıydı.

Annesinin boğazı kurudu. Kırış kırış olmuş çenesini sıkıştırdı avucunun içine, bu onun bekleme hareketiydi. Sonra gözlerini kapadı usulca. Dila dürttü annesini.

“Devam et ana.”

Annesi sustu. Dila bir daha dürttü. Yanıt yoktu. İçinde patates ve biberin olduğu bir çuvala baktı. Döndü annesine baktı bir daha.

“Dünya bu kadar,” dedi, “dünya bu kadar.”


Esra Karadoğan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page