top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Murat Cem Miman- Eczane

“Anne. Anne. Anneee.”

Yukarı, balkonlara bakarak bağırıyordu. Öğlenin sıcağı apartman girişindeki betondan yüzüne vuruyordu. Arkadaşı onu bırakıp gölgedeki su sayaçlarını örten demir dolabın üstüne oturdu.

“Gözü kör olası, ne bağırıyorsun?”

“Anneeee, salçalı ekmek!”

“Tamam, gel.”

“Sinan’a da vercen mi?”

Yanıtını almadan apartmanın kapısını küçük bir delikten çıkan iple çekerek açtı. Merdivenleri koşarak çıktı. Kapının önünde bekledi, zili çalmadı. Gerek yoktu. Biliyordu ki... Biraz sonra neredeyse hiç önlüksüz görmediği koca gövdeli annesi, aşağı eğilerek üzeri margarin yağlı, salçalı iki irice ekmek dilimini uzattı.

“Kapının önünden ayrılmayasınız ha!”

Merdivenleri inene kadar yemedi. Demir dolabın üzerinde bekleyen Sinan’a iki dilimi de verdi. O da zıpladı çıktı. Oturup ekmeklerini yerlerken Panter marka ayakkabılarının kalın plastik topuklarıyla dolaba vurup ses çıkarıyorlardı. Yan apartmandaki kadın çocuğu uyanmasın diye pencereyi açıp “hiişşşşt”ledi. Durdular.

Önlerinden sırayla üç dört sokak köpeği geçti. İstedikleri yerde duruyorlar, bazen bir çöple uğraşıyorlar, bazen bir evin bahçesine girip çıkıyorlardı. Nereye, neden gittiklerini biliyorlar mıydı? Etrafı kokluyorlar, arada duruyorlar, bir küçük havlama... Devam... Sinan mahalleli çocuklardan duyduğunu yetiştirdi hemen.

“Biliyor musun? Eczanenin yanındaki köpekli kadın her gün bunlardan birini evine kapıyormuş?”

“N’apıyormuş?”

“Kaynatıp çorba yapıyormuş.”

İçine korku düştü. Birkaç kez görmüştü kadını. İncecik, kupkuru, uzun erkek çoraplı, üstü başı derbeder, saçı özensiz biriydi. Eczanenin yanında tek katlı evinin bahçesi tel örgülerle çevriliydi. Arka bahçesinden köpek sesleri gelirdi, evinden de kemik suyu kokusu.

Mahalleden gelen birkaç çocuğun gürültüsüne döndüler.

“Denize gidiyoz, geliyonuz mu?”

Başıboş sokaklarda oynamanın keyfi içerisinde ne anneye sorma ne hazırlığa gerek vardı. Dört beş çocuk yola çıktılar. Eczanenin yanındaki evin önünden geçerken köpekli kadını biraz önce geçen köpeklerden en zayıfı, en küçüğüyle eve girerken gördüler. Daha bir hızlı yürüdüler, dillendirmeden. Bakımsız bir parkın dört kişilik salıncağında neredeyse zincirleri kopana kadar sallandılar. Biraz ileride de denize girdiler. Öylecene, donlarıyla... Ayaklarını midye kesmese anneleri nereden bilecekti denize girdiklerini. Sahi nereden bilirdi? Denizden dönüşte sokağın başındaki köftecinin önünde yutkundular, tükürük köftesi dumanını içlerine çekip doydular. Ya da öyle sandılar.

Mahalleye dönüşleri gürültülerinden anlaşıldı, meraktaki anneler pencerelerden, balkonlardan çocuklarının sağlamasını yaptı.

“Gözü kör olası, nerelerdeydin? Çık çabuk eve!”

Dayak yiyeceği korkusuyla bu kez yavaş yavaş çıktı merdivenleri. Kapıdan ona uzanılamayacağı bir mesafede durdu. Tecrübeliydi.

“Sen akşama görcen, sen.”

“Gelmem ki.”

“Ne demek gelmem. Al bakayım şu parayı, kâğıtta yazılanları git eczaneden al.”

“Yaklaşmam, döversin. Sen at parayı.”

Kâğıda sarılı parayı kapıp koşarak indi. Arkadaşları yanaklarına baktı. Kırmızılık görse alay edeceklerdi. Sanki aynılarından onlar hiç yemiyordu.

“Ben eczaneye gidiyom.”

“Köpekli kadına dikkat et, almasın seni içeri.”

“Maç başlayacak gecikme.”

Köpekli kadının evinin uzağından büyük bir yay çizerek eczaneye ulaştı. Elinde para, iki basamak çıkıp girdi. Acelesi vardı, mahallede çocuk sürüsü maç için beklemezlerdi. Takımlar kurulursa yedekte beklemek zorunda kalırdı. Elindeki kâğıdı eczacı kadına uzattı.

“Annem bunun için gönderdi.”

Eczacı kadın biliyordu esasen niye gönderildiğini. Önceden de tanıyordu onu. Her içeri girdiğinde neden ona hep umutla gülümserdi? Sigarasını kalın cam küllüğün kenarına bıraktı. Kalktı. Paraya sarılı kâğıdı açtı, okudu. Tezgâhın altından bir şampuan bir de hemen pembe ince ambalaja bir iki kat sarılan bir şeyi torbaya koydu. O şeyin de pazarları banyo günlerinde evdeki iğrenç kokunun sorumlusu Rusma olduğunu sonradan öğrenecekti. Mahallede herkesin kullandığını da... Eczacı kadın torbayı içine para üstünü atarak verdi. Koşarak çıkacakken arkasından seslendi.

“Baksana!”

Döndü baktı, acelesi vardı ama.

“Sen benim yanımda, burada çalışsana.”

Hiç düşünmeden cevapladı.

“Olur, anneme sorup geleyim.”

“Git sor bakalım,” diye ondan habersiz kurulan senaryonun son cümlesini kurdu eczacı kadın.

Köpekli evden çekinerek bir yay daha çizdi. Elinde torba, koşa koşa apartman önüne geldi. “Gel maç yapçaz,” dediler, ama duyan kim? Merdivenleri heyecanla çıkıp kapıyı vurdu. Annesine elindekileri verip bir solukta anlattı.

“Eczacı kadın ‘Burada çalışır mısın?’ diye sordu. ‘Annem izin verirse...’ dedim. Gideyim mi?” Çizgi film kahramanı Marco’nun ayrı kaldığı, rüyalarına giren, iri yarı annesinin tıpkısı cevapladı.

“Tamam git. Ben gelir konuşurum.”

Kapının kapanmasını beklemeden aşağı indi. Dışarıdaki çocuklara “Ben gelmiyom, siz oynayın,” diyerek tekrar eczaneye koştu. Köpekli evden kadının çıktığını görüp telaşlandı. Soluk soluğa büyük camlı vitrininde renkli kutularla düzen yapılmış, dibi loş, ilaç kokulu eczaneye girdi. Masasında sigarasını içine çeken, önündeki çaydan dumanlar yükselen eczacı kadına “Ben geldim,” dedi. Hafif kalınlaşmış sesiyle “Hah tamam,” dedi, geleceğinin kesinliğinden emin. Her gün belki yirmi defa boşaltılan, akşamları yıkanıp sabaha kadar kurusun diye ters bırakılan kalın küllüğe sigarasını bıraktı. Ayaktayken çayından bir yudum daha aldı.

“Gel sana eczaneyi gezdireyim.”

Peşine takıldı. O anın kokusunun ve renginin hafızasına kazınarak onu izlediğinin farkında değildi. Masanın arkasındaki paravan duvarla ayrılmış arka tarafa perdeyi aralayarak girdiler. Burayı ilk kez görüyordu. Alt raflarında bir dahaki bahara tırtıl yetiştirmesine izin verilecek gri renkli, demir depolama rafları, üzerinde çeşitli büyüklüklerde kahverengi şişeler, etiketlerinde anlamadığı dilde kelimeler, köşede üzerine uzanıldığında iğne vurulan mahalledeki bütün kadınların yarım popolarını göreceği bir kamp yatağı, lavabo, kimseler yokken prezervatifleri ağzına takıp suyla dolduracağı çeşme, yerde bir küçük tüp, üzerinde her zaman ılım ılım fokurdayacak çaydanlık, süpürge, paspas, duvarda çivilenmiş bir askı...

“Sana çay yapmayı öğretmeliyim ilk,” dedi eczacı kadın.

“Olur eczacı abla.”

“Bana ‘Nuran abla’ diyebilirsin.”

Arka taraftan çıkarken ışığını kapadı, perdeyi çekti. Düzenliydi, ama masasının üstü de küllükten firar etmiş, yoklama kaçağı sigara külleriyle doluydu. Masanın üzerinde arkaları karton ilaç kupürleriyle köşesinden yükselmiş reçete yığını, eczane defteri, köşede suyu temiz kendi sararmış bir tutam vazo çiçeği... Eczanedeki lavanta kokusu ondan mı geliyordu? Rebul kolonyasının lavantalı olduğunu, Nuran ablasının vazgeçilmezi olduğunu da öğrenecekti zamanla. Masanın sol tarafındaki raflarda süslü püslü parfüm şişeleri duruyordu. Gece nöbetlerinde taksiden inen enayi hovardalar ve yanlarındaki pavyon kadınlarının fiyatı sorgulamadan dadandığı bu rafların eczanenin en kârlı bölümü olduğunu da birkaç ay sonra hemen kavrayacaktı.

Nuran ablası ona bankonun arkasını gösterdi. İşte o an müşteri çocuktan çırak çocukluğa terfi etti. Etraftaki cam raflı açık dolapların hastalık gruplarına göre sıralandığını öğretti hemen. Cam raflı dolapların çabuk tozlandığını ve hepsinin üç günde bir silinmesi gerektiğini de...

“Senin soracağın var mı?” diye sordu Nuran ablası.

“Var. Ben yandaki köpekli kadından korkuyom. Her gün nasıl gelcem?”

“Neden korkuyorsun?”

“Köpeklerin en küçüğünü, en cılızını alıp kaynatır, çorba yaparmış.”

Cevap vermeden önce Nuran ablası başını geri atarak kahkahayla güldü. Annesinin birkaç saat önce gelip konuştuğu, yanına çırak gönderilen çocuğun ne kadar küçük olduğunun belki de ilk kez farkına varıyordu. Yanına çekti. Bir kucakladı. Sardı. O an ilkti, ama ondan sonra sadece sevgisini değil, ilgisini, görgüsünü de verdi. Duygusal fırtınalarında ona sarılarak ağladı, zekâsıyla bulduğu cevapları yüceltti, sorumluluk ve inisiyatifi küçük yaşta ona öğretti. O da yıllarını geçirerek hazır yaşken eğildi. İlaç kokulu, yarı loş eczanede büyürken evindeki Tercüman gazetesi yavaş yavaş Cumhuriyet’e yenildi.

“Sen ne tatlısın ya. Olur mu? O en küçüklerini, en zayıflarını alır, besler, büyütür, bırakır. Çok iyi bir kadın o.”


Murat Cem Miman


0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page