top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Sitare Kanşay Sarayönlü- Bir Çift Göz

İşte koyu gölgelerin üstüme kapak gibi kapandığı bir akşam daha. Zaman geçmek bilmiyor. Sahipleriyle birlikte eskiyerek cazibesini yitirmiş eşyaların doldurmakta kifayetsiz kaldığı odamda, duvar saatinin tik taklarıyla oyalanıyorum. Yaygaracı çalar saatlerin eşlik ettiği günlerimde adeta çağıldayarak akan zamanın hiç acelesi yok artık. Zamanı günlere, saatlerle, dakikalara bölerek ölçmeye çalışmanın beyhude bir çaba olduğunu yeni anlıyorum. Tüm saatlere veda edeceğim meçhul günün hemen arifesinde.

Televizyonda sıkıcı bir yarışma programı var. Dışarıda hafiften kar serpiştiriyor. Üst komşu yine gocuğunu giymiş, kar gözlüklerini dahi takmış, kayaklarını arabasına yüklemekle meşgul. Hiç üşenmez. Yere kar düştü mü, tekerleği döner bunun. Eh, ne de olsa bekar adam. Bakar bakar da çoluk çocuğun rızkı için gençliğimi tozlu devlet dairelerinde dirsek çürütmekle heba ettiğime yanarım. İş, güç, onca çaba, uğraş ne içinmiş? Belli ki, şimdi sıcacık evimde kaygısızca oturabilmem için. Rahmetli, geçen sonbahar doğalgaz bağlandığında, borç harç kalorifer döşetmekle ne iyi etmiş meğer. Sefasını süremeden göçtü gitti garibim. Kalp krizi. O gün bugündür ağır dökümden odun sobası tüm heybetiyle odanın ortasında arzı endam eder durur. Fakat üstünde çıtırdayarak kızarmış kestaneleri üleşmekten gayrı tasası olmayan çocukların uçarı tebessümleri, camlı büfenin içindeki soluk fotoğraflarda donup kalmışken ne önemi var. Sadece o mu? Bir de şu konsolun üzerindeki transistörlü radyo. Hani üstünde dantel işi örtü olan. Sesini açarak ajansın kar tatili açıklamasını sabırsızlıkla beklediğimiz günlerden beri mesaisine ara vermemişti hiç. Geçen pazartesi aniden susmaz mı? Kaptığım gibi götürdüm Elektrikçi Necati’ye. Biraz kurcaladı ama nafile, parça lazımmış. Abi artık bunlar antika oldu, bulabilirsen antikacıda bulursun anca, dedi. Kalan üç beş kuruş paramı da antikacılara mı yedireceğim. Adamı donuna kadar soyar bunlar. Aldım getirdim eve. O da soba gibi, benim gibi, hiç sesi çıkmasa da yerini dolduruyor şimdilik. Üçümüz birlikte modası geçmiş, hüzünlü bir melodinin birbirini tamamlayan eşsiz notaları gibi uyum içerisinde yaşayıp gidiyoruz.

Şimdi, yağan karı seyrederek cama yansıyan suretimle kelam ederken aniden bir çift göz düşüyor aklıma. Dün neler yaptığımı hatırlamazken, yarım asır öncesinin kanlı canlı gözümde canlanması ne tuhaf. Ömrünün sonbaharında daha neler göreceksin Necdet?

Kallavi hukuk kitaplarımla, çok sevdiğim şiir kitaplarımı koltuğumun altına sıkıştırmış Kurtuluş’tan Cebeci’ye yürüyordum. Kömür isiyle tütsülenmiş alelade bir kış sabahıydı. Kalın kaşeden paltomun yakasını kaldırarak korunmaya çalıştığım dondurucu Ankara ayazı, yüzüme yüzüme estiği halde, içimde yanan gelgeç ateşlere derman olmaktan uzaktı. Dünya yansa umurumda değildi. Diğer yandan dünyayı değiştirmek istiyordum. Yüksek sesle şiirler okuyordum. Fakat ne zaman kız arkadaşıma duygularımı açmak istesem sesim kısılıveriyordu. İnandıklarımı haykırırken aslan kesiliyordum adeta. Yine de aşk şiirlerini okurken gözlerimin dolmasına mâni olamıyordum. Bir uçtan öteki uca savrulup duran varlığıma dar gelen bedenim, erken saatteki medeni hukuk sınavına geç kalmamak için, telaşlı adımlarıma aşina kaldırımda yürürken, bir çift göz olduğum yere mıhlamıştı beni.

Ah o sıradan günü, sıradan bir çift gözle, çıkmamacasına hafızama kazıyan sihirbaz bellek! Bu naçizane bedeni ve yorgun ruhu, sevdiğinin ahu gözleriyle buluştursaydın da biraz olsun kalbinin pası silinseydi, olmaz mıydı? Anamın şefkatle bakan gözleri de kabulümdü ya da uykusunda ebediyete intikal eden karımın kadife bakışlı şehla gözleri. Oysa bana reva gördüğün epey yaşlı bir adamın katarakt ile perdelenmiş boz bulanık gözleri oldu. Ah, oyuncu bellek ah!

Parkın karşısına sıralı apartmanlardan birinin giriş katındaki penceresinden öylece bakıyordu adam. Çizgili pijamasının üstüne, memur tipi v yakalı bir süveter giymişti. Ayağındaki kürklü terliklerin rengi dahi hatırımda, kahverengi. İflah olmaz bir romantik, yaşlı bir adamın bakışlarında ne arar? Tecrübe, bilgelik, yaşanmışlık, eskilerde kalmış bir aşkın özlemi ya da en basitinden kabullenmişlik, değil mi? Benim gözlerim de bunları aramış, ancak biçare, hiçbirini bulamamıştı. Adam boş bakıyordu çünkü. Bomboş. Cahit Sıtkı, otuz beş yaşını dahi ölümsüz bir eserle şenlendirmişken, bir ömür dolusu yaşanmışlığı bu boş bakışlarla ziyan eden adama inanamamıştım. Önümde, en özgün tabloyu resmetme umuduyla, bomboş bir tuval misali uzanan geleceğin, benim geleceğimin, şiirden başka, hatta şiirden epey uzak gerçeklere gebe olduğunu fark ettiğim gündü o gün.

Bunca ömrünün dikkate değer safhalarını düğüm düğüm bağlayan kararlardan hangisinde yanlış yaptın Necdet, ha? Rahmetlinin nefesini vererek bıkkınlıkla söylemeyi huy edindiği gibi “her şey kader” değil, biliyorsun değil mi? Kimse kaderinden kaçamaz diyen Goethe’den ziyade insanın hak ettiğinin kader olduğunu söyleyen Einstein’in gerçekliği kafanı kurcalıyor şimdilerde.

Anamın bana layık gördüğü şehla gözlü, hamarat, balık etli komşu kızını sabahlara dek saçlarını okşamaya doyamadığım, uğruna şiirler yazdığım, o incecik, narin sevgiliye tercih etmek miydi kaderimin miladı? Yoksa fakülteden mezun olduktan sonra, hararetle savunduğum fikirlere dayanak olsun diye okuduğum onca kitaba ihanet eder gibi karşıma ilk çıkan sabit maaşlı memuriyete atlamak mıydı? Ya da iki tane pırlanta gibi kız evlattan sonra, karımın illa oğlum olsun ısrarına yenik düşüp üçüncü kızdan sonra dördüncüyü de doğurmasına göz yummak mıydı? Altını çizerek okuduğum kitapları kütüphanenin tozlu raflarında unutarak, diyaloglar arasında uzun eslerin olduğu yerli dizilerin kolaycılığına sığınmak mıydı? Belki bunların hiçbiri, belki de hepsiydi.

Geçmişi düşündüğümde uzuyor, genişliyor zaman. Dakikalar, saatler geçmek bilmiyor. Duvar saatinin isteksiz yelkovanıyla, bileğimdeki pilli saatin rakamları el ele vermiş benimle dalga geçiyorlar sanki. Arada kızlar arıyor, konuşuyoruz. Kısa süreliğine de olsa atlatıyorum onları. Ardından tüm saatlerim duracakları zamandan evvelki uzun, tembel ve alaycı mesailerine geri dönüyorlar. Rahmetlinin dediği gibi, zaten saatlerin ne işi var?

Kar tipiye döndü. Komşu yolu yarılamıştır bile. Kayak tatilleri, şık oteller, şen kahkahaları yeri göğü inleten şuh kadınlar olmadı hiç hayatımda. Donmuş bir gölün kıyısında sevdiğimle sıcak şarap yudumlamadım. Penceredeki aksimle, v yakalı memur süveteri giymiş yaşlı adamla boş boş bakışmamız bu yüzden. “Emin misiniz, kendi kararınız mı?” diyor televizyondaki adam yarışmacıya. “Evet,” diyor adam kendi kararım. “Peki,” diyor adam. “O zaman açıyorum kutunuzu…”


Sitare Kanşay Sarayönlü

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page