top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Özgür Yalnızça- Yargı Devrimi Öldürdü

İçimde hep bir yerler olurdu ama biz her ağustos o yerleri bırakıp giderdik. Annem omzunu cama dayar bütün gece karanlığın saçından çekip çekip dururdu. Kış ortasında çiçek kokusu arayan acı bir ifade olurdu yüzünde. Ben hep üç kerede susmayı öğrenmiştim o anlarda, annemin yüzüne bakarken. Sus, sus, sus… Susmak yarısıymış yolun…

Solcu bir öğretmenin oğlu olmak o yıllarda sürüleceği yere gitmek için her yıl kamyon değiştirmekti. Bu kadar basitti yani. Bizi gönderdikleri yere emanet bırakılan ertesi yıl alınan bir eşyaydık sanki. Okumayı yeni öğrenen ben aklım ermeden Don Kişot’a bile güvenmeyi öğrenmiştim babamın cesur yüzüne bakarken. Susma, susma, susma… Meğer susmamak da diğer yarısıymış yolun.

1979 yılının 22 Ağustos’unda tekerlekleri zincirlere bağlı, hançerini ciğerinden çıkaran bir sesle yol alan kamyonun camından etrafa bakıyordum. Gece biz yol aldıkça renk değiştiriyordu ya da bana öyle geliyordu. Annemin omzu yanındaki cama dayalıydı ve hiç yola bakmıyordu ama ben bir ara yüzünü bana çevirdiğinde gözlerindeki çivi rengindeki ıslaklığı görmüştüm. Muhtemelen babam da görmüş olmalıydı ki sık sık anneme bakarak iç geçiriyor, ardından elindeki kitabın herhangi bir sayfasını açıp içini kitabın içinden tekrar geçiriyordu. Bu kitabı onlarca kez okuduğundan emindim çünkü geçen yıl da buraya gelirken başka bir kamyonda ve yine anneme bakıp iç geçirirken aynı kitap elindeydi. Anneme karşı mahcup olmanın belki biraz da utanmanın verdiği bir kaçış noktasıydı bu kitap onun için. Yaşar Kemal’in İnce Memed’i babamın anneme karşı yanık yerlerinin merhemiydi sanki. Çok değil on beş gün önce bir akşam babam anneme, “Hakkâri Uludere’ye tayinim çıktı.” dediğinde annem hem gözlerini hem de sözlerini kapatmıştı babamın yüzüne. Oysa bir yıl bile olmamıştı buraya geleli. Konya Yollar Başı… “Bana söz vermiştin en azından burada birkaç yıl kalsaydık.” diye kim bilir ne kadar çok demek istemişti annem ama susmuştu. Babam da annemin sustuğundan utanmıştı belki de. Gideceğimiz yerin hem çok uzak hem de çok daha soğuk olacağını annem çorabımı giydirirken söylemişti bana. Tek bir şey sormuştum. “Anneannemlerin evine daha yakın mı olacağız yoksa uzak mı?” Gülmüştü. Yılan sokmuş bir acının gülüşüydü bu.

Hatırlıyorum da hep az eşyamız olmuştu bizim. Hatta evimize gelen misafirlere oturacak sandalye bulamadığında üzülür, biraz da utanırdı annem. Misafirler gidince de susardı. Babam üzülürdü. Anlardım. Tayinimiz çıkınca yola çıkacağımızın birkaç gün öncesinden kırılacak eşyalarımızın hepsini Cumhuriyet gazetesine sarardık. Bardakları, tabakları, çanakları, lambaları… Gideceğimiz yerlere vardığımızda hiçbir eşyamız kırılmamış olurdu. Babam “Cumhuriyet koruyor bunları.” diyerek bana gösterir, başımı okşardı.

Saatlerdir yoldaydık. İçi geçmiş bir anneyle içi hiç geçmeyecek bir babanın arasında üşüyerek uyanmıştım. Annem gözlerini açtığında yola çıktığımızdan beri ilk defa ağzını sese açarak “Acıktınız mı?” diye sormuş, ardından beni “Aslan oğlum, koca yürekli Deniz’im.” diyerek öpmüş ve elinde bulunan poşetin içinden çıkardığı patatesli böreği şoför abiyle babama vermemi söylemişti. Babam annemin gözlerinin ve sözlerinin tekrar kendisine ibadete açılmasını bekliyordu ama annemin omzu yanındaki cama çoktan dayanmış, babamın ona bakan yüzünden yine uzaklaşmıştı. Yol boyunca durup durup aynı yerlere bakıyordum. Şoför abi bana altı defa göz kırpmıştı, saymıştım. Gözünü her kırptığında utanarak başımı öne eğiyor, gülümsüyordum. Bileğine düşen siyah beyaz tespih ile gömleği aynı renkteydi. Saçlarının ön tarafı kabarık, arkası ise boynunun hemen altında ve simsiyahtı. Yüzünün bana bakan tarafında, burnunun hemen altında büyük bir beni vardı ama o kadar kalın bıyıkları vardı ki beninin adeta yarısını saklamıştı. “Ellerine sağlık ablacığım.” dediğinde bu sefer yedinci defa göz kıpmıştı bana. Annem duymamıştı. Ben annemin bana yakın omzuna dokunarak “Anne, şoför abi sana ellerine sağlık ablacığım, dedi.” Annem babamın gözlerine hiç dokunmadan “Afiyet olsun kardeşim.” diyerek sesini önümüzden geçirmişti.

Yol gitgide kötüleşiyordu. Bazen büyük bir çukurun üstünden geçtiğimizde kamyon havalanır gibi oluyordu. Yine böyle bir çukurun üstünden geçtikten sonra önümde bulunan torpido gözü açılmış, içinden beş altı tane teyp kaseti tam önüme düşmüştü. Ben hemen kasetleri toplamaya, aynı zamanda üstündeki yazıları okumaya başlamıştım. Bu arada şoför abi bakışlarını yol ile elimdeki kasetlere çevirerek ikiye bölmüştü. Alnından birkaç damla ter aktığını ve yüzünün kıpkırmızı kesildiğini çok net hatırlıyorum. Elimdeki kasetleri bu sefer yüksek sesle okumaya başlamıştım. Aşık Mahzuni Şerif, dom dom kurşunu, Selda, türkülerimiz, Edip Akbayram -aldırma gönül aldırma. O anda babam şoför abiyle göz göze gelmiş olacak ki “Almanya’dan teyze oğlu getirdi hocam bu kasetleri.” demişti. O an, su ile çöl arasında kalmış çaresizlik ve utanç yüzündeki kırmızılıktan kendini ayırmıştı sanki. “Babamın haberi olmaz değil mi bu kasetlerden hocam?” diye sormuş, sonra susmuştu. Babam, “Yok olmaz, merak etme sen.” derken serinletmişti içini şoför abinin. Uludere’ye vardığımızda hava kararmak üzereydi ve biz iki sene oturacağımız öğretmen lojmanlarının önüne gelmiştik. Hemen inmemiştik. Bir süre öylece bakmıştık oturacağımız eve. Sanki en çok bizi buraya getiren bu kamyonun vedası içimize dokunmuştu. Annemle babamın yüzlerinde öğütülmüş bir kahvenin yorgunluğu vardı ve ben annemin o anda gözlerinde çivi renginde ıslaklığı yine görmüştüm. Bu sefer babam anneme hiç bakmadı. Çünkü bilirdi ki annemin gözyaşları her zaman yanlışlıkla icat edilmemiş kadar gerçek akardı.

Kamyondan iner inmez tam karşımda görmüştüm onu. Beline kadar inen, toplasa bir sürü mevsim edecek sarı saçları, simsiyah güvercin gözleriyle ve sanki içinde bir sürü insan taşıyan kırmızı çiçekli elbisesiyle bana bakıyordu. Hemen birkaç adım arkasında, sol ayağının ağırlığını sağ ayağının üstüne vererek omuzlarını kaldırmış, gayri meşru bir kıskanmayla bana bakan biri daha vardı. İki kişinin bakışları karşılamıştı beni burada. Devrim ve Yargı. Ben Deniz’sem birinin bakışları beni utandırırken diğerininki içime daha da çok tuz atıyordu.

Okul açıldığında tek bir sınıfın bir soba etrafında toplanan kalabalık şehirleri gibiydik. Mal müdürünün kızı Devrim, kaymakamın oğlu Yargı ve öğretmenin oğlu Deniz. Aynı sıranın, aynı buluta sığınan yağmuru gibi yan yana oturmuştuk. Devrim tam ortamızda oturur, yüzü hep Yargı’ya dönük olur, onunla konuşurdu. Kısacası yanımda hep bana küsmüş bir aynaydı Devrim.

Soğuk burada insanın iki dişinin arasından girip tüm vücudunu sızlatan bir ağrı gibiydi. Annem doğru söylemişti. Anneannemlerin evi buraya soğuktan da uzaktı ama benim için evde uzak olan bir yer daha vardı orası da banyoydu. Asla orada yıkanmak istemezdim. Sanki bütün duvarlardan üstüme soğuk gelir ve bana sarılırdı. Bu yüzden hafta sonları annem sobanın olduğu odaya büyük leğen getirip beni orada yıkamaya başlamıştı. Sobanın üstünde iyice ısınıp fokurdayan güğüme soğuk su ekler, beni leğene oturtur önce saçımı büyük yeşil kalıp sabunla köpürtür sonrasında suyu başımdan aşağıya dökerdi. Ben leğenin içinde iyice ufalır, annemin dökeceği suyu sabırsızlıkla bekler gözlerimi hiç açmazdım. Açacak olsam sabunun gözümü yakacağını çok iyi bilirdim. O hafta sonu büyük kırmızı leğen yine sobanın yanına gelmiş ve annem saçlarımı sabunlamaya başlamıştı ki başımdan aşağıya dökülmesini beklediğim su bir türlü dökülmüyordu. Gözlerim sıkı sıkı kapalı bir şekilde “Anne, anne su dökmeyecek misin?” demiştim. Annemden hiç ses gelmiyordu ben de kızarak daha yüksek sesle bağırıyordum ki annem “Geldim geldim.” diyerek koca tas suyu başımdan aşağıya dökmüştü. Ben dökülen ilk tas suda önce ellerimi gözlerime götürmüş bir güzel ovalamış ardından açmış ayağa kalkmıştım. Keşke gözlerimi açmamış ve ayağa kalkmamış olsaydım çünkü o an Devrim tam karşımda duruyordu ve pipimi görmüştü. Ben bu sefer pipimi kapatıp arkamı döndüğümde popomu da görmüştü. Devrim benim her yerimi görmüştü. Öyle utanmıştım ki. Annemin sardığı havluyla diğer odaya koşmuş, yorganın altına girmiş, saatlerce orada kalmıştım. Annem defalarca üstüme bir şeyler giydirmek için gelse de yine de çıkmamıştım. Devrim’in beni o halde gördüğünü düşündükçe durmadan ağlıyor “Ya bunu Yargı’ya söylerse?” diyerek aklımda bir sürü treni çarpıştırıyordum. Üşümeye başlamıştım. Babamın, “Deniz oğlum iyi misin?” dediğini duyunca yavaşça yorganı başımdan kaldırdım ve babama sarıldım. Üstümü giyindim, Devrimler gitmiş olsa bile o akşam odadan dışarı hiç çıkmadım. Ertesi sabah annem öperek uyandırdı beni. “İnan görmedim ben anneciğim Devrim’in odaya geldiğini. Seni yıkarken kapı çaldı ve ben açmaya gitmiştim. Annesiyle gelmişler. Mutfakta az bekleyin demiştim ama Devrim senin sesini duyunca gelmiş odaya. Annesi de kızdı zaten ona.” demişti.

Devrim, hiçbir şey söylememişti Yargı’ya. Çok sevinmiştim. O yılın sonunda hem Devrimlerin hem de Yargıların tayini çıktı. Ayrıldılar Uludere’den. Bir yıl sonra biz de gitmiştik. Bu sefer anneannemlerin evinin daha yakınına. Sonrasında hep kaldık en son görev yerimizde. Babam emekli oldu oradan. Ben ortaokul ile liseyi bitirdikten sonra Hukuk Fakültesini kazandım ve avukat oldum.

Çok aradım Devrim’i ama bulamadım. Ta ki bir gün adliye koridorunda Yargı’yı elleri kelepçeli görene kadar. Duvara sırtını yaslamış, sol ayağının ağırlığını sağ ayağının üstüne vererek omuzlarını kaldırmış ama bu sefer utanarak bakıyordu yüzüme. Göz göze geldiğimizde başını öne eğmişti. Yanındaki polise merak edip “Suçu neymiş?” diye sormuştum. “Karısını tam sekiz yerinden bıçaklayarak öldürmüş.” demişti.

2002 yılının 22 Ağustos’unda tekerlekleri zincirsiz, hiç ses çıkarmayan bir kamyondaydım. İçimde gideceğim hiçbir yer yoktu. Annemin omzu cama dayanmıyordu. Babam elindeki kitaba ve anneme bakarak iç geçirmiyordu. İkisi de artık hayatta yoktu. Az da eşyam vardı. Bardakları, çanakları, lambaları Cumhuriyet gazetesine sarmıştım. Şoför de yaşlı bir amcaydı. Gözlerimi kapadım önce. Annemi hayal ettim, babamı... Bir ara torpidodaki kasetlere gözüm takıldı. Bakmadım. Saymadım da. Sonra Devrim geldi aklıma, utanarak kaçtığım oda, başımın üstüne çekip saatlerce çıkmadığım yorgan… O şehre bir daha geri dönmedim çünkü orada Yargı Devrim’i öldürmüştü. Ben utanmıştım, şehir utanmamıştı. İşte bu yüzden o yorganı hayatım boyunca başımın üstünden hiç kaldırmadım.


Özgür Yalnızça

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page