top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- P. T. Barva- Ormanda Bir Dal Kırılsa

Öğle vakti bahçesindeki kameriyede oturmuş Kırmızı Pazartesi’yi okurken, gün Hilmi Bey için oldukça sıradan geçiyordu. Ta ki lağım suyundan gökkuşağını görene kadar. Önce homurdanma gibi bir ses geldi derinlerden, sonra fokurdamalarla oturduğu yer titremeye başladı. Birkaç metre ötesinde, bahçe duvarının dibindeki rögar kapağı gümbürdeyerek havaya uçtuğunda, şaşkınlıktan yerinden kıpırdayamadı. Kitabını bile elinden bırakamadı, büyük bir tazyikle fışkıran kanalizasyon suyunun yay çizerek bahçe duvarını aşıp yola inişini ağzı bir karış açık izledi. Ancak kameriyenin çatısına ve gözlük camlarına minik su damlacıkları yağdığı an kendine geldi. Tiksintiyle yerinden sıçradı, iki adım geride saklandı. Öğle güneşi camlardan, yaz evlerinin bahçelerindeki ağaçlara takılı kristal süslerden yansıyıp suda kırıldı ve işte görülebilecek en boktan gökkuşağı böyle oluştu. Hilmi Bey önce gördüğüne inanamadı. Göz yanılması sanıp kirli gözlüklerini çıkardı. Hayır, gökkuşağı hâlâ oradaydı.

Bu muhteşem doğa olayının tek tanığı yoldan geçen bir köpekti. Refleksleri iyi olsa gerek, hayvan zamanında kaçıp gökkuşağının bir parçası olmaktan kurtuldu. Suyun tazyiki azalırken Hilmi Bey ne yapacağını düşünmeye başladı. Bu, onun altından kalkabileceği bir iş değildi. Oturup bacak bacak üstüne attı. Ay yüzeyi gibi çukurlu, şu anda lağımdan beter kokular duyan burnunun ucunu kaşıdı. Gözlüklerinin üstünden ıssız siteye, panjurları sıkı sıkıya kapalı evlere göz gezdirirken alnının ortasındaki yol derinleşti. Bahçede dikkatini çeken bir şey yoktu fakat yoldaki birikintiyi kontrol etmesi şarttı. Terlikli ayağıyla kameriyeden inip cılk bahçe toprağına basacakken durdu. Gözleri hızlı ve kısa hareketlerle sağa sola oynayıp duruyordu. Kimsenin görmediği bir tenis maçını izliyor yahut bir metni hızlıca gözden geçiriyor gibiydi. En fazla kaç kişi gelirlerdi ki? İki? Üç? Aslında elini, ayağını kirletmesine hiç de gerek yoktu. Sırıtması yüzüne yayılırken sol köpek dişinin kaplamasındaki çengel, altın rengi parladı. Kameriyedeki masadan telefonunu aldı, belediyeyi aradı. Su işlerinden iki genç yarım saate kalmadan bahçesindeydi.

“Küçük yerde yaşamanın güzelliği,” dedi belediye çalışanlarını gördüğünde, “hoş geldiniz gençler. Çizme giydiğiniz iyi olmuş. Boka battık. Kelime anlamıyla.”

“Hoş bulduk. İyi batmış buralar.”

“Ben çıkamıyorum, açıverin bahçe kapısını. Ayağımda terlikle kaldım.”

“Yok, sen inme amca. Dur orada. Biz bakarız şimdi. Ne dikiliyorsun Muhittin? Açsana kapıyı, elim kolum dolu.”

“Hilmi Hoca bu,” diye fısıldadı Muhittin, “edebiyat öğretmenim. Nasıl çıkayım karşısına? Bu halde mi görsün beni?”

Barış malzemeleri yere bırakıp bahçe kapısını açtı, arkadaşına dönüp, “Kişi alın terinden utanmamalı,” dedi. Kaşlarını çatmıştı. Aletleri yeniden yüklenip rögara doğru yürüdü. Muhittin, başı yerde, onu takip etti.

“Nasıl olduğunu anlamadım. Birden fışkırdı sular. Kapağı yola uçtu. Yoldadır hâlâ.”

“Gördük amca. İşimiz bitsin alırız onu da. Muhittin arabadan merdiveni getir.”

“Güllerim mahvoldu…”

Barış, Muhittin’i şöyle bir süzüp, “Giymemişsin yine tulumları,” dedi, “ben inerim. Sen ışık tut.”

“Önemli değil, ben ineyim. Lütfen…”

“Olmaz. Mikrop kaparsın.”

Hilmi Bey kameriyenin musluğunda gözlüklerini temizledi, tişörtünün ucuyla kurulayıp tekrar taktı. Gençlerden birini gözü ısırıyordu ama nereden?

“Evladım sen buralı mısın? Okuttum mu ben seni?”

“Siktir!” dedi Muhittin fısıltıyla, sonra eli mahkûm cevapladı.

“Evet hocam, Muhittin Yılmaz ben. Narlıdere Lisesi’nde öğrencinizdim.”

“Biliyordum. Tabii. Muhittin… Sınıfın güzide öğrencisi.”

“Işığı tut Muhittin. Alet çantasını da uzat.”

“Tamam.”

Muhittin kızarmış yüzüyle arkadaşına yardım etti. Koku dayanılmazdı. Öğürmemek için kendini zorluyordu.

“Demek belediyeye girdin…”

“Ben… Edebiyat mezunuyum hocam. Sizi gıptayla izlerdim, hatırlarsınız belki.”

“Hatırlamam mı? Derslerimde pek hevesliydin. Demek sen de edebiyatı seçtin.”

“Şu hâlime bakılacak olursa, edebiyat beni seçmemiş.”

Barış yukarı çıkmış soluklanıyordu, “Kişi alın terinden utanmamalı,” dedi, bu sefer yüksek sesle.

“Doğru söylüyorsun evladım. Hem öğretmenlik yapamaman devletin ayıbı Muhittin oğlum, senin değil.”

“Sağ ol hocam. Barış da felsefe okudu.”

“Bokun arkhesini inceliyorum şimdi. Evet.”

“Sus, hocamın karşısında…”

“Öyle deme, arkhe ilk neden demek. Şimdi bu rögar kapağı niye uçtu, bunu çözmeyecek miyiz? Nedenini bilmeliyiz. Aşağıda garip bir şey yok. Durduk yere gümm!”

“Gelin, burada musluk var, yıkayın elinizi. Biriniz çizmesini versin bana, buz gibi biram var evde, gidip getireyim.”

“Hocam zahmet etme, mesaideyiz hem.”

Hilmi Bey yerinde duramıyordu. Adam, Barış’ın gözüne bir anda on yaş birden gençleşmiş gibi göründü.

“İçmeyelim, işimiz var.”

“Boş ver yahu, işiniz uzun sürdü diyelim ki, ne diyecekler? Çok iş var daha burada, değil mi Barış oğlum? Arkheyi bulacağız. Zaman alır.”

“Esasında arkhe ve zaman, felsefenin iki önemli konusu. Fakat tekrar inip dirseğe, ana boruya bakmam gerek. Muhittin, sen arabadan çizme ver hocama,” dedi Barış. Sonra arabaya doğru yollanan arkadaşının kolundan tutup kulağına fısıldadı, “Etrafı bok ama kendi temiz. Hayret edilesi.”

Muhittin, “Memleketteki bir avuç insanın hâlinin tercümesi,” diye alçak sesle cevapladı. Arabanın yanına vardığındaysa dayanamayıp bağırdı,“Bu koku ne Allah aşkına? Hiçbir rögar bu kadar iğrenç kokmamıştır!”

Hilmi Bey, “Sormayın,” dedi, “çok fenaymış. İlk başta öğürdüm ama alıştı burnum şimdi. Malum, aşağılık insanoğlu…”

“Her şeye alışır,” diye tamamladı hocasını Muhittin. Elinde bir çift çizme, Hilmi Bey’in yanına yürüyordu. Bastığı yumuşak bahçe toprağı kanalizasyon suyuyla iyice gevşemiş, cıvıklaşmıştı. Her adımı, insanın midesine acı sular yürüten sesler çıkarıyordu. Köyünde, hasat zamanı fıçılarda üzüm ezen genç kızlar geldi aklına. Hatta biriyle bağ bozumu şenliği gecesi sevişmişti. Ilık geceyi, dolunayı, altlarında hışırdayan sararmış otları hatırladı. Üniversite öğrencisiydi, öyle ya, geleceği parlak bir gençti. Çamurların altına gizlenmiş asma köküne takılıp yüzükoyun yere kapaklandığında, hayalinde kızın yanık tenini öpüp kokluyordu. Önce hiç kalkmamayı düşündü. Şu an ölmeliydi. Hayatı daha ne kadar boka batabilirdi ki?

“Ah! Oğlum kalk!”

“Aferin Muhittin. Ben sırf kokusuyla bile mest olmuştum. Tadı nasıl, anlatsana?” Barış bahçe duvarına yaslanmış eldivenlerini çıkarıyordu. Eldivenleri ters yüz ederek alet kutusunun üstüne bıraktı, sonra elini iç cebine daldırıp arandı, sigara paketini buldu, içinden bir dal çekip hâlâ yerden kalkamamış arkadaşına sakince sordu, “Çakmak sende miydi?”

Muhittin doğruldu. Önce tükürdü, ardından öğürdü, kustu. Hocası yerden yarım metre yüksek kameriyesinden inmeye niyetli görünmüyordu. Filozof arkadaşıysa yeni sorular peşindeydi. Çakmağını bulmuş, sigarasını yakmıştı. Muhittin kalktı, üstünü silkeledi, bıkkın adımlarla yürüyüp çizmeleri hocasına verdi. Yüzüne bakamıyordu.

“Gel, yıka muslukta yüzünü. Sabun da var, bak. Al.”

Pislik, utancın aksine, biraz ovunca akıp gidiyordu. Kıyafetlerini de çıkarıp Hilmi Bey’in yanında don atlet oturdu. Buraya vardığında hocasının onun yüzünü görmemesi için sarf ettiği zavallıca çabayı anımsadı. Bu arada Barış sigarasını bitirmiş, Muhittin’e arabadan yedek tulumlarını getiriyordu. Cebinden bir pomat kutusu çıkardı.

“Al. Ben sürdüm, biraz ferahlattı. Mentollü krem. Burun deliklerine sür, altlara doğru. Hocam sen de sür istersen.”

“Gerek yok.”

Muhittin uysallıkla denileni yaptı. Tulumlarını giydi, işinin başına döndü.

“Mümkün değil,” diyordu Barış, “ölmüş, çürümüş bir şey kokuyor. Bok böyle kokmaz.”

“Kokar yahu, niye kokmasın?” dedi Hilmi Bey çabucak, “Havalar ısındı, nem de çok. Kıyafetler bile kokuyor dolapların içinde.”

“Orası da öyle,” diye kafa salladı Barış. Düşünceliydi. Bu yaşlı adamın gözlerindeki zekâ parıltısı gözlüklerinin altından bile seçilebiliyordu. İkide bir dudaklarını yalaması da dikkatini çekmişti, heyecanlı mıydı ki? Neyse, belki de tiki vardı. Tekrar kanalizasyon çukuruna indi, aletler istedi, çıktı, indi, koca boru parçalarını çıkardı, kan ter içinde yenilerini rögara indirdi. Muhittin deliğin başında ışık tutup bekledi.

“Şimdi,” dedi dışarı çıkıp, “tıkanan bir yer yok aşağıda.” Nefes nefeseydi. Başlığını çıkardı, Muhittin’in eline tutuşturdu, eldivenlerini de çabucak ellerinden sıyırıp bahçe duvarına astı. İki üç kere öksürdü, kafasını sağa eğip tükürdü. “Hatta tıkanıklık açılırken patlamış burası. Bir şey şu koca dirseğe sıkışmış, belli. Su birikmiş, birikmiş, işte bir anda ne olduysa oynamış yerinden, sonra gümm! Dirseği değiştim, boruları onardım. İş bitti sayılır.”

“Ne olduğunu bulduysan gerisi kolay,” dedi Hilmi Bey, “gerçi, keşke nedenini bilmeseydim de diyebilir bazen insan. Neyse, gelin de biranızı için.”

Adamın yanına yürürlerken Muhittin yine sessizdi. Barış ise tereddüdünü bir kenara bırakmaya çalışıyordu, bir sigara yaktı. Çizmelerini kameriyenin dışına çıkardılar, oturup ikindi güneşinde içmeye başladılar.

“İçkinin utancı ve kaygıyı unutturması mühim iş,” diye düşündü Muhittin, sonra sordu, “Etrafta kayıp hayvan var mı?”

“Bilmem ki. Komşular gelmedi daha, ıssız buralar, görüyorsun. Hazirandan önce kimse gelmez. İşte çocuklarının okulları vesaire.”

“Bence o yola uçan rögar kapağının altında ölü bir kedi var.”

“Kapağı kaldırıp bakmadan ölü mü, diri mi bilemezsin,” dedi Barış sırıtarak.

“Ciddi misin? Schrödinger’in kedisini mi konuşacağız?”

“Hatta kedi mi, değil mi, onu da bilemezsin.”

“Bunu anlarım fakat bir kediyse, şu rögarda sıkışıp kaldıktan sonra bir kapağın altında canlı yatıyor olamaz. Kokuya da dikkat çekmek isterim.”

“Muhittin doğru söylüyor. O deneyde canlı kediyi bir kutuya koyuyorlardı yanlış hatırlamıyorsam. Değil mi Barış oğlum?”

“Doğru, hocam. Deneyi bir fizikçi yapmış olsa da esasında bir düşünce deneyidir. Paradoks... Belli bir anda kedinin canlı olma ihtimaliyle ölü olma ihtimali eş görülüyor. Fakat işte felsefe burada başlıyor. Çünkü Erwin Schrödinger soruyor, gözlemlemiyorsak o kedi aynı anda hem ölü hem de canlı değil midir?”

“Ben burnuma güveniyorum. Bizim kedi ölü.”

“Tabii eğer kediyse.”

“Yoksa Kunduz mu öldü? Aman Tanrım! Kaç gündür görmedim onu”

“Kunduz mu! Burada kunduz mu yaşıyor hocam?”

“Yok yahu, kediye Kunduz diyordum. Siyah beyaz bir sokak kedisi. Ah…”

“Hemen üzülmeyin, biz bakana kadar ölü olmuyor.”

“Barış dalga mı geçiyorsun?”

“Bok havuzunun ortasındaki ahşap kameriyede, yükseltilmiş bir zeminde, iki edebiyatçıyla bira içiyorum. Mertebemin yükseldiğini hissediyorum ama iki adım ötemdeki dünyada tüm canlılar pisliğe batmış. Üstelik daha biraz evvel onlardan da aşağıda, pislik içinde ve rezildim. Evet Muhittinciğim dalga geçiyorum. Sana da tavsiye ederim. Yaşın benden küçük fakat kaşlarının ortası şimdiden kırıştı.”

“Çok okumaktan o. Hayatım kitapların arasında geçti benim.”

“Evet ya. Lisede elinden düşmezdi kitapların Muhittin oğlum. Kapağı filan boş verin. Bak, Marquez’in kitabını okuyordum ben de. Geç kalmışım, nasıl okumam değil mi bugüne kadar? Oluyor işte.”

“Santiago Nasar ile tanıştınız demek siz de hocam.”

“Bugün bitiriverecektim ama… İnanır mısınız, fışkıran sulardan gökkuşağı oluştu. Gözlerime inanamadım.”

“Bak Barış, işte edebiyat aşığı insan nelere dikkat eder, hassasiyetleri nelerdir… Görüyor musun? Hocamın bahçesi perişan olmuş, gökkuşağını hatırlıyor. Kedi üzerinden türlü teorem sıralıyorsun, hocam adını Kunduz koymuştum, diyor. Orhan Veli geldi aklıma, Ah, dostum, derdim başka…

“Ona bakarsan Empedokles de ilk nedeni, varoluşu harekete geçiren güçlerin sevgi ve nefret olduğunu iddia edecek kadar naif, duygusal bir adamdır. Ve bence aptaldır. Yine de felsefecileri yalnızca yanıt peşinde koşan ruhsuz varlıklar diye yaftalayamazsın.”

“Gençler birer bira daha içeriz değil mi? Hehhe!”

Çizmelerini giyip kameriyeden inen, eve doğru dikkatli adımlarla yürüyen adamın arkasından baktılar.

“Senin Hoca kafayı buluyor, demedi deme. Bizden önce de içiyordu bu adam bence. Hâli de bir tuhaf geliyor ama…”

“Kalk hadi, o dönmeden şu kediye bakalım. Eğer hocamın Kunduz’uysa atıverelim bir yere, görmesin adam. Köpekti, fareydi… Başka bir şeydi deriz, ne bileyim.”

“Muhittin, doğrusu böyle hassas bir rögar yoldaşım olduğu için kendimi çok şanslı hissediyorum.”

“Sırıtma da gel. Giyiyorum ben çizmeleri. Acele et. Başım dönüyor zaten.”

“Öğlen birası çarptı herhalde,” diyerek elindeki bira şişesine baktı Barış, “beni de uyku bastı.”

Yola yürüyüp kapağın başında durdular. Kapak, altındaki pislik yığınıyla üçgen yapmış, yamuk bir hâlde duruyordu.

“Hadi bahse girelim. Kapağın altındaki Kunduz’sa akşam yemeği senden. Başka hayvansa ben ısmarlarım artık, ne yapalım.”

“Tamam yahu, koku iyice ağırlaştı, çabuk ol.”

“Muhittin Bey, elimden geleni yapıyorum efendim, sabırlı olun.”

Barış kapağın altındaki çamuru, pisliği ayağıyla öteye beriye itmeye uğraşırken hava birden karardı. Ne oluyor, diye ikisi birden havaya baktı. Ok başı şeklinde dizilmiş yüzlerce kuş göğü kaplamıştı. Öyle ki güneş perdelenmiş, gün ışığı azalmıştı.

“Leylek mi onlar?”

“Barış doğru mu görüyorum?”

Muhittin elini gözüne siper edip dikkatle gökyüzüne baktı.

“Ömrümde bu kadar leyleği bir arada görmedim!”

Sonra gözleri karardı, dengesini kaybedip yere düştü, kalkamadı. Barış da yalpalıyordu. Bir yandan da manasızca rögar kapağını kaldırma gayretindeydi. Son gücüyle kapağı itti, yere yığıldı. Yanağı çamura batmış yatarken güçlükle, “Muhittin,” dedi, “hiçbirimiz kazanamadık.”

Havadaki leylekler döne döne yere inmeye başladılar. Kısa sürede ıssız yazlıkçı sitesinin çatıları, tek bir kiremit dahi görünmeyecek şekilde leyleklerle kaplanmıştı.

Hilmi Bey, elindeki sopayla, yerde hareketsiz yatan gençlerin yanında dikildi. Henüz baygın değillerdi, gözleri açıktı.

“Ne tuhaf gün, değil mi çocuklar? Önce görülebilecek en boktan gökkuşağı, ardından en büyük leylek göçü. Ne diyordu şair, Kuşlar toplanmış göçüyorlar, keşke yalnız bunun için sevseydim seni… Muhittin, sen bilirsin oğlum. Cemal Süreya, değil mi? Tabii. Aferin Muhittin, geçtin, yüz. Gerçi bunlar geri dönüyorlar. Her sene buradan geçerler ama bu kadar kalabalık sürüyü ben de ilk defa gördüm. Barış, sana da şunu söylemeliyim ki ben varoluşçuların söylemlerini daha mühim bulurum. Ormanda bir dal kırılsa ve bunu gören olmasa, o dal gerçekten kırılmış mıdır? Misal, geldiğinizden beri yoldan hiç kimse geçmedi, civardaki tüm evler boş, ben de bugün sizi hiç görmemiş olsam… Arabanız sitenin uzağında bir yerde bulunsa…”

Sonra çömeldi, bilinçlerini kaybetmek üzere olan adamların gözlerine baktı.

“Tanıştırayım,” diyerek biraz evvel rögar kapağının örttüğü çamur yığınından fırlamış ayağı işaret etti, “karım.”


P. T. Barva

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page