Öykü- Mustafa Yıldız- Denizler Fatihi
- İshakEdebiyat

- 5 Eyl
- 6 dakikada okunur
Sabahın körüydü. Yatağın sırtında yarattığı ağrıyla doğruldu. Sol tarafında bir acı hissetti. Bazadan fırlayan yaylardan birisi böğründen içeriye dalmıştı sanki. Yay gerçekten böğrünü delmiş olsaydı, günler sonra farklı bir sabaha uyandığına inanabilirdi. Etrafına şöyle bir baktı. Üçüncü kattaki dairesinin ona lütfettiği bir dilim güneş ışığını yüzüne gözüne bulaştırdı. Güneş ışığıyla geçinmeyi hiç öğrenememişti.
Su aradı, şişenin dibinde bir yudum su kalmıştı, içti. Tam ayaklanırken içine bir sıkıntı çöktü. Boş bir çuvala doldurulan çöp ya da saman gibi gittikçe kabaran bu şey; kütlesini artırmaya başlayınca, bedenini tekrar olduğu gibi yatağa bıraktı. Sıkıntısına özel bir sebep arıyordu. Tavana, masadaki boş şişeye, kitaplara bakındı. Rüyaların, o hatırlamadığı rüyaların tesiri olmalıydı bu. Birtakım şeyler hatırlıyor ama ne gördüğünü tam olarak anımsamıyordu. Tek hatırladığı yanan bir asansör sahnesiydi. Üst kata çıkmak için yöneldiği asansörden taşan kocaman alevlerdi hatırladığı. “Elimde bir şeyler olmalıydı,” dedi. Bir poşet? Torba? Herhangi bir şey? Ne olduğunu hatırlamak için hafızasını daha fazla zorlamadı. Anımsadıklarım yeterince canımı sıkıyor zaten, diye düşünürken… Birden anımsayıverdi.
Birkaç kâğıda geçirilmiş bir poşet dosya. Evet elinde bir dosya olduğunu gayet iyi hatırladı. Kâğıtlar neyle ilgiliydi? Ya da ne yazıyor olabilirdi? Tahmin etti. Benim yazdığım bir şeyler olacak, dedi. Bir öykü, şiir? Belki bir inceleme yazısı. Hayır, iş başvurusu için gerekli olan evraklar değildi elindeki. Bu alevler içinde kalmış asansör de 6. kattaki insan kaynakları ofisine gitmiyordu. Rüyasını açmaya çalışırken bir ara tavana odaklandı. Keşke tahta olsaydı, dedi. Uzun uzun izlediği tahta tavanları hatırladı. Boşluğa bakmakla tavana bakmak bir değildi tabii hem de tahta bir tavana bakmak. İki tahtanın birleştiği yeri, çivileri fark etmek; ağacın ölü damarlarını, ölü gözlerimizle dolaşmak… Şimdi bunların hiçbiri, düşüncelerini yutan alçı tavanda yoktu. Derin bir nefes aldı. Daha fazla çöküp kalmak istemiyordu, aniden doğruldu. Kapıya doğru baktı. Nefesini verdi.
Bugün yapacak hiçbir işi yoktu. Daha doğrusu ona yapması gereken bir iş tanımlanmamıştı. Ne yapacağına o karar verecekti. Ağaçlık bir yere gidip alevleri bastırmalı mıydı? Yoksa sahile gidip alevleri daha da mı harlamalıydı? İki seçenek de onu içine tıkılmış sıkıntıdan kurtaracak gibi değildi. Yüzünü yıkadı, kıyafetlerini değiştirdi, çantasına birkaç kitap bir de defterini koyup çıktı. Nereye gideceğine karar vermemişti ama gitmeliydi işte bir yere.
Karaköy vapurunun kalkmasına beş dakika, Haliç vapuruna da yirmi dakika vardı. Karaköy vapuruna atladı. Rüzgârlı bir gündü. Koltuklara sırtını dayayıp sağ tarafında yolcu indiren gemiyi izledi. Müzik açsa mıydı, açmasa mıydı? Klasik müzik dinleyecek ruh halinde değildi. Belki de acı-tatlı bir eşlikçi açmalıydı. The Doors? Vazgeçti, müzik dinlemeyecekti. Bu gemide kendisine ondan başka eşlik edecek hiçbir şey yoktu. “Kitap bile açmayacağım,” diye söylendi. Vapur kalkmaya hazırlanıyor, güçlü bir şekilde titriyordu. Kafasını eğmiş, rüzgârın saçlarıyla oynarken çıkardığı sesleri dinliyordu. Zihnindekileri bir türlü toparlayamadı. Vapurun kalktığını düşünüp başını kaldırdı, hala iskeledeydiler. Beş dakika geçmiş olmalı, diye düşündü. Yine de saate bakmak istemedi, tekrar başını eğdi. Rüzgâr eğlencesine geri döndü. Saçına verdiği şekillere bakılırsa adeta onunla alay ediyordu.
Yanına yaşlı bir kadın oturdu, önüme kimse oturmadı, diye sevindi. Vapurun ucuna doğru kahkahalarla yürüyen bir grup dikkatini çekti. “Kadınların saçları ne kadar da birbirine benziyor,” dedi. Gruptaki adamlar ise birbirlerinden oldukça farklı görünüyorlardı. Fötr şapkalı bir ihtiyar, ağarmış sakallarına gizlediği çocuksu heyecanıyla sanki birazdan geminin dümenine geçecekmiş gibi bir tavır içerisinde oturuyordu. Saçları jöleyle arkaya doğru taranmış, siyah gömlekli, gömleğin düğmeleri neredeyse göbeğine kadar açık olan diğer adamın yanında iki kadın oturuyordu. Adam, gömleğini havalandıran rüzgârdan aldığı özgüvenle, kasılarak bir şeyler anlatıyordu. Kadınlar da adamın ağzından çıkan laflara karşılık, hemen mermi gibi bir kahkaha patlatıyorlardı. Keyifleri oldukça yerindeydi.
Vapur Boğaz’a doğru usulca kaymaya başlamıştı. Grubun kahkahaları gittikçe azalıyor, onlar da kendilerini Boğaz’ın saydam kollarına bırakıyorlardı. Kır sakallı adam diğerlerinin aksine denize arkasını vermişti ve dönüp bakmıyordu bile. Dümene buyur edilmediği için alınmış olmalı ya da cesaret edip kaptanın odasına yürümediği için kendine kızıyordur, diye düşündü. Gülümsedi. Bugün ilk gülümsemesiydi bu. Bazen bir insana, bir olaya, bir ana gülümsemek ağız dolusu bir kahkahadan daha kıymetli, dedi kendi kendine, içine. Yanıldığını anlayacaktı, çünkü tebessüm, kahkahanın en yalın en yalnız haliydi. Etrafındakilere dalmışken vapur onu ıssız bir yere getirir gibi Boğaz’ın tam ortasına getirivermişti. Denizin uçsuzluğuna baktı. Rüyasını düşündü, asansörü, elindeki yazıları… Rüyasından bir anlam çıkarmak arayışında değildi ama bu içinde gittikçe eriyen ve daha kaygan bir hal alan sıkıntısını gidermek için işe yarayabilirdi. Yanında oturan yaşlı kadına baktı. Ellerini, kucağına aldığı çantasının üstünde kavuşturmuş, Boğaz’ın manzarasında çoktan hipnotize olmuştu. Çukurlaşmış gözlerinde hayretle baktığı martılar ancak yer bulabiliyordu. Acaba beni izliyor mudur? diye geçirdi içinden. Başını eğmiş, korkuluklardaki küflere bakan bir adamı neden izlesindi. Esasında görülmeye ihtiyacı vardı. Kadının hiçbir şey sormadan öylece onu izlemesine çok ihtiyacı vardı. Denize atılmış bir demirin üstünde, başı alevler içinde kalmış bu adam, bir avuç su istiyordu. Martılar yerlerini kaptırmaya niyetli değildi. Beklenen olmadı. Çünkü kadın bir görüntülü konuşma başlatmış ve eltisini çevrimiçi boğaz turuna çıkarmıştı.
Karaköy İskelesi’ne epey yaklaşmışlardı. Gruptan gelen sesler tekrar artmaya başladı. Başını onlara doğru çevirdi. Kır sakallı, fötr şapkalı Denizler Fatihi’nin heyecanla diğerlerine bir şeyler anlattığını gördü. Denizler Fatihi de kim? Evet, adama bu lakabı oracıkta takıvermişti. Suspus oturan adam, Şarköy Esnafı gibi dert yanıyordu. Ne anlattığını çok merak etti. Acaba gemiyi o kullansa daha hızlı mı gelirlerdi ya da tam iskeleye dayandıkları sırada yaşanan sarsıntıyı; “Ben var ya öpücük gibi kondururdum gemiyi” diye, kaptanı mı eleştiriyordu? Konuşulanların düşündüğü gibi olmadığını o da biliyordu. “Gerçekten ne konuştukları kimin umurunda,” dedi.
Muhabbet, Denizler Fatihi’nin babasının Bahriye taburuna kadar indi. Adamı gemiden inerken gördü de nihayetine erdi her şey. Yoldaşlığından dolayı teşekkür eder gibi gülümsedi ihtiyarın ardından.
Gideceğine karar vermiş ve bu kararının arkasında durmuştu. Peki şimdi ne yapacaktı? “Karaköy, yüz odalı kocaman bir hırdavat dükkânı ya da yalnızca iskelelerden ibaret bir kıyı” dedi. Yolun karşısına geçti. Beyoğlu fünikülerine doğru yürümeye başladı. İstiklal’in o karmaşık dünyasını sıkıştıracak yerim var mı? diye, zihnini yokladı. Yoktu. Bugün dışarıdan içeri değil içeriden dışarıya doğru akan bir yaşam sürüyordu. Durdu. Bu devasa hırdavat dükkanından görülecek bir eksiği yoktu, iskeleye geri döndü.
Geçti, oturdu bir yere. Üsküdar vapuruna on dakika vardı. Kadıköy’e mi gitsem? diye, düşündü. Orada mutlak yapacak bir şey bulurum. Ya da Beşiktaş? Ama önce gitmeye karar vermeliydi. Bu basit soruları kulaklarından tutup otomatı kullanmayı beceremeyen orta yaşlı adamın omzuna bırakıverdi. İskelenin tavanından aşağı, birer metrelik iplerle sarkıtılan kitapları seyretmeye başladı. Bu iskeledeki, klasik uğraşıydı. Kitapların adlarını okumak kolay değildi, sadece birkaç tanesi okuyabilmişti. Yeşil kapaklı bir kitap vardı eğer onu da okuyabilirse yüzünden üçüncü gülümsemesi belirecekti. Okuyamadı ama gülümsemesi çoktan yüzündeydi çünkü bir çocuk tam bu anın içine:
“Su ister misin abi?” diye, daldı.
Sürekli maruz kaldığı bu tarz sorular için bir mekanizma oluşmuştu algısında ve hemen: “Teşekkürler,” deyiverdi. Teşekkürünü ederken de elini kalbine götürdü. İşte bugünün üçüncü gülümsemesi, istemsizce elinin kalbine gidişineydi. Bu gülümsemeyi diğer gülümsemelerden birkaç saniye daha fazla yüzünde taşıdıktan sonra başka bir kitabın ismini okuyabilmek için uygun bir yere düşürdü. Mavi bir kitaptı bu sefer, okuması çok daha zordu ve bir gülümseme vaat etmiyordu. Beceremedi, etrafındaki insanlara daldı.
Üsküdar vapuru, Eminönü’nden dönüp iskeleye gelmişti, binmeyecekti. Belki Kadıköy vapuruna da. Çünkü defterine bir şeyler yazma dürtüsü gelmişti. Ne yazacağını bilmiyordu ama sayfasını açana kadar geçen küçük aralıkta garip bir heyecan duydu. Alt tarafı defterini açacaktı. Kalemini ararken heyecanı artmaya devam etti. Bir kalem buldu. “Bu olmaz” dedi. “Mürekkebi bitmek üzere.” Yeni aldığı kalemi bulmak için çantanın derinliklerinde elini aceleyle gezdirdi ve buldu. Kalemin kapağını ağzıyla açarken zaman durdu ve bugünkü dördüncü gülümsemesi yüzünde belirdi. Kapağı ağzımla açacak kadar ne acelem var? Kendi sorusuna gülümseyerek yazmaya başladı.
“5 Haziran. Karaköy İskelesi’ndeyim.
Bugün sabah sebebini bilmediğim bir sıkıntıyla uyandım. Garip bir rüya anımsıyordum, sıkıntımın sebebi belki bu rüyadan kaynaklanıyordu ama düşünmek için kendimi yataktan uzaklaştırmalıydım. Üsküdar iskelesinden vapura bindim…”
Bulunduğu ana kadar neredeyse yaşadığı her şeyi yazdı. Hatırladığı kadarıyla yaşlı kadının telefon konuşmasını bile anlattı.
“Bembeyaz sakalı bir adam vardı. Dümene geçmeyi ister gibi bir hali vardı. Ben de bu isteğinden dolayı ona birazcık söz verdim. Neden bilmiyorum Denizler Fatihi adını verdim ona. Çok komikti…”
Çok komikti ya… Bu kadar komikse neden sadece gülümsemişti? Durdu. Evet gülümsemesi yeterliydi, hatta artıyordu bile. Zaten dememiş miydi gülümsemek daha kıymetli diye. Ama bir kahkaha da atamaz mıydı? Canım insan tek başına, hem tamamiyle kendi kafasında kurduğu bir şeye kahkaha atar mı? Atar belki, ama burada mı atar? Bu soruları oldukları gibi havada bırakırsak, Denizler Fatihi ’ne kahkaha atmak istiyordu. Bu sorulara cevap verebilecek bir şey vardı aslında. Şu kır sakallı adama sağlam bir kahkaha attıracak bir şey, mermi gibi! Birisi olmalıydı…Vapurla iskele arasında, kalbiyle gözleri arasında birisi. Sıkıntısı, gülümsemelerini kahkahalara dönüştüren, onları eviren arkadaşının artık olmayışıydı. Evet hikâyeler kurmaya, ara ara gülümsemeye devam ediyordu fakat eksikti işte bir şey, birisi… Yokluğunu hissettiği arkadaşıyla hiç tanışmamış olsa, gülümsediği anların kahkahaya dönüşebilecek şeyler olup olmadığını bilemeyecekti. Şimdi ise bunu biliyor olması büyük bir eksikliği, boşluğu hatırlatıyordu artık, bildiriyordu. Asansörün neden alevlerle taştığını anladı. Evi alevler içinde kalmış gibi ürperdi.
Mustafa Yıldız




Yorumlar