top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Haluk Çevik- Lanetli

“Zamanı durdurmanın tek yolu lanetlenmekti.”

Kızıl bir gökyüzünün ortasında lotus pozisyonunda öylece duruyordu lanetli. Kapalı gözleri dışta olandan vazgeçeli çok olmuştu. Yoğun atmosferi nazlı yağmur damlaları gibi delip geçen alevli göktaşları onun etrafında kümelenmiş, biatlarını sunuyordu.

Sonsuz sükûnetini çirkin bir gümbürtü bozdu önce. Zaman çıldırmıştı. Arşın belirsiz tepelerinden başını gövdesine kadar eğmiş, Samanyolu’nun gezegenlerini iştahla yutuyordu. Uzun ve beyaz saçı sakalı birbirine karışmış, çılgın gri göz bebekleri yuvalarının içinde fıldır fıldır dönüyordu. Uzayın hiç olmayan dibine dek endam eden bedeni, sessiz nizamı darmadağın etmekle meşguldü.

Önce Neptün kayboldu. Vahşi bir yamyam gibi yuttu onu zaman, yani çıldırmış Kronos. Ürperten gizemiyle en korkutucu rüyaların misafiri Neptün, zamanın buruşuk elleri arasında ürkek bir çocuk gibiydi. Kronos’un sonsuzluk kapısına açılan dişleri onu paramparça etti. Ölüme canhıraş meydan okuyan yeni doğmuş bir ceylan yavrusu gibi ürkekti acımasız dişleri arasında yok olurken. Çığlığı, işitenlerin aklını oynatmasına yetti. Plüton, o şımarık ve sırlarla dolu çocuk, başını gizlendiği karanlıktan çıkardı. İmtiyazlı sayıyordu kendisini, Kronos’un nazarında. Oysa hiç acımadan, tek seferde yutuverdi onu da.

İki bilge ruh belirdi lanetlinin huzurunda. Huzurunu kaçırdıkları lanetliden aman dilediler. Gözlerini açmadı lanetli, alevi kendine sakladı. Fakat yine de hükümran bakışlarını benliklerinde hissetti bilgeler. Efendilerinin rahatsız edilmesine öfkelenen dev meteorlar öfkeyle gümbürdedi, ateş harlandı.

“Seni an’layamadık,” dedi bilgelerden biri, dudakları kıpırdamadı kimsenin. Zihinlerden zihinlere iletildi düşünceler. “Lakin ecel kapıda, hepimiz öldük ve ölüyoruz. Bir sen ayaktasın. Zaman kudurmuş, önüne çıkan ne var ne yoksa yutuyor, evlatlarını yiyor. Durdur bu rezilliği ey lanetli.”

Uzaydan bir haykırış işitildi. Satürn’ün halkalarının Kronos’un pis elleri arasında çatırdayışına dayanamayan Jüpiter siyah boşluğa yalvardı. Kanadı kırılan Satürn yörüngesinden çıkıp dostlarının şaşkın bakışları arasında utanç içinde gözden kayboldu. Katı bir disipline teslim ettiği ömrü iki paralık olmuştu. Bilgeler ürperdi. Yalvaran gözlerle lanetliye döndüler.

“Acizliklerinizin sebep olduğu ön yargılarınızın tutsağı olacak değilim elbette. Bulanık zamanların tanımlanamayan duygularına boğulduğum bir vakitte çıktınız karşıma. Köşemde sinsi ve kederli bir halde, her ne kadar kendime itiraf edemesem de bekliyordum. Yalnızlığımla ters düşse de bekliyordum... Tıpkı yaşamdan vazgeçemeyen zavallı insanoğlunun bunu niye yaptığını bilemeyişi gibi. Lakin görüyorum ki bu kez herkes aynı gökyüzüne bakıyor... An’latın hikayenizi öyleyse,” dedi lanetli, bilgelerin zihnine. Önce “kuyruksuz” bilge anlattı, boynu bükük:

“Zamanlardan bir zamanda, bir bebek dünyaya gelmiş. Maalesef ki bu bebeğin kuyruğu yokmuş. Halkı ona bu kusurundan dolayı kuyruksuz lakabını takmış. Aradan yıllar geçmiş. Ve bu seneler boyunca kuyruksuz hep dışlanmış. Kuyruksuz, en büyük ve en kıllı kuyruğa sahip olanın en yüksek statü sahibi olduğu bu diyarlarda daha fazla yaşayamaz olmuş. Ve de almış başını vurmuş çöllere. Atıyla beraber günlerce çöllerde amaçsız yollar gitmiş. Belki at sonunda çatlar da o öldükten sonra ben de nasıl olsa çok dayanamaz ve peşi sıra ölürüm diye hesap eder olmuş. Ne su varmış ne de aş. Varsa yoksa bitmek tükenmek bilmez çöl. At perişan, adam perişan. Birbirlerinden başka yoldaşları da yokmuş. Lakin öylesine tükenmişler ki, sonunda kendilerinden dahi tiksinir hale gelmişler. Derken at daha fazla dayanamayıp yere yığılmış. Oracıkta ölüveren atı bir daha ne gören ne de duyan olmuş. Öyle ya, o yalnızca zavallı bir atmış. Kuyruksuz, atın cesedine son kez bakarken; kuyruğunun rüzgârda ne de güzel savrulduğunu fark edince içi sızlamış. “En azından benim gibi kuyruksuz bir zavallı değildi, bundan daha fazlasını hak ediyor," diye düşünerek, rüzgârda kaybolup gideceğini bile bile, parmağıyla kuma şöyle yazmış:

“Bir yanım ister ki mezarıma tüm sevdiklerim gelsin ziyarete,

Bir yanım da der ki hiç ziyaret edilecek bir mezar taşım bile olmasın, buzlu dağların tepesinde.

Çok uzak bir yerlerde unutulmaya, terk edilmek istiyorum yalnızlığa.”

Çöller aşan kuyruksuz sonunda ovalara ve dağlara ulaşmış. Bir dağın tepesinde hiçlik içinde hayat sürmüş. Kuyruksuz zamanla halkın nazarında saygın birine dönüşmüş. Dertlere derman olmuş. Sözde mutlu bir yalnızmış ama gözyaşları yağan yağmurda saklıymış. Başkalarının derdine çare bulan kuyruksuz, biçare ölüp gitmiş.”

Hikayesi biten bilge ellerini önünde bağlayarak boynunu büktü. Bunun üzerine lanetli, "Ömrümün ilk yarısı sahip olamadıklarım için yas tutmakla geçti. Kalan yarısı ise bunları elde ettikten sonra yapacak bir şeyimin kalmayışına üzülmekle tükendi," dedi.

“Aslında lanet içteki sorgulamada değil, dıştaki sıradanlıktaydı.”

Sonra diğer bilgeye döndü lanetli, “Sen an’lat bakalım, kimmişsin bilelim,” dedi. Bilge anlatmaya davrandı hikâyesini, zihninden zihinlere aktardı:

“Bir ‘kuyu’ varmış. Derinliğini ölçmek icap etmiş. Ne yapacağını bilemeyen ahali bilgeyi çağırmaya karar vermiş. Bunun üzerine bilge onu çok seven kadınları, ününü, kitaplarını, evlatlarını ve benliğini geride bırakıp kirli siyah bir paltoyla yola koyulmuş.

Çürümüş kapının ardındaki kuyunun başına vardığında, kapıyı üstüne örtmüşler. Harabe binaya, sıvası dökülmüş duvarlara ve etrafa saçılmış kimyasallara bakan bilge biraz düşündükten sonra kuyuya bir taş atmaya karar vermiş. Taşı elinden bırakmasıyla zemine çarptığında çıkaracağı ses arasında geçen süreyle kuyunun derinliği hakkında bir fikir edinebileceğini düşünmüş.

Taşı bırakmış bırakmasına ama ses yokmuş. Bilge önce dikkatinin dağılıp da sesi işitemediğini sanmış. Bu defa başka taşları bırakmış kuyudan aşağı. Yine herhangi bir ses duymamış.

Bilge kuyunun dipsiz olabileceğini düşünmüş. Sonra her nedense bunu gerçekçi bulmamış. Haline gülmüş. Siyah paltosu pek bir tozlanmış. Terlemiş, alnını kaşımış, kara kara düşünmüş. Bilgenin aklına kuyunun, taşın sesini işitemeyeceği kadar derin olabileceği ihtimali de gelmiş. Yine rahatsız olmuş. İmkânsızlıkların deneyi gözlemleyebilmesine engel olmasını istemiyormuş. Daha büyük taşlar atmayı denemiş. Daha gürültülü ses çıkarabilecek nesneler bulmuş. Olmamış. Bilge ne yaparsa yapsın hiçbir ses işitememiş. Sonunda sıkılmış ve geri dönmeye karar vermiş. Ancak o zaman anlamış ki kapı kilitliymiş ve yalnızca dışarıdan açılabilirmiş. Böylece aradan yıllar geçmiş. Bilgenin saçları bembeyaz olmuş. Kirli paltosunun içinde kirli bir adama dönüşmüş. Saçı sakalı birbirine karışmış, viranenin içinde dolanıp durmuş. Bir gün ahalinin aklına tekrar kuyu düşmüş, kuyunun hatırına da bilge. Böylelikle yanına varmışlar yıllar sonra. Kapıyı açtıklarında onu kir pas içinde oradan oraya savrulurken bulmuşlar. Bilge onları görünce hiç oralı olmamış. Sessiz sayıklamalarına devam etmiş yalnızca.

Ahali ufak bir şaşkınlıktan sonra bilgenin haline önce acımış sonra da alaya almış. Onun bu pejmürde vaziyeti pek bir hoşlarına gitmiş. “Ne konuşuyorsun kendi kendine öyle,” diye sormuşlar.

“Şşşşt,” demiş, “Duymuyor musunuz?”

“Neyi,” demişler.

“Kuyuya düşen taşların sesini. Öyle gürültülü ki, sizleri duymamı engelliyor.”

Bunun üzerine halk bilgenin kendileriyle alay ettiğini sanıp onu kuyuya atmaya karar vermiş. Hem böylelikle bilge dibe vurduğunda kuyunun derinliği de bulunmuş olacakmış. Ölmez sağ kalır da dönmeyi başarırsa onları kuyunun derinliği hakkında bilgilendirebilir, diye düşünmüşler. Bu da onun cezası olmuş.

Bilgeyi kuyuya atmışlar. Aradan yıllar geçmiş. Halk bir ara kuyuyu tekrar hatırlamış. Sonra da bilgeyi merak etmişler. Akıbetini öğrenmek için diğer bilgelere danışmışlar. Bir meclis kurulmuş. Hararetli tartışmalar ve derin düşünceler neticesinde anlamışlar ki bilge kuyunun dibine hiçbir zaman varamamış. Yolun yarısında çoktan ölmüş, cesedi kemiklerine dek çürümüş ve sonunda yok olup gitmiş.”

Hikayesi biten bilge susup başını önüne eğdi. Lanetli, "Gittiğim her yerde çarmıha gerildim. Zindanda, cehennemde, yedi kat yerde ve gökte. Ama ben hâlâ cenneti arıyorum,” dedi.

Mars, iffetini zamanın ellerine teslim etmektense Güneş’in bağrında eriyip yok olmayı yeğledi. Uranüs’ü ise uzun zamandır gören olmamıştı.

“Lanetlenmek, anlamı keşfetmenin tek yoluydu; sadakatse monoton bir yok oluşla mümkündü.”

Ve Kronos çılgın gözlerini arza dikti. Bilgelerin ruhları gözden kayboldu. Lanetliye dönüp kibirli bir sesle, “Hmmm, Padmasana. Nesin sen?” diye sordu, bilinçten bilince aktarıldı.

“Gerçeklikle hayalin, kahramanla hainin, iyi ile kötünün birbirine girdiğiyim ben. Bir çılgınım ama aynı zamanda bir centilmenim de. Hem bir caniyim hem de en uysal olanım. Sanki herkes yalan da bir tek ben gerçeğim. En güvenilmeyen ve tek güvenilebilecek olanım. Tüm bu yapayın içinde belki tek doğal olan benim,” dedi lanetli.

“Ne kadar çırpınırsan çırpın, insanoğlunun varlığını, anın içine sığdırılmış sonsuz bir kederden başkasıyla açıklamak mümkün değildir,” dedi zaman.

“Dünden önce doğdum ve yarından sonra yokum!!” dedi lanetli.

Öfkelendi zaman, kaşlarını çattı, “Beni anlamak, muamma tarihlere fırtınalar gizlemiş dingin bir denize yelken açmak gibidir,” dedi. “Oysa sen zırvayı marifetle karıştırıyorsun.”

Lanetli sonunda gözlerini açtı, Kronos’a sonsuz aleviyle baktı ve “Beni gör! Beni şimdi gör!” dedi. Zaman, başını ellerinin arasına aldı. Uzadı, yassılaştı, gözleri iki siyah çukura dönüştü. Bir o yana bir bu yana dehşetle büküldü. Lanetlinin ışığı zamanın göz çukurlarını doldurdu. Işıkla beraber büyük bir çöküş ve ardından büyük bir patlama oldu. Zaman, mekânın dört bir yanına saçıldı.

“Dans ederken şalı, ruhunu saran havada Lanetli gözlerini kapamıştı, karanlık sonsuzluğa.”

Zaman öldü... Ve keder ebediyen lanetliyle kaldı.

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page