top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Serpil Canalan- Güvercini Sevmek İçin Sansarı Öldürmek

"Tüfek, patlamaya yaşar. Ateşle var olur. Patlamayan silah küser," demişti Kürkçü Mirza. Arada bir boşuna da olsa öksürtmeliymişsin ki paslanmasın, küsmesin. Ateşten nasıl var olunur? Esma anlayamıyor.

Yatak odasında, dede ve babaannesinin başının üstünde duvarda bir kolye gibi duruyordu. Çocuk merakından beslenen bir korku, Esma’yı o demirden uzunluğun gittikçe derinleşen sonsuz belirsizliğine doğru yaklaştırıyor. Sanki bir elin itkisine ihtiyaç duymaksızın bir anda sarsıla sarsıla ateş alacak. Aslında duvarda asılıyken gücünden ve işlevinden sıyırarak onu bir aksesuar ya da sadece bir nesne olarak görebildiğinde, saldığı korkudan sıyrılıp anlamsızlaşıyordu. Demirden bir aksamın sessizce, öylece hareketsiz duruyor olması korkulacak bir şey değildi. Ta ki tetiğe dek… Ta ki dipsiz bir kuyunun ağzı gibi yan yana duran o iki yuvarlak karanlık boşluğa dek... Tetiğin o parmaksı kıvrımı ve bir çift göze benzeyen silindir namlusu, tüfeği nesnelliğinden çıkarıp yarı insan yarı tanrısallık arasında gizemli bir güce kavuşturuyor ve Esma’nın içindeki korkunun seyrelmesine izin vermiyordu.

Tüfek nedir?

Belki de bir erkek çocuğu olsaydı dedesine, "Tüfek nedir?” diye sormak aklından geçmezdi çünkü zaten elindeki oyuncağından alışkın olurdu. Dıkşınn! Dıkşınn! Pat! Pat! Kızlara göre olmayan, henüz bıyıksız dudaklardan yansıyan plastik seslerin savaşı şimdilik kansız bir oyundu. Diş sıktıran, dudak ısırtan, salya köpürten çocuksu ve sakalsız yavru bir hırs. Ancak tüyler kıla eriştikçe, bıyıklandığında o dudaklar, demir namluya oturduğunda keskin gözler; her biri tepeden tırnağa birer avcı olacaktı.

Uzun, aktan çalı gibi sakalını sıvazlarken kumandan sesiyle olduğu yerde irkiliyor dede ve Esma’nın narin bileklerine hoyratça atılıp, ellerini bir avın etiymişçesine sıkıyor. Tükürüklü bir şapırtıyla “Aha, bu elinin üstündeki deri var ya. Nah işte tüfek odur, ” derken coşkusundan arta kalan ifrazat, kızın donuk yüzünü ıslatıyor. "Ya Barut,” diye soruyor Esma, bilekleri gevşerken. Başını kaşır gibi sıradanlıkla pantolonun üstünden hayalarını yokluyor yaşlı adam, nedense. Hemen sonra ezberlediği tiradı sergileyen acemi bir oyuncunun inandırma çabası ile gürlüyor. “Tüfeğin kalbidir, kanıdır barut. Ateştir! Ateş atadır, kuvvettir!” Yüzyıllardır sınanmaktan gelen yine de sarsılmadan yaşamayı başarmış işe yaramaz bir gerçek sarkık ağzında pat pat patlıyor. “Peki, folluktan çalmak kaidesiyle ama doyurmak ama yaşatmak maksadıyla bir sansara yumurta yedirmek, dahası bir sansarı sevmek, onunla arkadaşlık etmek günah mıdır?” Ya dönüp şehadet parmağını kaldırarak ve sallayarak ve vecd ile tüm bedeniyle titreyerek ve sözcüklerini ıslata ıslata “Ahirette! Taş edilmeden evvel, hangi el ile çaldıysan ve hangi parmakla tutup yedirdiysen haramı; hangi yürekle sevdiysen uğursuzu, nah o parmakların derisini yüzeceeek, yüreğini ateşe sürecekleer,” derse… Esma, dilinin ucunda ağırlaşan soruyu yutkunuyor. Alacağı cevabı çocuk dünyasında nereye koyacak? Anlamakta zorluk çektiği diğer bütün şeylerin üstüne bir tuğla daha koyarak, yükselmekte olan bu can sıkıcı belirsizliğin altında kalma endişesini yaşayacak kuvveti kendinde bulamıyor. Anlayamadıklarıyla büyüyecek, onu da bilmiyor.

Son zamanlarda köy erkeklerinin başı ve ayakları ve elleri ve diğer bütün uzuvları kümeslere dadanan sansarla dertteydi. Bu öyle yaman bir dertti ki kamışlara su yürümez olmuştu. Bütün erkeklerin düşünde ve hülyasında sansarı kıstırmak, tüfeği ateşleyip leşini kucaklayıp köy meydanına atmak vardı. Kadınlar, o sansar hiç kıstırılmasın, o tüfek hiç ateş almasın diye birbirlerinden habersiz dualar ediyordu. Ne güzeldi geceleri yatakta yanındaki etin seni unutmuş olması. İntikam duygusuyla damlarda sabahlayan kocanın yokluğuna sevinip sadece sana ait bir yatakta kendine sarılı rüyalara uyumak.

Köyün laneti olan o sansar, Esma’nın en yakın arkadaşıydı. Şaşkın adını vermişti ona. "Sakın! Kimse bilmemeli," diye uyarıyordu hayvanın suçtan bihaber gözlerini. Şaşkın, birkaç gün arayla ve genelde kuşluk vakitlerinde küçük kedi patileriyle camı tıklatır, hemen sonra hızlıca kaybolurdu. Esma, onun için folluktan çaldığı yumurtaları usulca pencere kenarına bırakıyordu. Yanaklarında yumuşaklığını hissettiren, hafif esintide bile tel tel ayrılan yerinde duramayan uzun kuyruğu, sürekli şaşkınlıkla ve tedirgin fıldır fıldır bakan koca siyah gözleri, sırtında kahverengi iç yüzünde bembeyaz kürkü ile öyle muhteşemdi ki... Bazen ona ikram edilen yumurtaları hemen oracıkta yer bazen ise kollarının arasına sıkıştırıp temkinli bir yetenekle tavşan gibi zıplayarak evin önündeki kestane ve meşe ağaçlarıyla kaplı küçük ormanın turunculuğunda kayboluyordu.

Ürkek bakışları ve sevimliliğiyle ölüme /öldürmeye o kadar uzaktı ki. Tavukları boğan o muydu? Esma, buna inanmıyordu. Şaşkın’ı sevmek, yakalanma ve ona bir şey olursa korkusuyla biraz tedirgin edici olsa da Esma için bu bir tür oyun da sayılırdı. Sansarı yaşatma oyunu. Taş olmaktan korksa da Şaşkın’ı doyurmak için kümesteki follukların başında nöbet tutup yumurtaların bir kısmını babaanneden önce gizlice topluyordu. Ya ne yapsaydı? Şaşkın, aç mı kalsaydı? Bu yaptığı hırsızlıksa ;dede ve babaannesinin yüzüne bakarken yüzü neden kızarmıyordu?

Hacı İsmail’ in kümesinde belirli aralıklarla elliye yakın tavuğun telef olmasından sonra herkes kendi kümesi için korkar olmuş ve çareyi adeta “sansarlaşmakta” bulmuştu. Esma, Şaşkın’ı sevdiği gibi köylünün de tavukları seviyor olabileceğini düşündüyse de hemen sonra vazgeçti. Madem tavukları seviyorlar neden onları kesiyor ve pişiriyor ve yiyorlardı? Madem sansar katil ruhlu bir hayvan, peki insanlar? Babaannesinin, her birine isim koyarak sevdiği tavuklar en sonunda kesiliyor ya da satılıyordu. Kaç tane Hüsniye kaç tane Zilli, kaç tane Aygonca gelip geçmişti bu kümesten… Tavukları kestiklerine göre köylü de katil değil miydi? Esma, anlayamıyordu. Uzun bir süredir kafasındaki çelişkiler iştahını kaçırıyor, sofraya konulan tavuğa ağzını sürmüyordu.

Lanetiyle meşhur sansardan tavukları korumak gerekti. Yaşa(t)malı Kanatlılar(ı)! Kanatlıların tetik parmağı olmadığından korunma ve saldırma görevi çokparmaklılarındı. Dede, bir çokparmaklı olarak hem kümesi hem de çatıda “gözümün elifi” diye sevdiği güvercinleri için olsa gerek iki kere iki kat endişeli ve hırslıydı. Güvercin yetiştiriciliği, baba yadigarı kutsallar sıralamasında Kuran-ı Kerim ve tüfekten sonra üçüncü sıradaydı. Dede, güvercinleri handiyse çocukları gibi seviyordu. Dedelerini dedem beslemiş, derken soyunun emanetini sürdürüyor olmanın haklı gönenç ve coşkusu, yüzünde güvercin taklası gibi yayılarak büyüyordu. Çatıya her çıktığında yemleri avucundan güvercinlerin aç kıpırtılarına doğru savurduğunda, kanat ve gagaların neşesinden başı dönüyordu ya; gözünün elifini kafese tıkarak etiket koyup pazarda nasıl satardı? Esma, anlayamıyordu.

Güvercini sevmek için sansarı öldürmek mi gerek Dede?

Köye tebelleş olmuş belayla mücadele etmek için tüfekler duvarlardan indirildi. Tozu, pası özenle silindi. Serin sertliği okşandı, öpülüp alınlara değdirildi. Kurşunlar misket gibi şıkırdayarak avuçlarda ısıtılıp sayıldı. Kara demirin göbeği açıldı. Göbeğin içindeki her iki göz dualarla baruta doyuruldu. Her bir erkek bir diğerini; “Barutun bereketli ola Ağa,” diyerek sinesinden selamladı. Erkek çocukları, babalarının ardından “Beni de götür, ” diye ağlayarak ünledi.

Bir rakun ya da bir yılan ya da bir sansar ya da bir tavuk ya da turna ya da bir sıçan, kazayla ya da hastalıktan ölmüyor. Pusuyla öldürülüyorlar. Neden? Mezarları yok. Neden? Hayvanların yasını tutan olmaz mı? Ölü bir sıçanı kimse özlemez mi dede?

Avludaydılar. Babannesi leğeni dolduran Fadik kızın kanatlarını yoluyordu. Esma, gövdeden kopmuş başın boşluğunda kara bir kabuk gibi kaynaşmış sineklere ve iştahlı kıpırtısına dikkat kesilmişti. Dedesi, heyecanla çift namlulu av tüfeğini temizlemekteydi. Esma, bu kez bir ritüelin içinde esrik beden gibi devinen yaşlı adamı seyrediyor. Tüfeği kavrayan iri eller, bocalayan parmaklar, hırsla kasılıp büzüşen alın, boğumunda biriken terin kıpırdanışı, dudağın kenarından uç vermiş kıstırılmış asabi dil ve bütün bunlara eşlik eden tütün kokulu derin solukların indirip kaldırdığı tıknaz gövdeden salınan hırıltılar. Bir oyuncak başka bir oyuncakla oynuyor gibi. Geniş avuçlar, sarmaladığı metal uzunluğu derin bir soluk kısa bir inilti sonrası çat diye bir sesle ortadan ikiye ayırdı. Esma, tüfeğin sadece bir nesne olmadığını geçiriyor aklından. Evde kullanılan diğer eşyalara hem benzediğini hem de benzemediğini düşünerek. Mesela kapının önünde boylu boyunca uzanmış dinlenen yorgun faraş. Tüfekle aynı uzunlukta ancak ondan daha değersiz ve daha hafif. Faraşın özel bir yeri yoktu. Boydan aşağı herhangi bir yerde silik varlığını sürdürmeye devam edebilirdi. Tuvalette, banyoda, bahçede, herhangi bir yerde. Şayet, baruta yuva olacak iki gözü olsaydı belki de kucağa alınıp emekle temizlenmeye değer görülürdü. Tüfekse ateşin eviydi. Yatak odasındaki karyolanın tepesinde dantellerle kaplanmış Kuran-ı Kerim ile birlikte muhakkak baş üstü yükseklikte muhafaza edilmeliydi. Her ikisi de insanı ele geçiren saygı mı korku mu anlaşılmaz bir güce sahipti. İnsan korktuğu bir şeye nasıl yaklaşır dahası nasıl sevebilirdi? Esma anlayamıyordu.

“Kaç saydın bugün,” dedi dede, hayalarını basbayağı uzunca kavrayıp.

Yaşlı kadın, sebzeli tavuk için hazırladığı ateşe bir odun dürtüyor. Fadik kızın çıplaklığında, az sonra içi olacağı sıcağa inat bir vücudu diken diken eden soğukluk. Yaşlı kadın, bu bembeyaz dikenli çıplaklığın üstüne ıslak beyaz bir patiska atarken kocasını yanıtlıyor. Patiskanın altında kalabilmiş inatçı birkaç sineğin karartısı bir leke gibi.

"Dünün aynı. 42.10'u yine eksik."

"Bugün yumurtası yarın tavuğun kendisi. Meret şeytan!"

Yağa buladığı misina fırçasını, namlunun ucundaki daracık boşluğun içinde hırsla evirip çeviriyor. Uzun borunun içindeki fırçayı pas, kendinden geçmiş barut ve toz karışımı tortularla birlikte dışarı çıkardığı sırada bir makineden çıkabilecek mekanik bir sesle derinden öksürüyor. Esma, korkudan sıçrıyor. Tüfek ateş aldı sanıyor. Tanrı dilinde üç kulhuvallah bir elhamla aklı başına getiriliyor. Babaannesinin ak yüzünden cesaretle, dedesinin dilindeki buyruktan korkarak içinde kaynaşan fakat sese kavuşamayan fikirle, "Yumurtaların bir kısmını sansara yemesi için verirsek, tavukları kurtarabiliriz dede," diye yutkunuyor.

"Kürkçü Mirza, yavruları bulup öldürmüş, diyorlar. Anası da intikama gelmiş olacak ki…"

"E ödeşildi mi diyelim? Tut şunun ucunu kız."

Kadife bir bez kabzanın üstünde, Esma’nın elleri bezi kaydırmakta, kaydıkça tahtası ayna gibi parlıyor.

"Ne bileyim şimdi hiç yoktan daha beter uğraş vermesin bize... Çoban köpeği mi alsak ki?"

Yaşlı adam, tüfeğin ikiye ayrılmış gövdesini şak diye tok, kendinden emin bir sesle birleştirirken Fadik kızın ölüsünü kazanın içine atan karısına aşağılayan bir bakış atıyor. Tüfeği omzuna yaslayıp akı kırmızıya boyanmış çipil gözlerinden birini kısıp namluyu tek hamlede kadının ağzına doğru çeviriyor.

"Bu tüfek boşa mı yaratıldı? Tavuğu geçtim güvercinleri şansa bırakmak olmaz. Kökünce bitecek bu iş!"

"Çek Allasen şunu! Şeytan dolduracak!"

Ertesi gün ve diğer günlerde yaşlı adam, elinde bayrak gibi tuttuğu tüfekle sırtını çatıdaki kafese dayadı, yüzünü kümesin kapısına dönüp nöbet tuttu. Folluğu toplama işine de el atıp gidişata askeri bir darbe ile el koydu.

Şaşkın, kuşluk vakitleri pencereye gelmeye devam ediyor. Kuyruğu fıldır fıldır, gözleri manalı manalı konuşuyor. Esma, domates diliyor, ekmek ufalıyor, süt döküyor. Ama nafile. Yok, bu böyle olmayacak! Gidip çokparmaklı Paşa Dede ile konuşmalı Esma. Şaşkın. Aç. Yumurta bekliyor. Yumurta yemezse açlıktan ölecek. Böyle düpedüz gidip anlatmaya yine yüreği yetmiyor. Koşuyor, küçük cıngıla doğru. Ceplerini kestaneyle dolduruyor. Meşelerin palamutlarını ayıklıyor. Şaşkın için. Kuşluk vaktine kadar uyumuyor. Şaşkın için. Bekliyor

Şaşkın, gelmez oluyor. Esma'nın uykusu da gelmiyor. Pencereden dışarıya bakıyor. Dedenin de uykusu gelmiyor. Biraz uyusa... Esma kümese bir girse, bir kucak yumurtayla oradan bir çıksa. Dede, pat pat öksürüyor. Sigarasının yalımı ve tüfeğin kabzası karanlıkta bir çift yıldız gibi parlıyor. Esma, dışarı çıkıyor. Sonra vazgeçip içeri giriyor. Hava kuşluk serinliğinde, üşüyor. Dedenin kapı arkasında asılı kahverengi kırçıllı hırkasını, sırtına giyiyor. Kolları o kadar uzun ki her iki kolunu arkasında kavuşturarak kümese doğru çıplak ayakla yürüyor. Kümesin arkasındaki tahtadan bozma kanadı iterek içeri sarkıyor. Sessiz olmaya çalışmak yorucu da olsa follukları yoklayıp on kadar yumurtayı sessizce ceplerine dolduruyor. Eve doğru hızlı adımlarla yol alıyor. Kapının eşiğinde helada dedesinin sırtına sarılmış yırtıla yırtıla öksüren tüfeği görüyor. Sarsıldıkça namlusu bir tehdit gibi kalkıyor. Esma, usulca odasına girip pencerenin önüne bırakıyor yumurtaları. Yatağa uzanıyor bir iş başarmanın rahatlığıyla. Şaşkın’ın cama yansıyacak tüylü gölgesini bekleyecek. Az sonra tavukların ciyaklamasıyla yataktan doğruluyor. Dışarı atıyor kendini. Kümese giriyor. Yerde cansız yatan bir kaç tavuktan saçılmış tüyler, ezilmiş yumurtalar. Ve korkuyla kaçışan diğer tavuklar. Kümesten çıktığında ağaçların içinden hışırdaya hışırdaya kaybolan telaşlı bir kuyruğun arkasından bakakalıyor. Ah! Şaşkın… Esma, inanamıyor. Yaşlı adam, tüfeği sinesine dayayıp aksıra aksıra kaygı içinde çatıya güvercinlerine doğru koşuyor. Kafes sağlam. Güvercinler uykuda. Bu kez kümese yöneliyor. Koşarken tüfeği açıp barutunu yoklarken; Esma, bodur kapkara bir çalının dibinde çatlamış bir yumurtaya doğru eğiliyor. Bir civciv cik cik ciyaklıyor. Tüfek öksüre öksüre yaklaşmakta. Dıkşın! Dıkşın! Pat! Pat! Mekanik, uzun, sıcak patlamalar güneşi uyandırıyor. Esma, boğucu taze barut kokusu ile birlikte içini kemirerek derinleşen ateşten bir boşluk hissediyor. Adı Fadik kız olacak sapsarı yeni bir yaşamın yanına cevapsız soruları ve hep çocuk kalacak şaşkınlığıyla birlikte yığılıyor.


Serpil Canalan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page