Öykü- Zeynep Öztekin Yıldırım- Artı Puan
- İshakEdebiyat

- 2 saat önce
- 7 dakikada okunur
Yaşadığım yer pek de geniş olmayan mavi su dolu bir çanağın kıyısında. Karşısında aşağıyı ve aşağıdakileri inceleyen çam ormanlarıyla kaplı dik yamaçlar yer alıyor. Aşağıda kimler mi var? Birinci grup bütün yaz orada yaşayan daha doğrusu çabalayan oralılar. İkinci grup altı beşçiler, yani altı gece beş güncüler ile üç dörtçüler. Üçüncü grup ise keyfinin kâhyası olan karşıdaki sudan gelenler. Onların evleri bizim biraz uzağımızda, burada arkadaşlarıyla buluşur, yılın herhangi bir mevsiminde habersizce çıkagelir, biraz kalıp giderler. Misafir ağırlamaktan hoşlanmadıklarından bu iş pansiyonlara kalır.
Bütün insan canlılarının ortak yanı gündüzleri kendilerini büyük mavi suyun içine atıp garip hareketler yapmaktır. Durup durup, birbirlerine “Oh, çok iyi oldu,” “Kendimize geldik vallahi,” “İyi ki gelmişiz,” derler. Güneş saklanınca sütün yanında su içip yüksek sesle konuşup gülerler. Sabahları sahibim de kabıma süt koyar ama benim içimden bu kadar çok neşe taşmaz.
Çanağın bir ucundan diğerine rahatça koşarak gidip dönebilirim o sırada güneş aynı sıcaklıkta kalır. Mavi suyun yanına inebilmek için yamacın sol yanından arabaların geçebileceği kadar bir gedik açmışlar. Oldukça dik bir yokuş ama en azından diken, ot, kene yok. O yoldan kolayca inip çıkabiliyorum. Canım çabuk sıkılır ve dolaşmaya bayılırım.
İlk ailemle, tatil yapmaya Neşe Pansiyon’a gelmiştik ama dönüşte beni bırakıp gittiler. Arabaya bindiğimizde Sema ile Namık konuşmaya başlamışlardı, ay yukarıda bembeyaz porselen bir tabak misali parlıyordu. Hava çok sıcak olduğu için yola, akşam yemeğinden sonra çıkmıştık. Bir, iki yaşında ya var ya yoktum. Hep evde bakılmıştım, sokak hatta doğa nedir bilmiyordum.
“Buraya bırakabiliriz. Neşe ile Özkan iyi insanlara benziyorlar. Ona bakarlar.”
“Emin misin?”
“Evet, evet. Çok tüyü dökülüyor, yıldım vallahi. Onu evde istemiyorum.”
“Köpek de köpek diye başımın etini yediniz, bir sürü de para verdim.”
“Babacım lütfen yapmayın, ben temizlerim tüylerini.”
“Temizlermiş! Çişe bile çıkartmıyorsun, bütün bakım işini bana yıktınız.”
“Hü hü, lütfen ya, ben Kanka’yı çok seviyorum.”
“Okan yavrum, bak doğanın içinde, evi de olacak, özgürce dolaşacak, bizimle canı sıkılıyordu.”
“…”
Namık, arabayı kenara çekti, beni kucağına aldı, büyükçe bir ağacın altına bıraktı, peşlerinden koşmayayım diye de sıkıca bağladı. Beni istemiyorlardı. Hiç sevmemişlerdi. O sırada gecenin karanlığında, bir adam sanki herkesi bir yere çağırır gibi bir şarkı söylemeye başladı. Gittiler, arkalarından uludum, uludum. Haykırışım gecenin karanlığında adamın şarkısına karıştı. Viyk viykledim. Nafile, kimse gelmedi. Sabah olduğunda tasmamdan kurtuldum. Kurtulamasam vızıldayan arılar beni delik deşik edeceklerdi. Kulaklarıma, yüzüme vuran esinti pek de şefkatli değildi. Diken diken bir sıcak her yerime saplanıyordu. Yerdeki dikenler de cabasıydı. Ne yöne gideyim diye etrafıma bakınırken karşıdan taka taka sesleriyle beyaz bir araç göründü. Özkandı bu, Neşe Pansiyon’un başındaki sert bakışlı adam. Havlayıp, kuyruğumu sallayarak önüne atladım. Hemen durdu.
“Seni bırakıp gittiler mi yoksa Kanka?” dedi. Havlayarak yanıt verdim. Islak burnumu koluna değdirdim, başımı önüme eğerken sarı gözlerimi kaldırıp utanarak baktım. Başımı okşadı, tasmamı tekrar boynuma geçirdi ve hiç düşünmeden aracın arkasına atıverdi. O dik yokuştan inip gerisin geri kırmızı kiremitli küçük eve döndü.
“Neşe, bir baksana,” diye içeriye seslendi. Neşe’nin incecik bacakları göründü önce sonra masmavi gözleri.
“Hayırdır Özkan, ne çabuk döndün? Aaa bırakmışlar mı yavrucağı?”
“Evet, dili dışarıda baksana, çok susamış. Bir kap süte ekmek doğrayıp, bir de su getirsene.” Uzun bir süre sonra yeniden süt içiyordum. Çok açtım kapris yapacak halim yoktu.
“Kuru mamaya alışıktır bu Özkan, zaten zar zor geçiniyoruz…”
“Boş ver, önüne konanı yiyecek, buralarda dolaşır, müşterilerimize hayvansever görüntüsü veririz, fena mı?”
Bu yeni evdeki düzen çok farklıydı, sabah gün doğar doğmaz koşuşturmalar başlıyor, herkesi bir yere davet eden adamın şarkısına kadar sürüyordu. Birkaç basamaklı tahta merdiveni çıkıp mutfağın önünden geçince solda tuvaletlerin olduğu yerde serince bir bölüm keşfettim, burası hem odalara geçiş koridoru hem de pansiyonun girişi olduğu için bir yandan öğle uykusuna yatıp gelen geçeni izliyor, diğer yandan bekçilik yapıyordum. Biz köpeklerin öğle uykusu sandığınız kadar derin değildir, farklı bir koku, farklı bir kıkırdama, farklı terlik sürüme sesini bile uykuda ayırt edebiliriz.
Sabahları misafirler güneş görmeyen masaları kapma yarışı içinde yerlerini alıyor, iki çeşit peynir, zeytin, omlet, haşlanmış yumurta, çeşit çeşit reçel içinde kendilerinden geçiyorlardı. Kocaman metal bir kabın içinde kaynatılan kırmızı sıcak sudan durmadan içiyor, onsuz duramıyorlardı. Kahvaltı faslından sonra ellerinde kumaş parçaları, kitaplar, termoslar, plastik şişeler, gözlükler ile mavi suyun yanına gitmek için iki adım atıveriyorlar, birbirleriyle pek konuşmuyor, mavi suda debelenip, uyuyup, yemek yiyorlardı. Kısacası duruyorlardı…
Özkan ile Neşe başlarda bana iyi davrandılar belki de bana öyle gelmişti. Bir zaman sonra akşam yemekleri bitti, ayağıma, kulaklarıma batan dikenleri görmezden gelmeler, azarlar başladı. Bir baş okşama, yürüyüşe çıkma, oyun oynama hiç olmadı. Beni pek de sahiplenmediler. Bana ısınamadılar belli ki ama neden burada tuttuklarını da anlamıyordum. Verandanın müşteri dolu olduğu bir temmuz akşamı, ahaliyi bir yere davet eden adam yine şarkısını okumaya başlayınca ben de her zamanki gibi ulumaya başladım.
“Aaa, köpeğe bak, her gece böyle…”
“Evet, benim de dikkatimi çekti, sadece bu saatte uluyor..”
“Ha, ha ne alem köpek!” Nidaları yükselince Özkan “Kanka, çabuk gel buraya!” diye seslendi. Gözlerinde öfke vardı, başım önümde kuyruğumu bacaklarımın arasına alıp tuvaletlerin oraya sindim. Elinde kızılcık sopasıyla gelip, bacaklarıma vurdu. Olanları, kimse görmemişti.
“Bir daha ezana uluduğunu duymayayım,” neden bu kadar kızdığını anlamamıştım. Çok canım yanmıştı, o an kaçmak istedim ama acıdan hareket edemiyordum, sabaha dek acıyan yerlerimi yaladım. Gün ışıyınca zar zor kalkıp her yeri yosun bağlamış su kabımdan kalan suyu içtim. Su kabımı değiştirmek akıllarına bile gelmiyordu. Sonra yavaş yavaş yürüyerek yukarı köye gittim. İlk sahiplerimin ihaneti, Özkan’ın dayağı ile köpek de olsam sadakat duygum zedelenmişti. Toz toprak içinde tahta kapısı açık beyaz boyalı bir evin bahçesine kendimi attım. Evden ölmeyi unutmuş ihtiyar bir kadın çıktığında bir an, Özkan’ın kokusu burnumu yalayıp geçti.
“Aman, sen de nereden çıktın Korsan?” Gözlerimin etrafındaki tüylerimin siyah beyaz olmasından dolayı sanırım bana korsanlığı layık gördü…Başımı okşadı o beni severken buram buram Özkan kokusu geliyordu burnuma, anlamadım…İçeri girip bir tas sütle çıkageldi, elinde de biraz kuru ekmek. Buradaki insanlar köpeklere neden hep süt ve ekmek verirler? Yok mudur şöyle güzel bir kemik ya da löp et? Neyse…Bahçedeki sakız ağacının altına kabı bırakırken, “Gel bakalım, korsan, mamanı ye,” dedi, gitti. Nimete burun çevrilmez diyerek, ihtiyar kadını da kırmamak için bütün mamayı silip süpürdüm, ağacın altında güzel bir uyku çektim. Rüyamda İstanbul’daki sahiplerimi gördüm, cadaloz Sema sabah beni evin önündeki parka çıkarıyordu, küçük Okan çok ağlamış, tutturmuş beni geri almak için geleceklermiş. Bir anda sıçradım. Kara sinekler de rahat vermemişti. Aman gelmesinler, burada en azından açık havada özgürüm, geri o kutu gibi eve ve mutsuz insanların arasına gidemem diye düşündüm. Biraz çevreyi dolaştım, otları kokladım, her evin bahçesinde bir sakız ağacı vardı. Gövdelerinin bazı yerleri naylonla kaplansa da nasıl güzel bir koku yayıyorlardı, koklamaya doyamadım. Bu köyde ölmeyi unutmuş ne çok ihtiyar vardı. Tanrı onları burada unuttuğu için canlarını da almayı unutmuşa benziyordu. Asırlık okaliptüslerin, sakız ağaçlarının gölgesinde öylece yaşayıp gidiyorlardı. Bana akşam yemeği verir diye ihtiyar kadının evine geri döndüm, tahtaboşa oturmuş taze fasulye ayıklıyordu.
“Gezdin geldin mi Korsan?”
“Hav hav!”
“Gel bakalım, sana kemik haşlamıştım…” Küçük kısa bacaklarımla zıplayabildiğim kadar zıpladım, kuyruğum sevinçle fıskiyeden kurtulmuş hortum misali sağa sola sallanıyordu. Sakız ağacının altına serilip iştahla kemiğimi kemirmeye başladım. Sonunda istediğim gibi bir sahip bulmuştum. Ama bu mutluluğum çok uzun sürmeyecekti, evin duvarının önüne taka taka sesleriyle beyaz bir araba park etti ve tahta bahçe kapısını iterek içeri Özkan girdi.
“Ana, anacım ben geldim, nerdesin?” Ölmeyi unutmuş ihtiyar kadından neden Özkan kokusunun geldiğini anlamış oldum. Beklediğiniz gibi onu görünce neşeyle havlayıp arka ayaklarımın üstünde zıplayarak yanına gitmedim. Aksine sakız ağacının altına iyice pısıp izlemeye başladım.
“Hoş geldin oğlum, naber nasılsınız?” Ana oğul tahtaboştaki sedire oturdular, masanın üstündeki sürahi buzdolabından yeni çıkmıştı.
“Naneli limonata yapmıştım içer misin?” diyerek oğlunun yanıtını beklemeden bardağa doldurmaya başladı.
“Senin limonatana kim hayır diyebilir? Sezonun en civcivli zamanlarındayız biliyosun, koşturmaca hiç bitmiyor. Sen napıyosun anam?”
“İyiyim, sağ ol, geçen gün kapıma şu köpecik geldi bak, pek sevindim…” diyerek eliyle beni gösterdi. Göstermez olaydı.
“Vay it! Demek buradaymış.”
“Sizin miydi Korsan?”
“Korsan mı? Biz ona Kanka diyorduk ya neyse…Anacım bu köpek gelen bir müşterinindi. Ormana atıp gitmişler ben de pansiyona aldım. Malum bizim müşteriler pek hayvansever, bunu beslediğimizi görünce bize de artı puan oluyo, fotoğraf çekip instagrama koyuyorlar.”
“Eee itin fotoğrafını çekip koyunca noluyo?”
“Reklam oluyor anacım reklam, müsaade et geri götüreyim, sezon bitince geri getiririm.” Yaşlı kadın içini çekti, önünde duran sürahinin buğularını sildi.
“Peki madem, zaten birkaç gündür benimleydi, çok bağlanmamıştık. Ama ne zamandır, bana yoldaşlık edecek bir köpek arıyordum, geceleri ormandan yaban domuzları iniverir köye, bir gün Korsan çıkagelince mutlu oldum.”
“Bahçe kapını kapatmayı unutmazsan içeri giremezler. Sezon bitince söz geri getiririm,” diyerek ayağa kalktı, “Kanka gel bakalım,” deyip bana seslendi. Başım önümde istemeyerek seğirttim.
Yine aynı hengame başlamıştı, aç kaldığım günler çevre pansiyonlara gidip acıklı gözlerle baktığımda bir kap yemek bırakıyorlardı. Akşamları bana sahip çıkacak biri çıksa karşıma diye göklere uluyordum, pansiyondan uzaklaşarak elbette. Derken bir sabah şimdiye dek hiç duymadığım neşe dolu, sıcacık kahkahalarla uyandım.
“Peynirli omlet iyi olur Ayşecim,” diyordu sakallı olan. Üç kişiydiler, biri kadın ikisi erkek. Garson Ayşe’ye böyle candan yaklaşanı görmemiştim. Kuyruğumu sallayarak hemen yanlarına gittim. Sarışın, uzun boylu olanı eğilip başımı okşadı, her şeyi kokladığımı görünce arabaya gitti. Geri döndüğünde elinde içi köpek maması dolu bir kap vardı. Kahvaltıdan sonra onlar bir süre ortadan kaybolunca ben de her zamanki yerimde biraz kestirdim.
“Gel, gel bakalım yanımıza,” sesiyle uyandım. Yeni gelen üçlü beni sahile çağırıyordu. Uzun zaman sonra ilk defa birileri beni oyuna davet etmişti. Neşe içinde onlara eşlik ettim. Sakallı adam suda batmayan bir kemik atıp, getir diyordu. O oyundan sonra kadınla koyun ucuna kadar yürüdük.
“Leo’ya ne kadar benziyor değil mi Nursel?”
“Evet, Aydın, hem de çok. Seni üzmemek için söylemedim.”
“Dönerken yanımızda götürsek mi? Pansiyon sahibi verir mi dersin?”
“Bilmem ki? Biraz uzaktan inceleyelim bakalım, hayvanla ilişkisi nasıl…”
Öğle güneşi tepeye çıkmıştı, onları bırakıp gölgedeki yerime gittim. Öğlen yemeği için geldiklerinde uzun adamın bacaklarına sürtünerek kuyruğumu salladım, bir yandan da gözlerinin içine acıklı acıklı bakıyordum.
“Yine mama mı istiyorsun? Gel bakalım…” Arabasına gidip mama kabı dolu olarak geri geldi. Üçü de gerçek hayvanseverdi belli ki, her hareketimi anlıyor, yanıtsız bırakmıyorlardı.
“Bugün iki defa yedin, artık akşama isteme olur mu?” diyerek başımı sevdi. Mamamı yiyip, yan tarafta bulunan Deniz Restoran’ın bahçesindeki büyük söğüt ağacının gölgesinde uyumaya gittim. Gece olmuş o adam yine şarkısına başlamıştı. Bir anda fırlayıp bütün gücümle ulumaya başladım, Özkan’ın sesi geliyordu biraz ileriden, “Kanka sus, yeter artık sus.”
İnadına daha yüksek sesle ulumaya devam ettim. Özkan bir anda yanımda bitti, elinde yine kızılcık sopası bacaklarıma vurmaya başladı.
“Aaa, adama bak, Aydın, hayvanı dövüyor…”
“Vay, şerefsiz, koşun…”
“Napıyosun kardeşim! Neden vuruyorsun!”
“Size ne ister döverim ister severim benim değil mi?”
“Hayır, dövemezsin, bırak o sopayı…” Sakallı sopayı elinden alırken, uzun olan da benim önüme geçmişti. Kadının bize tuttuğu telefonun kırmızı ışığı yanıp sönüyordu. Çevreden birkaç kişi daha gelip yazık mazık diye söylenince Özkan sopayı bıraktı. Başı önünde pansiyona geri döndü. Herkes ona ters ters bakıyordu.
“Ben burada bir dakika daha kalamam Aydın,” dedi Nursel. Telefonunun ışığı sönmüştü.
“Adama bak, tam bir manyakmış, köpek uluyor diye dövmek nerede görülmüş,” diye destekledi uzun adam.
“Arkadaşlar, haklısınız ama sakin olalım, şimdi apar topar gitmek de doğru olmaz.”
“Ya köpeği öldürürse? Rezil oldu herkese, hıncını ondan çıkartmasın.”
“O zaman gece yatarken, birimiz köpeği yanına alacak, sabah erkenden Kanka’yı da alır gideriz.”
Konuşurlarken kulaklarımı oynatıp duruyordum, Nursel çömelmiş beni seviyor, sakinleştirmeye çalışıyordu, şu kısacık yaşamımda beni böyle koruyan kollayan kimsem, sahibim olmamıştı, hem de bir değil üç kişiydiler.
Dedikleri gibi oldu akşam Aydın’ın ayak ucuna kıvrılıp uyudum sabah ise yola çıktık.
Zeynep Öztekin Yıldırım




Yorumlar