top of page

Öykü- Feyza Cengiz Dündar- Göğe Bakanlar

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 2 gün önce
  • 3 dakikada okunur

“İçinde ışık taşıyanlar, en karanlık zamanda bile başını göğe kaldırır.”


 Gece, kapkara bir battaniye gibi şehrin üstüne örtülmüştü. Elektrik yine yoktu. Sadece bombaların ardından parlayan ışıklar kazınmıştı gözlerine bir de onların yankısından ürken çocukların bakışları.

Enkazın hemen kıyısında, yıkılmış evlerin siluetleri arasında bir taşın üstüne oturdu. Sırtını hâlâ ayakta kalan yarım bir duvara yasladı. Ayaklarının dibinde, toz içinde bir oyuncak ayı duruyordu. Tanıdık mıydı, yoksa sadece her şey çok tanıdık mı geliyordu artık?

Kafasını kaldırdı. Gökyüzü bulanıktı. Dumanla karışmış bir boşluk. Ve tam o an, içinden bir ses yükseldi. Konuşmaya başladı. Yalnızca kendine.

“Bunca karanlığın ardından hâlâ başımı göğe kaldırabiliyorum…Ve şaşıyorum kendime. Gökyüzü her zamanki gibi değil artık; duman var, uçaklar var, yangın izleri. Ama ben hâlâ bir yıldız arıyorum o karanlıkta. Bir ucuna umut iliştirmeye çalışıyorum çünkü başka nasıl yaşanır ki?”

Gözlerini kapadı. İçinde bir şey çatırdadı. Belki de ağlamak istiyordu. Ama gözyaşları bile yerini unutmuş gibiydi artık.

“Duvarlar çöktü, sesler sustu. Adlarını ezberlediğim komşular artık yok…Ama kalbimde hâlâ bir yer atıyor. Bazen düşünüyorum; insan ne zaman vazgeçer?” “Ve sonra kendime soruyorum. Bu kadar yıkımın ortasında hâlâ nefes alan ben, nasıl olur da umudu unutabilirim?”

Başını yeniden kaldırdı. O an, bir yıldız belirdi. Gerçek miydi, yoksa gözlerinin oyunumu? Fark etmedi. 

Ve fısıldadı.

“Bir gün bu duman dağılacak. Bir gün gökyüzü sadece gökyüzü olacak.”

Yıldızın titrek ışığı gözlerini yakmıyordu, aksine içine serin bir huzur yayıyordu. O an bir ses duydu. Ne bir patlama, ne bir siren, bir kahkahaydı bu. Hafif, genç, tanıdık.

Annesinin balkonundan geliyordu sanki. Henüz sekiz yaşındaydı o yaz. Elektrikler yine yoktu ama o zamanlar bu bir eğlenceye dönüşürdü. Mumlar yakılır, annesi hikâyeler anlatırdı. Babası bir sepetin içinden domates ve salatalık çıkarır, “Bu akşam yemeği gökyüzüne karşı,” derdi. Küçük plastik tabureler dizilir, çatıda rüzgârla yarışılırdı.

Bir akşam, yıldız kaymıştı gökten. Kardeşi bağırmıştı heyecanla, “Dilek dile! Dilek dile!” Ve o da gözlerini sımsıkı kapatıp fısıldamıştı. “Gökyüzündeki dumanlar dağılsın”

Şimdi o fısıltının tersine dönen yıllar içindeydi. Ama o dileğin izi, kırılmamış bir cam gibi duruyordu içinde.

Ayaklarını enkazın soğuk taşından çekip dizlerine çekti. Kafasını duvara yasladı. O yazı hatırladı; limonata tadını, annesinin ince sesiyle söylediği eski o türküyü, komşunun açık penceresinden gelen sabun kokusunu.

O günler geçip gitmemişti aslında. Sadece alışmışlardı. Şimdi o yıldızın altından geçerken bir anlığına olsun kendini bulmuştu yeniden. İnsan, en güzel anılarını bile kaybettiğini sanırken, meğer sadece üstlerini örtüyormuş zamanla.

Ve şimdi, o örtüyü bir yıldız kaldırmıştı yavaşça.

Yıldız bir anlığına göz kırptı sanki, sonra gökyüzü sessizce açıldı. Rüzgâr hafifledi, etrafındaki duman sanki dağılır gibi oldu. Ve o an, zaman büküldü. Enkazın ortasında oturan bedenin içinden, yıllar öncesinin bir yaz akşamı yükseldi.

Çatının üzerindeydiler. Küçük plastik taburelere dizilmiş dört kişi. Annesi, başını örtmüş, elinde demir bir çaydanlıkla yaklaşıyordu. “İlk sen mi içeceksin, yoksa kardeşin mi?” diye sordu gülerek. O sırada babası, sepetin içinden çıkardığı domatesi mendille silip dörde böldü. “Bunlar pazardan değil, amcanın bahçesinden. Tatları farklı,” dedi. Ve annesi araya girdi. “Babanın dilinde hep aynı cümle. Ama doğru.”

Kardeşi yıldızları saymaya çalışıyordu. “Bir, iki, üç… aa kayıyor!” diye bağırdı. O, hemen ellerini birleştirip gözlerini yumdu. “Gökyüzündeki dumanlar dağılsın”

Rüzgâr, annesinin söylediği türkünün ezgisini getirdi sonra. Diliyle oynayarak söylediği eski bir ninniydi bu, memleketinin taşlarına benzeyen sert ama kök salmış bir melodisi vardı.“Yâr imiş meğer, ağlatan geceleri…”

Gülüştüler. O an dünyanın başka hiçbir yerinde savaş yok gibiydi. Sadece gökyüzü, çocuk kahkahaları ve annesinin sesi.

O anı şimdi yeniden yaşarken, göğsünde bir şey kabardı. Geçmiş, sadece hatırlanan bir resim değil, içine girilebilen bir sıcaklıktı. Ve o sıcaklık, şu anda hâlâ içindeydi. Yalnız değildi. Hatıralarıyla birlikteydi.

Annesinin sesi sanki hâlâ kulağında yankılanıyordu.“Yıldızlar silinse bile, göğe bakmaktan vazgeçme kızım.”

Bir uğultu geçti kulaklarının yanından, sonra her şey yeniden sustu. Gözlerini açtı. Çatının kenarında değil, enkazın ortasındaydı yine. Ama içi buz gibi değil artık, sanki soba yanmış gibiydi kalbinin bir köşesinde.

Ellerini dizlerine koydu. Yavaşça doğruldu. Bir adım attı, sonra bir adım daha. Toz içindeki oyuncak ayıyı eğilip aldı, hafifçe silkelerken gözleri doldu, ama dökülmedi yaşlar. Çünkü ağlamak için değil, yaşamak için vardı artık o hatıralar.

Annesinin sesi hâlâ kulaklarındaydı. “Göğe bakmaktan vazgeçme.” Başını yeniden kaldırdı. Gökyüzü hâlâ pusluydu, ama yıldız oradaydı. Ve artık biliyordu o yıldız her gece oradaydı, ama onu görebilmek için bazen geçmişin içinden geçmek gerekirdi.

Evin yerinde sadece taşlar kalmıştı belki, ama o taşların altında büyüyen kökler vardı. Ve o, o köklerden doğan bir çiçek gibiydi. Ezilmiş, eğilmiş, ama henüz solmamıştı.

Bir ses duyar gibi oldu uzaklardan. Bir çocuk sesi belki, bir kapı gıcırtısı ya da rüzgârla taşınan bir ninni. Döndü, yürümeye başladı. Geçmişin içinden geçerek, geleceğe doğru.

Çünkü bazı insanlar, yalnızca hatırlamakla kalmaz. Hatıraları yaşatır.

Ve yaşamak, bazen sadece bir yıldızın ucuna umut iliştirebilmektir.


Feyza Cengiz Dündar


Comments


bottom of page