top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Ömer Kaya- Şey

"Bende eksik olan neydi? Tanrı parmağını benim üzerime mi basmıştı?"

Knut Hamsun


Kendinden emin, kararlı adımlarla yürüyordu. Hayır, bu görünmeyen yaşantıdan pek emin değiliz. Yani gerçek olan, kurduğumuz cümlenin kararlı ya da kararsız olduğunun kararsızlığıdır. Sonra, daha fazla yalana bulaşmaya gerek yok. Bu, ne olacağı belli olmayan kurguya bir talihsiz aramaya da... Özetle -Değerli Okuyucu- yürüyen, bunu başarabilen ayaklı mahlûk ben idim.

Hatırlamaya meyilli bir şeyler var kafamın içinde. Bu düşünceyi daha önce de oluşturduğumu hatırlayarak hatırladığım bir varlık… Bu varlık doğuyor -şaşırmadan- ölüyor, tekrar doğuyor, tekrar ölüyor ve çoğu kez biçim değiştiriyor. İşte, bir biçim daha. İncelemeye başlıyorum: Yürüyorum (yürümüşüm, çaresi yok) yorgun bacaklarımın durduğu yer: Kültür Kitabevi. Nereden, nasıl kültürlendiğini, bunu nasıl becerebildiğini merak ediyorum fakat burada kitaplar gerçekten satılıyor. Hem de cilt cilt, raf raf, kocaman kocaman kitaplar. Hele biri var ki ürkütücü. Mavi, kalın, büyük, belki beş kilogram ağırlığında bir lügat. Birkaç metre yukarıdan kafamın üzerine düşmesi… Hayır canım, niçin düşüyormuş.

Ahmet Mithat’ın,“Felatun Bey ile Rakım Efendi” adlı romanını istiyorum. Hey, kitap satan adam. Kitapçı. Söyledikçe insanı keyiflendiren bir sözcük. Sadece o mu? Ya “Simitçi”ye ne demeli? Bulunur, bulunur, diyor. Sevgili Kitapçı ama nedense onun gözünde sadece ama sadece birkaç lira olduğumu, kandırılmaya çalışılan ve inşaat halindeki bir binaya götürüleceğini kestiremeyen çocuksu bedenimi ve telaşımı, ovuşturduğunu hayal ettiğim avuçlarında gittikçe incelen ve de uzayan bir hamur parçasına benzediğimi, sararmış ve çürümüş dişlerinin gıcırdayarak aslında o kadar da güçsüz, hemen dökülüverecek bir umutsuzluk taşımadığını, dökülecek olsalar bile bu kömürleşmiş testere parçalarının ruhumun her bir zerresine zevkle batabileceğini görüyor, hissediyor. Bu kitapçı işkencesinden bir an evvel kurtulmak için kitabı kastederek ve Değerli Okuyucu’nun asla ama asla, kitabı kastettiğimi anlayamayacak kadar geri zekâlı olduğunu aklımın ucundan geçirmeyerek “Bakabilir miyim?” diye ne işe yarayacağını bilmediğim bir soru soruyorum. Bir başucu kitabı gibi alışılmış bir hareketle raftaki romandaşlarından kopan Felatun Bey ile Rakım Efendi’nin, parmaklarımın narin dokunuşunu bıyığında hissettiğini düşünüyorum bir an. Sonra, hatırlama aletimin devreye girdiğini… Ne demişti Hakan Hoca? Haftaya mutlaka okuyup gelin. Hepi topu yüz sayfa bir şey zaten. Ah, bunu demeyecekti işte.“Şey” demeyecekti. Evet, kapsamı en geniş kelimeyi sarf etmişti. Şey, demişti. Peki, neydi bu Şey? Aylarca açıklamaya çalıştığım fakat bir sonuca varamadığım ve en çok da aptalları kurtaran bu sihirli sözcüğü kullanma gereğini niçin duymuştu? Beni yeniden delirtmek, başımdaki “Şey Ağrısı”nı diriltmek için mi? Bunun cevabını bilmiyordum. Fakat bilmem gereken şeyin ne olduğunu bilmenin de hazzını yaşıyordum. Evet, onun peşine -bazen yakalayabildiğim ama harflerinin arasına sıkışamadığım- “Şey”in peşine düşmeliydim. Neredeydi? Felatun’un ya da Rakım’ın içinde olabilir miydi? Aramalıydım.

Kitapçının aç bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Bir yandan da bu kitabı satın almanın ezikliği vardı içimde. Ona, kitapçıya, Şey’i aradığımı ve herkesten farklı gözlere sahip olmam gerektiğini söyleyemezdim, bunu beceremezdim. Evet, ona birkaç lira verecektim ve belki de karşılığında Şey’i alacaktım fakat bundan emin değildim. Bununla beraber kitapçının, Şey’in farkında olmadığını da biliyordum. Bu, bütün ezikliğimi yok etmeye yeterdi. Yani ben şimdi bu kitabı alırken küçük bir çocuğun gözlerimin içine bakıp,“Aa, kazık kadar herif daha Felatun Bey ile Rakım Efendi’yi okumamış.” demesine aldırmayacaktım mesela. Çünkü bir hafta sonra Hakan Hoca’nın “Eveeet, romanın özetini önce kim anlatmak ister?” demeyeceğini ve “O zaman ben listeden istediğime anlattırıyorum,” diye de biz sustuktan sonra ürkütücü bir ekleme yapmayacağını kestirebiliyor ve onun da Şey’in peşinde olduğunu düşünüyordum. Aklınca bizleri kullanacak ve Şey’e tek başına sahip olacak. Adının “Hakan” olmasına da şaşmamalı zaten. Ne yani. Şey Hakan, diye kıtalara nam salıp bizleri, Şeysizlikten inleyen bizleri, Şey’i için acımadan kullanacak, Şeyliğine Şey mi katacaktı? Hayır. Buna, buna asla müsaade edemem. Bir an evvel bulmalı, onu anlamalı ve Şeylik mertebesine ulaşmalıyım.

Kitapçının eline sıkıştırdığım dört liranın yasını kitabımla beraber taşıyarak dışarı çıktım, hayır, fırladım. Önünden geçtiğim her şeyin içinde Şey’in olabileceğini düşündüm. Her yerde olabilir, her an karşıma çıkabilirdi. Belki bir dilencinin soluk ellerinde ya da teselli sigarasının dumanında ya da asfalttaki lastik izlerinde ya da bir karıncanın renginde ya da ayakkabı boyacısının içinde sadece siyah renk boyayı taşıyan sandığında ya da burnunu karıştıran bir çocuğun parmağının ucunda ya da bir çay bardağının içinde ya da en sevdiğim çizgi film karakterinde ya da ders notlarımın arasında ya da pantolonumun cebinde ya da teneffüs zillerinde ya da dilimin ucunda ya da yüreğimin derinliğinde fakat ben -en çok- karşıdan gelen alımlı, rujlu, hoş kokulu, biraz çıplakça ve göğsünü gururla kabartan sarışın hanımefendinin en mahrem yerinde olmasını isterdim. Çünkü onun orada olabileceği, o çıldırtıcı etki varken, Hakan’ın aklına asla gelmez ve onu ancak ben bulabilirdim. O sinsi herifin Şey’e benden daha yakın olduğunu ve onu ancak kitaplarda bulabileceğimi çok ama çok iyi biliyorum. Biliyorum işte. Çünkü İsa ile aralarında bir bağ oluşturmuş, bunu da ara sıra bizleri kutsayarak göstermiş ve kutsadığı sıralarda baş, işaret ve orta parmağının arasına sıkıştırdığı Şey’in bir parçasının ekmek kırıntısı gibi kürsüsünün üzerine döküldüğünü ve de her kutsayışında bu olayın gerçekleştiğini bizlere hissettirmemeyi, bizleri kandırmayı başarmıştı. Başarmış mıydı? Hayır. Parmaklarından dökülen Şey parçalarından biri açık olan pencereden içeri sızan rüzgârın etkisiyle havada uçuşmaya başlamış ve benim tam önüme, sıramın üstüne konmuştu. Şey parçacığını kimselere sezdirmeden ve işaret parmağımı üzerine bastırarak almaya çalıştım. İçimin tuhaf bir mutlulukla dolduğunu hissedebiliyordum. Bir hırsızı suçüstü yakalamış kahraman polis gülümseyişinin bir anda yüzümde belirdiğini fark ettim. Fakat sadece bir kahraman gülümseyişi değildi bu. Biraz sinsi, alaycı olmaya başladı. Gülümseyişimin, Hakan’ın yüzünde bıraktığını hissettiğim gaddarlık derecesi arttıkça omuzlarımın genişlediğini, göğsümün kabardığını ve gereksiz biçimde enseme bir sineğin konmuş olduğunu duyumsuyor ve de onu inceleyebilmenin sabırsızlığını yaşıyordum. Hakan Hoca’nın o sinsi bakışlarından elimdeki Şey parçasını almadan dersi bitirmeyeceğini anlamıştım. Yine her zaman yaptığı gibi bütün enerjimizi yitirdiğimiz bir anda, elini sabrımızı tazelememizin simgesi olan telefonuna götürerek bir gün çay getiremeyecek kadar büyük bir felaket geçirmelerini dilediğim, sonra çok zalimce bularak iğrenç lanetimi üzerlerinden kaldırdığım kantin çalışanlarından bir bardak çay istedi ve bizleri de iktidar gücünü anlatan bir bakışla süzdü. Mutluluğumu yitirmiş, endişeye kapılmıştım. Etrafımı gizlice kontrol ettim. Bana bakan birilerinin olmadığı eminliğini sağlamalıydım. Mesela sol tarafımda oturan Cihan. O her an uyuyacakmış hissi veren, göbekli, silik adamın tıpkı bir kemik torbasını anımsatan fark edilmez cinliğini göz ardı edemezdim. Bir de dürbün görevi gören kocaman gözlüğünü hesaba katmak zor bir matematik işlemi gibi gelmişti bana. Bir göz hayal edin ki beş sıra önünde üzeri koca bir gövdeyle kapanmış kâğıdın her bir harfini görebilsin. Evet, bu dürbünlü yer elmasına dikkat. Sağ tarafımın pek de tehlike arz etmediğini düşünmüştüm. Çünkü en sağdaki, sayılırsa, adam bendim. Bendim ben olmasına da bir sıra önümdeki şu meraklı sosyaliste ne demeli? Her bir yöne dikelmiş saçlarının bir imajdan ziyade anten görevi gördüğünü kim inkâr edebilir. Üstelik alıcılarından bana yönelmiş olanların sayısı oldukça fazla. Parmağımın ucunda sabırsızlıkla incelenmeyi bekleyen Şey parçacığımın içinde Marx’a ait bir şeylerin olma ihtimalini düşünmek bile korkunç. Ekmekçi, hakçı arkadaşımın yanında oturan Yunus’tan endişe etmemin bir gereği yoktu. Kendi halinde gün geçtikçe yaşlanmanın keyfini süren bir mutlulukla hareketsiz durmayı iyi öğrendiğini düşündürmüştür hep. Fakat bu, Şey parçacığımı onunla paylaşacağım anlamına gelmiyor elbette. Şey parçacığımdan pay çıkarabilecek birkaç haylazı daha kontrol ettikten sonra hafifçe parmağımı yüzüme doğru çevirdim. Şeklinin, bana anlatacaklarının ve esas Şey’in nerede olduğunun merakı, içimde kutlu bir zafer müjdesini bekliyordu. Ama nasıl oluyor da duygular bu kadar çabuk değişiyor? Şey’den küçük de olsa bir parça alabilmemin bütün sihrinin bir anda yok olması olacak iş değildi. Yok. Az önce parmağımın ucunda hissettiğim toz parçası yoğun isteğimi bir kenara itmiş, beni terk etmişti. Bu kez farklı sebepten kabarıp inen göğsümün, duyduğum şişkin acıdan patlayabileceği ihtimaliyle midesine şiddetli bir ağrının oturduğu küçük çocuklar gibi çaresizce etrafıma baktım. Hakan Hocayla göz göze geldiğim ilk anda elinde tuttuğu çay bardağına uzattığı dudaklarından alçak bir höpürtü yükselirken kalleş gülümseyişini az önceki gülümsememe benzettim. Son gülen, iyi güle, diyordu sanki.

Hatırlama aletim yorgun düşmüş ve birazcık dinlenme gereği duymuş olmalı ki Felatun’la Rakım’ı düşünmeye başladım. Acaba önümden, arkamdan, sağımdan, solumdan ya da -evet, neden olmasın- üzerimden geçen yığının kaçı Felatun, kaçı Rakım’dı? Bu sayıyı bilmek eşsiz bir öneme sahip olabilirdi. Olabilirdi çünkü Şey’in küçücük parçalara ayrıldığını ve tıpkı parmağıma konduğu gibi herhangi bir yere konabileceğini kavramıştım artık. Yani Şey bir konuktu ve onu ancak iyi ağırlarsam elde edebilirdim. Fakat beynimi kemiren bir Hakan var. Niçin Felatun’la Rakım ve niçin Hakan, Rakımlaştıkça, ben Felatunlaşıyorum. Niçini mi var? Bizi, özellikle de beni, Şey’i bildiğim için kullanıyor. Hayır, kullanmıyorum. Evet, kullanıyorsun. Kes şu saçmalığı. Niçin kesiyormuşum. Çünkü az önce de söylediğim gibi saçmalıyorsun. Hayır, Şey’e ulaşacak olma kararlılığımla korkutuyorum. Korkutmak mı, sen mi korkutuyorsun. Evet, korkutuyorum ve de o kendinden emin sesini kesiyorum. Neden mi? Çünkü burası sınıf değil ve bu toprakların hakanı benim.

Şey’i arama merakım aylar geçtikçe, küçük de olsa, birtakım sonuçlar vermişti elbette. Onu, çokça, kitaplarda aramam gerektiğini bildiğim gibi onun herhangi bir soyutluğun veya somutluğun içinde olabileceğini de biliyordum. Kitaplar belki bana sadece yol gösterecekti çünkü bugüne kadar incelediklerimden türlü işaretler buldum. Fakat bunlara bir anlam yüklemeyi becerebildiğimi söyleyemem. Bir yerlerden başlamalıydım. Ya beni peşinden sürükleyen Şey, herhangi bir şeyin içindeyse.

Aptal gözlüğüm yine tozlanmış. Onu önce yıkayıp sonra silme talimatına uymadan, çizilmesinden büyük bir keyif alıp gıcırdatarak temizledim. Hiddetle kulaklarıma ve burnuma oturttum. Her şey biraz daha yumuşak, biraz daha mutlu görünmeye başladı gözlerime ve mutlulukları çoğaltıp sıkıntıları azaltmaya başladım. Fakat o da ne? Herkesten, her şeyden farklı, kat kat daha mutlu ve gülümseyen bir yüz. Çiğdem. Gördüğü herkese ‘’Merhaba, günaydın, nasılsın?’’ deyip neşe saçıyor. Durmadan gülümsüyor, fazla oluyor. Bu adı ona kim vermiş olabilir? Bir bebeğin doğarken gülümsemesini, kahkaha atmasını beklemiyorum elbette fakat onun bir çiçek olarak doğduğu ve sonradan ete kemiğe büründüğü düşüncesi daha ağır basıyor nedense. Bu yüzden adı Çiğdem olmuş olabilir mi? Bir düşünce daha var. Birden Şey’in Çiğdem’de olabileceği ihtimali filizleniyor düşüncelerimin ortasında. Olabilir ama tam olarak neresinde? Gülümsüyor, gülümsüyor ama bilmiyorum, bilemiyorum, bulamıyorum, mutlu görünüyor, “Merhaba, nasılsın?” diye soruyor, içinden geldiği gibi davranıyor, diliyle değil, kalbiyle konuşuyor, Şey’i mi anlatıyor, anlatıyorsa…

Çiğdem’i kısa boyu, biraz fazlaca kilosuna rağmen güzel, sevimli buluyorum. Saçları biraz daha mı uzamış? Olsun. Bir olgunluk belirtisi gibi… Daha gerçekçi duruyor. Dudaklarına ruj sürmüyor, kaşlarını belirgin biçimde yolmuyor -ben öyle söylüyorum- sonra kalçaları, evet, kalçaları dolgun ama cinsel bir dürtü uyandırmıyor, dokunma hissi yaratmıyor. Gözleri şöyle böyle, demek için vakit harcamalı mı? Sessizlik kokan kara evlerin tahta kapılarında duygusuz bir çivinin açtığı yaradan sızan bir ışık gibi… İçimi seslendiriyor. Şey’i müjdeliyor. Müjdeliyor mu? Hayır, bana doğru geliyor. Bana da ‘’Günaydın,’’ diyor. Demiyor. Demeye hazırlanıyor. Şey’den kaynaklanıyor, gamzeleri gösteriyor.

Çiğdem, etrafına saçtığı gülücüklerden bir tanesini dahi hak ettiğimi düşünmeden iki sıra önüme, kıçını bana dönebileceği yere oturdu. Olgun saçlarını hışımla ve sol eliyle arkaya savurdu. Belki biraz daha yakın olsak beni kırbaçlayacaktı. Şeysizdim çünkü. Korunaksızdım, ağlamaklıydım, çaresizdim ve çocuksu. Alçak Çiğdem. Aslında senin pis bir et yığını olduğunu ta en başından söylemeliydim. Saçlarının sana olgunluk kattığını mı zannediyorsun. Lanet bir cadıdan öteye gidemediğini, gülüşünün altındaki çirkefliğini, küçük ve korkunç yaratıklara özgü güvensiz ve kalleş bakışlarını, sıçan yuvası ağzını, iğrenç benzerlerinin yine aynı iğrençlikte selamlaşmalarını beceriksiz bir ressamın tablosu gibi ortaya çıkardığını duymak çok da hoşuna gitmezdi, değil mi? Evet, saçlarının bedenin ve ruhunla bütünlüğü tam olarak (belki de eksik) böyleydi.

Şey’i aramaya devam ediyordum. Çiğdem’e “Merhaba,” diyememiştim. Kalbinde Şey’i aramak istiyorum, müsaade eder misin, diye soramamıştım. Belki orada olmadığından korkmuş, bu yüzden büsbütün vazgeçmiştim. Sonra Kübra’yı görmüş, misket yeşili gözlerinin tatlılığını çatık kaşlarının bozduğunu ve ağır ağır yürüdüğünü fark etmiştim. Birkaç gün önce 1924 basımı bir kitabı olduğunu söylediğini ve onu sakladığını hatırlamış fakat henüz Şey’i bilmediğini, Hakan’ın buna izin vermediğini ve sanki ‘’O kadar da kolay değil.,’’ dediğini gerçekten duyduğumu düşünmüştüm. Benzetmiş olacağım. Gelen Kübra değilmiş. Derken Felatun gitmiş, Rakım gelmiş, Galip aramış, Selim ölmüş, Lüpen akıl vermemiş ve Şey’i bulmak güçleşmişti.

Felatun ile Rakım, yaramazlık yapmadan, ona buna sataşmadan, beni uğraştırmadan, sessizce yürüyüşüme eşlik ederken sivri dilli sosyalist arkadaşım Öztekin’in evinde buldum kendimi. Sonra kaybettim. Ceplerimi yokladım, çekmeceleri karıştırdım, çaktırmadan halının altını kontrol ettim, (bir toz yığını olabileceğimi hayal ettim çünkü) havada uçuşan, aslında yerde uçuşmalarını istediğim kara sineklere kendimi sordum, tarif ettim. Dedim, şeye benziyor… Fark etmeden ortasında durduğum odayı, odanın nemli bir köşesine düzenli bir şekilde istiflenmiş kitapları ve nihayet onları kurcalayan Kendim’i buldum ve o aşağılık Kendim’den çok, çok utandım. Kendim bana kazık atmış, Şey’i bulma ve ona tek başına sahip olma alçaklığına bürünmüştü. Meseleyi çok fazla büyütmemeliydim. Şey’i bulabilmek için Kendim’e ihtiyacım olduğunu biliyordum. (Kahretsin, ne de çok şey biliyorum.) Bu gerçeği bir kenara atamazdım. Kendim’i kenardan çıkardım. Bana elini uzattı, tokalaştık ama içimde barışmak yerine onu boğazlama isteği büyüyordu. Bu loşça, nemli, küçük ve kireçli evde hayat belirtileri bulmaya başladım. Başlangıç arkamda, tam ensemde idi. Soluk alıyor, bunu keyifle gerçekleştiriyor, hissettiriyordu. Ani bir hareketle başlangıca döndüm. Bana ve Kendim’e bakıyor, konuşmuyor, sırıtıyor… Belki de Şey’i saklıyor. Şey’i sakladığını biliyorum. Bana çabuk onun yerini söyle. Neyin yerini? Bana aptal numarası yapma. Söyle, diyorum. Söylesene, lan. Şey’in Öztekin’de olduğunu bakışlarından anlamıştım. Sinsice yaklaşmasının, soluğunu ensemden hissettirişinin, aptal aptal şaşırmasının ve gözlerindeki -benim gördüğüm- endişenin başka ne gibi bir açıklaması olabilirdi ki? Hem Kendim de aynı fikirdeydi, öyle değil mi? Öyle, desene be salak. Ha, evet, öyle öyle. Öztekin’in endişesi beynine sıçramıştı. Ben üzerine yürüdükçe arkamda kalan kitaplarına bakıyor, sanki onlara sessiz olmaları, Şey’i muhafaza etmeleri gerektiğini anlatmaya çalışıyordu. Buna fırsat vermedim. Ben önde Kendim arkada katil adımlarla, Öztekin’i sürüden ayrılmış bir ceylan gibi mutfağa ve en sonunda mutfağın köşesine sıkıştırdık. Kendim’i vahşi bir aslan gibi hissetmiş, tek eksiğimin iri ve kıllı bir cüsseye yakışık yele, yine aynı iriliği irilendiren ipiri pençe ve dişlerlerle beraber belki bu av merasimini daha önceden tecrübe etmemiş şaşkınlığım olduğunu düşünmüştüm. Fakat bütün bu eksikliklere rağmen bir aslandım. Bunu başarmıştım ve başarımın, Öztekin’in yüreğinde ritim bozucu bir korkuya dönüştüğünün de farkındaydım. Biraz sonra belki de ölecek olan, ellerimde son bulacak olan Öztekin sıkıştığı köşeden kaçmak için hiçbir çaba göstermiyor ve işimi kolaylaştırıyordu. Onu öldürmek niyetinde değildim. Sadece Şey’in yerini öğrenecektim. Bu kadar korkmasına, titremesine, gözlerini bir baykuşun hayretiyle büyütmesine hiç ama hiç gerek yoktu. Ama inadını sürdürüyor, Şey’in nerede olduğunu bilmediğini hatta neyi kastettiğimi anlamadığını söylüyor ve beni biraz daha Azrailleştiriyordu. Onu konuşturmanın bir yolu olmalıydı. Mutfakta beni Şey’e ulaştırabilecek yolları tek tek incelemeye başladım. Mutfağın girişinde iki adım ötede duvara dayanmış masa bir yol sayılabilir miydi? Yağmacı Moğol kaçkını gibi masanın üzerine tünedim. Ekmek kırıntıları, düzensiz biçimde dilimlenmiş peynirin yanında tecavüze uğramış zeytincikler, beş günden fazla dokunulmadığını düşündüğüm şeftali reçeli, yarısı içilmiş ve onu muhafaza eden yeşil kupa içindeki çay…Karasineklerin üşüşmüş hallerinden hiçbirinin yola benzemediği kararını alarak yine aynı masa üzerinde bana katil gülümseyişi katabileceğini gururla yansıtan ekmek bıçağını inançla kavradım. Öztekin’e biraz daha katilce yaklaştım. Hayır, hayır yapma. Bunu yapmak zorunda değilsin. Yalvarırım, yalvarırım beni öldürme. İnan her ne istiyorsan… O, yani Şey bende değil, yemin ederim değil. Haaayııırrr. Öztekin hayır, diye inlerken belki de ömründe ilk defa gerçekten ağlıyordu. Onu bu halde, çaresiz ve ağlıyor görünce daha fazla dayanamayacağı ve bana Şey’in yerini söyleyebileceği hissiyle dolmuştum. Bu kadar fazla direnmesine, beni yormasına rağmen Şey’i saklama arzusunu hayretle takdir ediyordum. Gözyaşları cehennemden fırlamış alev topları gibi yanaklarını, üç günlük sakalını yakarken duygusallığa kapılmamam, yolumdan şaşmamam kararlılığını sürdürmeye çalışıyor; çok da başarılı olamıyordum. Oysa… Ben bir katildim. Bir katil gibi davranmalı ve bu adı kirletmemeliydim. Fakat Öztekin’in pancara dönmüş suratı, titreyen ve arada bir yüzünü kapamaya çalışan elleri, aynı ritimde ellerine eşlik eden vücudu ve hatta konuşmaya başlayan gözyaşları, kararlılığıma sarsıcı darbeler indiriyordu. Bizi… Bizi öldürmeyiniz, efendimiz. İnanın, Şey’in nerede olduğunu bilmiyoruz. Sizi kandırmaya çalışmıyor, onu saklamıyoruz. Bakın, dokunun, dokunun bizlere. Böylelikle bizi gerçekten anlayabilir, bu pişman olacağınız davranıştan vazgeçebilirsiniz. Öztekin halsiz düşmüş, bütün enerjisini ve sözcüklerini tüketmiş, ölümle pazarlığını sonlandırmıştı. Fakat niçin ben de aynı hissi yaşıyordum? Bacaklarım artık beni taşımıyor, gözlerim görmek istemiyor ve ellerim bu sevimsiz bıçağa katlanamıyordu. Son bir istek ve cesaretle elimde tuttuğum bıçağı gözlerimi kapayarak nerede olduğunu önceden hesap ettiğim Öztekin’in boğazına kuvvetle sapladım. Bunu nasıl başarmış olduğumun şaşkınlığıyla bıçağımı saplandığı yerden çıkardım ve hırıltıya benzer bir sesin kulaklarıma doluşunun dehşetini yaşadım. Evet, Öztekin’in boğazına açtığım delikten sahip olduğu tek şeyi, yaşama sevinci fışkırıyordu. Bu seri hamlenin ardından gözlerimi açıp eserimi görme mutluluğunu yaşamak istemiyordum. Fakat bakmalı, Şey’e ulaşmayı başaramamış gayretimin izlerine dokunmalıydım. Titrek ellerimde pişkin pişkin gülümseyen bıçağımın, beni katil eden o lanet nesnenin üzerinde az miktarda bulunan kanı görünce bıçağımın böyle bir işi daha önce de başarmış olduğunu ve bu konuda ustalaştığını anladım. Hırıltı, yerini kesik kesik soluklara bırakmıştı. Öztekin’e, kesik boğazlı Öztekin’e bakmaya cesaret edebilir miydim? Evet, buna cesaretimi yetirebildim. Fakat Öztekin’in boğazında ne bir kesiğe ne de bir kan lekesine rastladım. Şaşkınlık ve evet, biraz da rahatlıkla bir an nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Ekmek bıçağıma sitemkâr bir bakış fırlatarak sabah doğramış olduğu domates dilimlerinin yanına bıraktım. Utançla Öztekin’in yanına sokuldum. Tıpkı onun gibi ben de köşeye çöktüm ve sırtımı duvara yaslayarak ağlamaya başladım. Hem de gerçekten…

Felatun’la Rakım, iki sevimli çocuk gibi koyu bir sohbete dalmışlardı. Onların bu hoşsohbetini keyifle dinliyor, arada Şey’in yerini ağızlarından kaçırmalarını da sabırla bekliyordum. “Vay beyim keyifler nasıl? Hiç sorma birader, hele şu ‘devil’ yani yastan kurtulduğuma bir teşekkür ediyorum ki, malum ya, pederin vefatı üzerine yas tutmak alafrangada vardır. Her tarafım gece karanlığı gibi simsiyah kesilmişti. Evet, alafrangada vardır, ama biz Türkler bu kurala uymak zorunda değiliz. Cuma geceleri bir Yasin-i Şerif ile ölülerimizi anmak… Öyle, ama beni kendi halime bırakıyorlar mı ya? Size kim karışır? Kim mi karışır…” Elbette o uğursuz, gözlüklü, bilgiç tavırlı Hakan. Artık Şey’in onda olduğuna kesin kez inanmıştım. Çünkü iyi bir okuyucu ömründe en fazla dokuz yüz altmış kitap bitirebilirken o, üç binini Mersin’de bırakmak zorunda kaldığı kitaplarının sayısının zihnimde bırakacağı tahmini kaçırmıştı ağzından. Hatırlama aletimin bana bu büyük sürprizi, bu büyük ödülü en çaresiz kaldığım anda patlatmasının ani şokunu üzerimden atmalı, Hakan’ın binlerce kitaptan topladığı ve bir bütün haline getirdiği emareyi yoluk kafasından çıkarmalı ve de Şey’i, başına bir halel gelmeden, ondan kurtarmalıydım. Endişe, korku ve cesaretten oluşan tuhaf bir duyguyla koşmaya başladım. Evet, koşmalı, bir hayal kadar hızlı koşmalıydım.

Hakan’ı, Şey hakkındaki çalışmalarını titizlikle yürüttüğü odasında hem de Şey’e biraz daha yaklaşmışken bulabileceğimi ummaktan çok daha fazlasını istiyordum. Yüzlerce kez kapısını aşındırmış olmanın verdiği tecrübeyi tekrarladım. Duygusuz, tahta kapısının metal, soğuk kolunu hafifçe aşağı indirdim. Duygusuzluk ve soğukluk hafif hafif aralandıkça Şey parçalarının, odanın her bir köşesinde uçuşmakta olduğunu sezdim bir an. Ayrıca sezgimin Hakan’ın sezgi alanına girmeme gerekliliğini de… Kapı içeriye girebileceğim kadar aralananınca tuhaf bir koku gibi odanın her bir tarafına yayıldığımı, sindiğimi, bu küçük mabede hükmettiğimi, hükmetmem gerektiğini hissettim ve de tek gecelik bir ilişki yaşamış gibi duygusuzlukla, soğuklukla suçladığım kapıdan şiddetle ayrıldım. Hakan bu acı ayrılıktan pek hoşnut kalmadı. Ahıra mı giriyorsun. Bu ne saygısızlık. Saygısızlık değil Hakancığım, birbirimizi kandırmayalım. Seni, Şey üzerinde çalışırken yakaladığım, bunu başarabildiğim için hiddetleniyorsun ama buna hiç gerek yok. Hem sakın Şey’i paylaşmak gibi bir niyetim olduğu düşüncesi aklının dar köşelerinden geçmeye kalkışmasın çünkü o dar köşeden geçmeyi asla başaramayacağını ikimiz de çok çok iyi biliyoruz, öyle değil mi? Yine mi bu saçmalık? Daha önce de söylediğim gibi Sevgili Hakan, saçmalık değil, hiç değil. Yalnızca Şey’e ulaşacak olmamın korkusu. Eminim bunu iliklerinde hissediyorsundur. Hakan, elinde tuttuğu ve ben odasına girmeden birkaç saniye önce yakmış olduğunu düşündüğüm sigarasından -benim bir deli olduğum hissiyle- derin bir sabır çekti. Sonra bıraktı. Evet, onu ciğerlerine hapsedemezdi, değil mi? Fakat o sabır tazeledikçe ben deliriyordum. Bu kadar inat etmemeli, yaklaştığı sonu görmeliydi. Susmaya başladık. Hiddetiyle beni mağlup edemeyeceğini anlayınca mutlu ve umursamaz bir surat ifadesine büründü. Çaresiz ve hayret dolu bakışlarla beni süzmeye başlayınca tam karşısına rahat bir tavırla oturdum: Güzel, geniş bir koltukmuş. Bak, güzel oğlum. Haydi, bu seferlik affettim seni. Bir sürü işim var, şu an uygun değilim. Haydi, canım benim. Bir sorunun olursa yine gel, dinlerim seni. Oğul ve can olmak gibi abuk sabuk kaygılarım yoktu. Ben yalnızca Şey’in peşindeydim. Niçin beni anlamıyor, bana bir aptalmışım gibi davranıyordu? Olmuyordu işte. Beni kandırmayı beceremiyor ve beceremediğini anlayınca da yapay umursamazlığı, dikkate almazlığı yerini yine hiddete bırakıyordu. Eeehh. Amma çok oldun, ha. Çık dışarı, terbiyesiz herif. İşi gücü bırakıp seninle mi uğraşacağız. Hakan sesini yükselttikçe alnı parlıyor, yüzündeki mor damarlar şişiyor ve kalın gözlüğünün ardından alevler yükseliyordu. Fakat benim önemsediğim yer, başını bir kitap okumak için eğdiğinde şişkinleşen alnıydı. Çünkü biriktirdiği Şey parçacıklarını orada saklıyor, yeni bir parça bulduğunda da bir yapboz gibi Şey’in bütünlüğünü sağlamaya çalışıyor ve bu önemli tespiti, talihsiz açığı, şişkin alnını ellerime bırakıyordu. Evet, Şey’in büyük bir kısmı oradaydı.

Hakan sinirlerini kontrol edemeyeceğini anlayınca sigarasını söndürerek rahat koltuğundan kalkıp gitmemi rica etti. Aksi takdirde çok can yakıcı davranacağını fakat bir eğitimci olarak bunu yapmak istemediğini, kendisini bu yönde çaresiz bırakmamam gerektiğini ve benim dinlemediğim, anlamaya çalışmadığım birçok şeyi, son arzusunun gerçekleşmesini isteyen bir idamlık gibi söylerken onun sadece alnını seyretmiştim. Bu özensiz tavrım onu daha da çok hiddetlendirmiş olacak ki kalçasından ısırılmışçasına avazı çıktığı kadar bağırdı. Peki, bu hiddetli gürültünün anlamlı cümlesi neydi? Bir şeyler uydurmamın hiç gereği yok. Hakan kasvetli bir gök gibi gürlerken içimde ince bir telin koptuğunu hissetmiş, ne söyleyeceğimi bilememiş, ani bir refleks ihtiyacıyla ayağa kalkmış, hayır, tavana zıplamış ve Hakan’ın ne söylediğini anlayamamış -peki peki- korkudan unutmuş, mutlu olacaksanız şayet çok küçük bir miktar da altıma kaçırmıştım. Bu dehşet uyandırıcı etkiyi Şey’den aldığına hiç şüphem yoktu. Çünkü aynı dehşet saçan duyguyu ben de yaşıyor, kaynağının “Şey” olduğunu biliyordum. Vakit kaybetmeden kaynağa şöyle bir göz attım. Değerli kaynak bana Şey’in Hakan’da olduğunu, ona bir şekilde ulaşmam ve bu fırsatı asla kaçırmamam gerektiğini söylüyordu. Onu tatlı bir ninni gibi dinledim. Fakat düşüncelerimin karmakarışık olduğunu hissediyor, başımı avuçlarımın arasına alıyor, böylelikle de düşüncelerimi sıkıştırarak anlamlı bir bütün oluşturup oluşturamadığımın kararını düşüncelerimle mi yoksa hislerimle mi verdiğimi bilemiyordum. Ben bu dehlizde kaybolurken Hakan’ı şiddete yönelten bir şey mi söylemiştim? Tuhaf. Hiç beklemediğim bir anda beni bir günah gibi itmiş ve is kokan alevli nefesini suratımda hissettirmişti. Pekâlâ, ben de bir ejderha sayılabilirdim. Sayılabilirdim ama itilmenin etkisiyle koltuğa gömülmüş, şaşırmış ve tamam, korktuğumu ifade etmiş pısırık halimi bir kenara atmayı başarabilirsek tabii. Ben de sinirlendim. Hem de intikam dolu, patlamaya hazır bir volkan gibi değil; Şey’e benden daha fazla yaklaşmış olduğunu kabullenemediğim Hakan’ın mutluluğuyla. Mutluluk tüfeğimi Hakan’a doğru tutup kararlı ve emin adımlarla -evet, bunu söyleyebilirim- üzerine yürüdüm. Şiddetli bir depremi tetikleyecek kadar güçlü hissediyordum kendimi. Vazgeçmek, kaçmak gibi bir lüksüm yoktu. Olamazdı. Korkumla cesaretimin küçük bir zaman dilimi için de olsa yer değiştirmesini dileyerek etrafından dolandığım masanın güçlü padişahının karşısına dikildim. Saçlarıyla alnının birleştiği nokta yine şişkinleşmeye, parlamaya başlamıştı. Yoksa anlamsız bir kitap olmayı, merak uyandırmayı mı başarmıştım? Şey’in bir parçası da ben olabilir miydim? Bunu sezebilmiş miydi? Hakan bu sorularla meşgulken ona hiç beklemediği bir anda yalnızca kemik ve deriden oluşan yumruğumu salladım. Çenesine yediği yumruğun acısını bu kadar tuhaf, etkileyici biçimde hissetmeyi neye borçluydum? Öyle ki yumruğum bir balyoz gibi çenesini koparmaya çalışırken “hartt” diye ilginç bir ses çıkarmış, Şey’e zarar verebilmiş olmanın korkusunu yaşatmış, yanağının iç kısmını ayın yüzeyindeki çukurlar gibi sık aralıklarla patlatmış, kulak zarının koptuğu hissini veren tok bir acı yaratmış ve hiç alakası olmamasına rağmen firketeye benzettiğim kafasını denge bozukluğu yaratarak arkasında duran ve Şey hakkında önemli bilgiler sakladığını sezinlediğim dolabın tahta kapısına çok önemli bir an gibi mutlulukla yapıştırmıştı. Evet, ama bundan pek emin değilim. Çünkü esrarengiz dolap tam olarak benim arkamdaydı ve Hakan’ın sol eliyle yumruğumu engelleyip kemik ve deriye ek olarak kaslı yumruğunu suratıma indirebilmiş olma ihtimalinin, kabul etmek gerekir ki, mantıklı bir dayanağı vardı. Onu bir hayalet gibi karşımda dimdik görünce bütünleştiğim dolaptan hatırı sayılır bir destek alarak kendimi ekranı kaybolunca tokatlanan eski, bozuk bir televizyon gibi sersemlemiş hissettim. Başımı sağa sola oynattım. Neredeydim? Ne yapıyordum? Sevgili dolaba teşekkür edip tekrar Hakan’ın karşısına dikilmeli miydim? Bir müddet süzüştük. Yansımı göremediğim mermer zemine ağzımda birikmiş kanı tükürdüm. Bakışlarımızın meselemizi halletmeyeceğinin bilinciyle Hakan’a tekrar saldırdım. Suratına yumruk atmaya çalışıyor, ceketini çekiştiriyor, aynı zamanda niçin hiç küfretmediğime şaşırıyor ve Hakan’ın beni masaya, duvara çarpmasına ancak çırpınmakla karşılık verebiliyordum. Çırpınmaya adadığım son bir çabayla kara çerçeveli kalın gözlüğünü yakalayarak kendime doğru çektim ve suratına isabet etmesini dileyerek hesapsız biçimde fırlattım. Göze göz, gözlüğe gözlük. Ellerini siper ederek kendini korumaya çalıştı. Şey hakkındaki en büyük yardımcısının duvara çarptığını ve ikiye bölündüğünü, camlarının kırıldığını, bulanık görünce sosyal statüsünü bir kenara atıp vahşet saçan bir makineye dönüştü. Cılız bedenime geçirdiğim ceketimin yakasına yapıştı. Bir an, çaresiz ciğerlerimin yerinden sökülmüş olabileceği endişesine kapıldım. Çünkü yakama yapışırken hoş kokulu bir yapıştırıcıdan ziyade yırtıcı bir kaplana bürünmüş ve yine aynı kaplanın kuvvetiyle pençelemişti. Kısık gözlerine hapsettiği binlerce öğrencinin içindeki belirgin tasvirimi görmeye ne fırsat. Bir böcek gibi yerlerde, duvarlarda gezinmekten başka bir şey gelmiyordu elimden. Belki Hakan’a saldırmaktan vazgeçsem ıstırabımı sonlandırabilir; birkaç yerimin daha kırılmasına, kanamasına, morarmasına engel olabilirdim. Fakat Hakan benden uzaklaşmaya çalıştıkça yenilgiye doymaz pehlivan misali yeni bir raunt istiyor, onu buna zorluyor ve kilit bir hamleyle alaşağı edebileceğim anı kolluyordum. Derken Hakan’a bu kez isabet ettirmeyi planladığım yumruk yine sol elinde son bulmuş, bir kez daha savrulmuş ve de belimi masaya çarparak acı içinde kıvranmıştım. Niçin bu kadar cılız yaratılmış, benden daha yaşlı birine üstünlük sağlayamamıştım. Bir kez daha hışımla doğrulmaya çalıştım. Belimdeki acı hatıranın sahibi masaya tutundum. Ayağa kalktım. Hıncımla hortladığını düşündüğüm güçlü ve kanlı bakışımı Hakan’a isabet ettirmeden önce kalın bir maviliğe daldığımı fark ettim. Evet. Mavi, kalın, büyük, belki, beş kilogram ağırlığında bir lügat. Oydu, ta kendisiydi. Lügati, ne yapacağımı düşünmeden iki elimle birden kavradım. Gözlerimi mavilik bürümüştü. Beni sekteye uğratacak her türlü düşünce ve duyguyu dağıtmak için avazım çıktığı kadar bağırarak Hakan’ın üzerine doğru atladım ve lügati Şeyi biriktirdiği yere, şişkin alnının ortasına bütün kuvvetimle indirdim. Hakan’ın şişkin alnıyla lügat süratle ve kafa kafaya çarpışan iki araç gibi güçlü bir ses çıkarırken benzer durumu yaşayan ben, bu ilişkiyi yansımı göremediğim mermerle paylaştım. Neredeyse benimle aynı anda yere düşen lügatin maviliğinin yer yer kırmızıya döndüğünü görünce yarılmış olduğunu düşündüğüm alından sızan Şey parçacıklarının odanın her bir tarafına yayıldığını hissettim. Hakan’ın benim bu mutlu sonumdan nasıl bir acı duyduğunu görmek için lügatin yıkıcı etkisiyle çökmüş ve duvara yaslanmış bedeninin üzerindeki bükük boynunun taşıdığı yarık alınlı kafasına gururla baktım. Hayır, bakamadım. Bunu beceremezdim. Durun. Bir dakika durun. Ben… Yani ne olduğunu anlayamadığım, en sonunda bir saçmalık olarak değerlendirdiğim durumun kurbanı Hakan. Söz hakkı istiyorum. Elbette, efendim. Buyurun, sizi dinliyoruz. Öncelikle birkaç dakika sonra hareket edecek olan ahiret otobüsüne yetişmek için kısa kesmek zorunda olduğumu siz değerli okuyuculara belirtmek ve anlayışla karşılanmak isterim. Hayatımın son bulma nedenini açıklama gibi faydasız bir gevezelik etme niyetinde değilim. Ancak alnımda duyduğum inanılmaz acının tarifini birkaç satır da olsa vermek isterim. Ola ki birinizin canı çeker. Cılız öğrencim Behçet, ölümümü bir fırsat bilerek sizi bu lezzetten mahrum bırakacak söylemlerde bulunabilir. Size alnıma şiddetle inen lügatin yarattığı sarsıcı acıyı, beynimin nasıl dağıldığını anlatmamı falan mı bekliyorsunuz? Hayır, tam aksine bunun ne kadar mutluluk verici bir durum yarattığını paylaşmak isterim. Şaşırdınız mı? İnanın, şaşkınlığınızı yadırgamam. Çünkü önümüzdeki hafta perşembe günü ders saatime kadar hayatta kalabilseydim bir şaşkınlık daha yaşatacak ve Cılız Behçet’e, Felatun Bey ile Rakım Efendi romanının özetini anlattıracaktım. Tabii bu şaşkınlık onun kafasını biraz daha karıştıracak ve Şey hakkındaki düşünceleri aynı oranda kuvvetlenecekti. Her neyse. Artık dünyaya biraz daha yüksekten bakabilecek olmanın mutluluğu var içimde. Böylelikle dünya üzerindeki bütün kütüphaneleri, insanları, hayvanları, Behçet’i ve Felatun’la Rakım’ı daha iyi inceleme fırsatım olacak ve Şey’i elde etmem biraz daha kolaylaşacak. Bir de şunu belirtmek isterim ki… Ahiret yolcusu kalmasııın… Şoför Bey, daha bekleyecek miyiz? Tamam, ablacığım hemen hareket ediyoruz. Biraz sabır, lütfen. Hakan Bey. Bakın, bu kadar yolcu sizi bekliyor. Peki peki, geliyorum. Kusura bakmayın, gitmek zorundayım. Haydi, hoşça kalın. Okumayı unutmayın ve görürseniz şayet öğrencilerime selam söyleyin, ödevlerini mutlaka yapsınlar. Olur, tabii, söyleriz Hakan Bey. Gözünüz arkada kalmasın.

Hastane odasının ağır kokusunu duyarak uyandığımda kafamın bir mumya gibi sarılmış olduğunu fark ettim. Anneciğimin nemli gözlerle bana gülümsediğini görünce ben de aynı bakış ve mahalledeki yaramaz arkadaşlarından dayak yemiş bir çocuk suskunluğuyla karşılık verdim. Ardından bana karakola gittiğini, kitapçının polise ifade verdiğini ve hala orada tutulduğunu söyledi. Önce söylediklerine bir anlam veremedim. Kısa bir aralık düşünüp kafamı toparlamaya çalıştım. Felatun’la Rakım’ı nereye bırakmıştım? Ya, Hakan… Sonra cızırtılı bir sesle, yok, dedim anneme. Yok mu? Yok olan ne, yavrum? Kitapçının, anne, kitapçının… Evet? Hiçbir suçu yok.


Ömer Kaya

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page