top of page

Öykü- Serap Kılınçoğlu- İki Kere Öhö

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 1 gün önce
  • 5 dakikada okunur

Her an kaçacakmış gibi şehrin içinde geziniyor. Aslına bakılırsa gezinmesinin bir amacı da yok. Gördüğü her şeyi dikkatle izliyor, inceliyor, düşünüyor ve sadece düşünüyor. Ne işim var bu saatte burada? Neden geldim? 

Hatırlamaya çalışan zihni bir çölden farksız. Karısı mı o? Çölün ortasında başına dikilmiş, bağırıyor. “O çöl gibi yerde ne yaparım ben, hayatta gitmem oraya.” Çölün güneşi, bin dişiyle bedenini ısırırken karısının sözleri de yüreğini kavuruyor. Baba, sen misin? Evet o, karısının yanında duruyor. Dişlerinin arasından ıslıklı bir cümle fırlatıyor oğluna. “Cehenneme kadar yolun var.” Anne! Neden serabıma bir damla su dökmedin? Aklını ve kalbini söküp aldığın insandan geriye ne kalır ki?  

Düşündükleri onu tek bir noktaya ulaştırdığında bakışları sabitleniyor, bedeni kaskatı kesiliyor: Beyninin kıvrımlarına kadar arayıp tarasa da gözünün önüne bir karecik görüntü gelmiyor. Yok işte. Acınası boşlukta savruluyor. Şu an adının ne olduğu hakkında bile hiçbir fikri yok!

Gece. Çırılçıplak bir gökyüzü. Ayın hilâl şeklinden eser kalmamış. Öyle dikkat çeken bir evresinde değil henüz.  Gözlerini kapatmayı başardı. Başka bir şey görmeye tahammülü yok. Taksinin yolda kayarcasına gidişine bıraktı kendini. Neyse ki vakit geceydi. Işıklar sönmüş, sesler susmuş, asfalt yolların yükü azalmıştı. Bir oh çekip derin uykusuna dalmaya hazırlanıyordu şehir. Bir fırsat olabilir miydi bu durum? Boz bulanık akan bir ırmağa benziyordu aklından geçirdikleri. Ne yapmalıydı şimdi? Bu bulanıklık nasıl berraklaşacaktı?

Ne kadar süre yol gitmişti, azgın ırmağın suyunda kaç takla atmıştı düşünceleri, hatırlamıyordu. Taksi durduğunda anlayabilmişti yolculuğun bittiğini. Şoförün isteğiyle buraya gelmediğini adamın cümlelerinden çıkardı. Dikiz aynasından şoföre baktı. Bitti mi, geldik mi?

“Otogara, dediniz abi. Daha ben sormadan hem de.”

Otogara götürmesini ne ara söylemişti ki şoföre?

Otogar panayır yeri gibi, dört bir yanı şıkır şıkır. Hafiften ürperiyor. Yabancı. Her şey, her yer ne kadar da yabancı geliyor. Sağına soluna bakınıp duruyor. Davulcusundan işportacısına, dilencisinden hamalına, ne ararsan var. Bu manzara karşısında kendisini turist gibi hissediyor.

Keşfedilmesi gereken ne çok şey var. Şehri gezinirken incelediği gibi burayı da incelemeye koyuldu. Bağıranlar, koşuşturanlar, ağlayanlar, gülenler, ne ararsan vardı. En çok da öbek öbek gezen şu tekinsiz adamlar neyin peşindeler acaba? Kahkahalarla gülüyor, elleriyle kollarıyla birbirine olmaz şakalar yapıyor, sonra gözlerine kestirdikleri birini görünce onun başına üşüşüyorlardı. Allem edip kalem edip ikna ettikleri kişiyle el sıkışıp hızlıca yanından ayrılıyorlardı. Neyin alışverişini yapmışlardı, anlayamıyordu bir türlü. Muavinin çığırtkan sesiyle irkildi. Daha fazla gürültüyü kaldıramayacağını anlayınca birazdan kalkacak olan otobüse binmeye karar verdi. Otobüse doğru hızlı adımlarla yürürken az önce merak ettiği o şeyi de unutmak istedi. Neyse neydi bir de bu merakla uğraşamayacaktı.

Arka koltukların boş olabileceğini düşünerek kırk altı numaralı koltuğa doğru yürüdü. Bütün ihtimallerin birbirine denk olduğunu bildiği halde yine de şansını denemek istiyordu. Otobüsün loş ışıklı koridorunda ilerledi.Bu kez istediği olmuştu ve işte, arka beşlide kimsecikler yoktu. Muavine biletinin olmadığını söyledi. Mavi gömleği üzerindeki jöleli kafasıyla ona sırıtan muavinin, yol boyunca başına musallat olmaması için de dua etti. İçerisi ısınmış, tavan lambaları kapatılmış, rölantide çalışan otobüs kalkmaya hazırdı artık.

Güvende olduğu hissiyle koltuğa yayıldı. Anne kucağında uykuya dalan bir bebekti sanki. Öylesine dingin ve huzurlu. Sanki düşüneceği ya da dertleneceği bir şey varmış gibi soğuk cama başını dayadı. O sırada dışarıdaki hareketlilik dikkatini çekti. Kimi abartılı bir şekilde el sallıyor, kimi salya sümük ağlıyor, kimi de şişedeki suyu yola döküyordu. Otobüsün içine bakındı, bu kederli kalabalık kime aitti?

Dışarıdaki hareketlilikle içerideki hareketliliği gözüyle hizaladı. İşte şu adam, orta kapının yanındaki koltukta oturan. Adam da sevincine hüzün katmış, el sallıyordu dışarıdakilere. On dakika önce ne olmuştu? Bir öbek insanın adamı nasıl ikna ettiklerini, aldıkları parayı aralarında paylaşmalarını, adamla el sıkışıp oradan ayrıldıklarını tekrar gözünün önüne getiriyor. Onca yıl -zorlamayla da olsa- bir anı edinememişken herifin kaşla göz arasında kendine veda merasimi düzenlediğine hayret ediyor. Hangimiz haklıydık? Ya şu öbeklerden biri gelip bana böyle bir şey teklif etselerdi, ne yapardım? Ne kimseye hak verebiliyor ne de bu teklif karşısında ne yapacağını kestirebiliyor. Otobüs tıs tıslı sesiyle hareket ediyor sonunda. Son bir kez dönüp bakma isteği duyuyor. Geride bıraktığı otogarda son gördüğü manzaraysa, aynı öbeğin şimdi de davul zurna eşliğinde oynayıp bir askeri omzuna almaları oluyor. Bu kez hayret etmiyor.

Sıcacık karanlığın içinde tekrar gömüldü koltuğa. Bari hangi istikamette gittiklerini sorsaydı muavine. Zihninde onlarca yol, bir açılıp bir kapanıyor. Çatal yol, yokuş aşağı, yokuş yukarı; virajlısı, düzü, dolambaçlısı… Hangisine sapsa? Hangisi onu aydınlığa çıkarır ki? Karar verip verememekse apayrı bir yol. Onlarca yola binlerce kez gidip dönmüş gibi hissediyor kendini. Nasıl olursa olsun hepsi birbirinin aynısı. Boşuna bir tükenmişlik... Tükendiğim boşuna. Boşuna bu gitmeler. Dönseydi peki? Ne fark edecek. Yere çivi gibi çakılmış ayakları bir milim bile kıpırdamıyor. Yorgunluk. Çöküyor. Kolay mı onca yol tepmek. Soluk alış verişleri yorgun. Başı… Yanıyor. Donuyor. Ağırlık. Başı düşüyor. Omuzlarına bağlı olmasa hani kopuverecek, ayaklarının dibine yuvarlanacak. Yerçekimine direnemeyecek kadar mecalsiz. Olduğu yere yığılacak. Yok. Yerin dibine girse daha iyi. Yol, ayak, baş. Başı, yolda bir nokta. Ayakları o noktaya çakılmış bir çift kazık. Sanki İsa, bir çarmıhı eksik. İbretlik.

Aya mı tutunsa? Bir tek o tanıdık. Başına omuzlarıyla destek veriyor. Başını yukarı doğru çektikçe kazıklar yere daha da çakılıyor. Çakılmıyor, içe çekiliyor. Ezelî bataklık. İki çekim arasında serseri bir yalnızlık. Aya olan mesafesi her saniye biraz daha açılıyor. Gece ilerledikçe ay büyüyor. Gece uzadıkça o kısalıyor. Zaman ile arasındaki zıtlık.

Nerede şimdi? Ne diye binmişti otobüse, nereye gidiyordu? Yolda bir şeyler hatırlardı belki, kim bilir? Şehir bile uyuyabiliyorsa belki ben de uy…u…ku… yaşlı ka…dın…mı..yo… nerden tanıyo…rr…uuu…

Her yer elma kokuyordu. Otobüste değil miyim? Rüyada mıyım yoksa? Rüyalar kokar mıydı? Kocaman bir elma bahçesinin içinde şimdi. Hangi dalına elini uzatsa o dal kendini yukarıya çekiyor, zorla tutmaya çalışırsa da dikenleri eline batırıyor. Verici olan tabiat, sıra kendisine geldiğinde niçin böyle cimri ve hoyrat davranıyordu?

Yüzünde elma kokan solukları hissediyor. Gözlerini açtığında burnunun dibinde biten iri bir elmayla karşılaştı. Elma, gözüne kapkara göründü. Elindeki diken acısını ovuşturarak yaşlı kadının -kendi bahçemdem, taze, dese de- elini ittirerek geri çevirdi.

Tek istediği gitmekti. Gide gide cehennemin dibini bulmayı kafaya koymuştu. Neresiydi cehennem? İşte gelmişti. Bilmediğin ve bilinmediğin her yer cehennemin olurdu. Otobüs tıstıslı freniyle yaylanıp durdu. “SAYIN YOLCULAR, ARACIMIZ YARIM SAATLİK İHTİYAÇ MOLASI VERMİŞTİR.” Yarım saati varmış. İhtiyacı olan cehennemdi, dibine de giderdi elbet. Hepi topu yarım saat! Bunun için mi binmişti otobüse! Yok, ebediyen kalmak için. “SAYIN KAPTAN, YOLCUNUZUN İHTİYACI ÖYLE YARIM SAATTE GİDERİLECEK CİNSTEN DEĞİLDİR. SİZ DEVAM EDİNİZ LÜTFEN. NASILSA BÜTÜN YOLLARIN SONU KARANLIK.” Mola biter bitmez otobüs, durduğu gibi yaylanarak karanlığın içinde kaydoldu. 

Issızlığın tam ortasında şimdi. Yabancı. Her şey yabancı. Birazdan şu ay da savuşup gitti mi tamamdır. Tir tir titriyor. Yere kazık gibi çakılan ayakları bile zapt edemiyor onu, yolu bile titretiyor. Yolun üzerindeki beyaz şeritlere geçiyor titreme. Karanlığın üzerindeki solgun beyazlar zikzaklar, eğik çizgiler, daireler çiziyor. Her şey birbirine giriyor. Hepten karışıyor menzili.

Bir öksürük sesi duyuyor. Hırıltılı. Dikkatle bakıyor ama hiçbir şey göremiyor. Bir kez daha duyuyor aynı sesi. Öksürükteki hırıltılar düşünceli. Hırıltı havaya karışır karışmaz havayı dalgalandırıyor. Dalgalanan hava, zangır zangır titreyen yol ve şeritler… Karmakarışık. Çıkışı bulması lazım. Öksürük dalgaları devam ediyor. Öksürüğü pusulası yapacak. Öksürükten pusula. Dalgalardan biri kulağına rast geliyor. Öhö öhö. İki kere. Öhö’ler kulak zarından içeri giriyor. Oradan gırtlağına, sonra midesine yayılıyor. Soğuk. Üşüyor. Buna rağmen mutlu oluyor, kendi kendine gülümsediğini fark ediyor. Birinin öksürmesine gülümsemek nerde görülmüş? Bunu kime inandırabilir? Tabii ki cehennemliklere. O hâlde düşünmesine gerek yok. Normalinde olsa, yani böyle dibinde biri öksürse rahatsız olur. Olmuyor. İçine yayılan öhö dalgalarından mutlu oluyor. Evet, bal gibi de gülümsüyor.

Burnundan ciğerine yol bulan inceden bir koku duyumsuyor sonra. Sızılı. Ekşi ve acı. Kesif bir koku. Gecenin bu saatinde, bu soğukta, bu iğrenç koku. Tam cehenneme yakışanından. İğrenmiyor. Nerdeyse kahkaha atacak. Şeytanca.

Beklediği gibi oluyor. Ay gidince gökyüzü, utanıyor çıplaklığından; karalar bağlıyor. O ise bağlamıyor. Cehennemlikler/i karalar bağlamaz. Hâlâ hatırlayabildiği bir anısı yok. Yere çakılı ayaklarını azat ediyor yol. Onunla işi bitti. Şeritlerin solan benzi aydınlanıyor birden. Bir adım. Bir adım daha. Öksürüğe doğru iyice yaklaşıyor. Pusulası ne de olsa.

Öksürük ona bakmasa da hemen anlıyor, yanına yaklaşıyor. Kafa kafaya veriyorlar. İki kafanın arasında bir kibrit çakılıyor. Ani bir aydınlıktan sonra ortalık tekrar kararıyor. Yanan sigaraları aynı anda ağızlarına götürüyorlar. İkinci nefesten sonra geçiyor her şey. Pusulası gibi o da hırıltılı öksürüyor artık. İki kere öhö.    


Serap Kılınçoğlu 

Comentarios


bottom of page