top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Şeref Efe- Her Şey Bir İllüzyon

Bu kadar tuhaf bir hikâye duymamıştım hiç. Olduğu gibi anlatmaya çalışacağım.

Akşam namazını mahalledeki camide kılmış, caminin karşısındaki çay evinin bahçesine yönelmiştim. Ağustos sonu, hava sıcak. Akşam üzeri hafif bir rüzgâr ile serinlik geliyor. Ihlamur ağacının altında demli bir çay gibisi yok. Etrafta laflayacak biri olursa ne ala!

Çay bahçesine girerken şöyle bir göz gezdirdim. Bir masada üç genç var. Uzak, tenha bir köşede de orta yaşlı bir adam. Gençler kendi aralarında gevşek bir muhabbet içinde. Beni sarmaz. Diğer adamı tanımıyorum ama yüzü bana aşina geliyor. Oraya yönelirken seslendim ocağa:

“Sinan! Bize iki çay, biri demli olsun!”

Ocaktan, “Hemmen Şeref abiciğim,” cevabı geldi.

Alçak, ahşap örgü tabureye çökmüş dalgın dalgın yere bakmakta olan adama bir selam verdim. Başını kaldırmadan hafif bir mırıltıyla selamımı aldı.

“Hayrola, ne düşünüyon hemşerim, Girasun’da gemilerin mi battı,” diye takıldım. Kafasını kaldırıp yüzüme baktı. O anda irkildim. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Yorgunluk akan yüzünde derin izler vardı. Ağır bir üzüntü, keder yahut yoğun bir düşüncenin izleri. Gülümsemeye çalıştı ama tam aksine ağlıyor gibi görünüyordu. Eliyle boş tabureyi işaret etti oturmam için.

Oturdum. Adamın halini görünce şakayla takılmamın çok yersiz kaçtığını düşünmüştüm. Büyük bir derdi olduğu aşikârdı. Böyle bir insanla alay ettiğim için mahcup oldum. Fakat o, benim nobranlığımla ilgilenecek durumda değildi. Derin bir iç çekip gözlerini kapadı. Fısıltıyla,

“Her şey bir illüzyon!” dedi. Bunu söylerken benim kabalığımı mı hoş görüyordu yoksa dertlerinden dolayı kendini mi teskin ediyordu bilmiyorum ama mırıldandığı o sözler bana çok sevdiğim bir şarkıyı hatırlattı.

“Sab maya hey!” dedim. Dediğimi anlamamıştı elbette. Yüzüme baktı. Açıklama yapma ihtiyacı hissettim.

“Urduca bir şarkı. Sab maya hey. Yani “Her şey bir illüzyon,” demek. Çok severim. Attaullah Esakhelvi söylüyor.”

Ummadığım bir şaşkınlıkla dinliyordu beni. O sırada Sinan geldi.

“Biri güzel, iki çay!” dedi çayları tepsiden sehpaya indirirken.

“Güzeli misafirimize,” dedim.

“Eyvallah Şeref abi!”

“Sağ olasın Sinancığım. On dakka sonra gene bi yokla bizi koçum!”

O sırada cep telefonumdan şarkıyı bulup açtım. Ekranı arkadaşa çevirdim.

“Bu işte!” dedim.

Başını eğip, “Dinleyelim,” dedi sakin ve fakat ilgili bir tavırla. Dinledik. Şarkının altyazıları vardı, bu yüzden çevirmeye teşebbüs etmedim. Sonuna doğru adamın teessürü giderek arttı ve gözlerinden yaş dökülmeye başladı. Buna sebep olduğum için üzüldüm. Ona böyle dokunacağını bilsem hiç bu şarkıdan söz etmezdim.

Şarkının bitiminde “Sab maya hey” nakaratını tekrarlayıp bana baktı dik dik.

“Her şey bir illüzyon!” dedim bilmiş bilmiş kafamı sallayarak. Acı bir gülümsemeyle “Ama sen buna inanmıyorsun,” dedi.

Ne diyeceğimi bilemedim. Evet, şarkıyı seviyordum, her şeyin bir sanrıdan ibaret olabileceğini düşünmek hoşuma gidiyordu, bu düşünce hayata bir gizem, bir hafiflik, bir eğlence katıyordu ama gerçekten bu dünyanın bir hayalden ibaret olduğuna inanıyor muydum? Sanırım hayır.

İtiraf etmek zorunda kaldım. “Doğrusu bu dünya bir hayal değil, oldukça gerçek. Kendi gerçekliği var,” dedim. Hala dik dik bakmaya devam ediyordu. O kıpkırmızı gözlerin rahatsız edici bir delici bakışı vardı.

“Aslında haklısın,” dedim açıklama gayretiyle. “Her ne kadar şarkıyı sevsem de her şeyin bir illüzyon olduğuna inanmıyorum. Evet, bu konuda çelişkili olduğumu kabul edebilirim.”

“Aslında…” dedi ve durdu. Hani açıklamaya değmezmiş gibi cümleyi orada bırakıvermişti. Beş saniye kadar bekledim. Anlaşılan vazgeçmişti anlatmaktan. Oysa bu akşam, bu hafif serin rüzgârın hışırdattığı ıhlamurun altında çay içerken, hani başka bir derdim de yokken, onun yakasını bırakmaya pek niyetli değildim. O büyük derdi neyse bir şekilde onu açacağız, karmaşık bir düğüm çözer gibi çözeceğiz. Başkalarının dertleriyle besleniyoruz. Bu akşam sezdiğim bu büyük avın peşini bırakmayacağım.

“Aslında ne,” dedim merakımı gizlemeden. Israrcı olacağımı anlamıştı.

“Aslında sen…” Elindeki çayı hafifçe kaldırdı, “bu güzel çay, şu etraftaki her şey, hepsi, hepimiz bir görüntü. Bir rüya sadece.”

Yine bir iç çekti. “Bütün bunlar…”

Ona yardımcı olmak için ekledim. “Bu alem,”

“Evet, bu alem bütünüyle benim rüyamdan ibaret.”

Bu tuhaf düşünce elbette pek çok insanın aklına gelir. Acaba bir rüyada mı yaşıyorum? Her şey benim için kurgulanmış bir simülasyondan mı ibaret? Fakat bu düşünce aklımıza gelir. Geçer. Pek aldırış etmeyiz. Oysa bu, gözleri kan çanağına dönmüş, orta yaşlı, dertli adam o tuhaf düşünceye inanıyordu. Hiç kuşku yok ki o düşünce bu adamı esir almış. Derdi her neyse mutlaka bu düşünceyle ilişkili olmalıydı.

Bu tür düşünce egzersizlerini çok severim. Eğlencelik bir konu bulmuştum.

“Belki de benim rüyamdır,” dedim hafif neşeyle. Hiç de beklediğim gibi neşeme katılmadı. Kederli haline dönüp kendi kendine “Bu aşamayı geçmiştik,” diye mırıldandı. O anda durumun vahametini kavradım. Benim ona söylediğim şeyi bile kendi kurgusu sanıyordu galiba. Demek pek çok kere bu diyaloğu yaşamıştı. “Ortak bir simülasyonda mıyız yoksa sadece bir kişinin yaşadığı ve diğer herkesin görüntüden ibaret olduğu bir alemde miyiz,” meselesini tartışmış ve anlaşıldığı kadarıyla buradan bir yere varamamış olmalıydı. Ya da bu argüman onun, bu alem benim rüyamdan ibaret, düşüncesini yıkamamıştı.

Mesele ciddileşmişti. Adam beni, ısmarladığım çayı, kısaca her şeyi yok sayıyordu. Kendisi hariç her şeyi. En kötüsü ona sunduğum fikri yok sayması, kendi sanrısı gibi görmesiydi. Yoo, buna katlanamazdım. Gerçekliğimi kanıtlamalıydım.

İnkarcılara verilecek en güzel cevap ağzına kürekle vurmaktır. Çayın içindeki kaşığı alıp adamın eline bastırdım. Hafifçe yanan elini yavaş bir tepki ile geri çekti ve elimi ittirdi. Yüzüme bile bakmadan konuştu.

“Mecit Bey, bu hiçbir şeyi kanıtlamıyor. Rüyada kendini çimdiklemek mümkün. Boşuna uğraşmayalım,” dedi oldukça sakin bir şekilde.

“Benim adım Şeref,” diye hatırlattım.

“Biliyorum,” dedi, “Mecit benim adım. Kendimle dolaylı konuşmaktan yoruldum artık.” Ağzım açık kaldı. Tuhaf bir şekilde dedemle aynı nadir ismi taşıyan bu Mecit Bey beni iyice yok sayıyordu.

“Dur bir dakika!” dedim. “Sen ciddi ciddi bir rüyada yaşadığını düşünüyorsun. Beni de bu rüyanın bir parçası olarak görüyorsun. Gerçek ve ayrı bir şahıs olduğuma inanmıyorsun. Bu yüzden beni konuşmaya değer görmüyorsun, doğru mu?”

Acı gülümsemesi ile tasdik etti beni.

“Mecit Bey kardeşim, senden bir şey rica edeceğim,” dedim. Cevap vermesini beklemeden devam ettim. “Bunu ister rüyan olarak düşün isterse gerçek. Fark etmez. Bir varsayım olarak bir kenara bırakalım ve sen bana bu meseleyi etraflıca anlat, ben de sana gerçek olduğumu kanıtlamaya çalışayım. En azından şu sohbetimiz süresince beni başka bir insan olarak farz etmeni rica ediyorum. Yoksa,”

“Yoksa hiç konuşamayacağız,” diye beni tamamladı.

“Evet, yoksa konuşamayacağız,” dedim.

Derin bir nefes alıp “Peki,” dedi. “Son bir gözden geçirmeye ihtiyacım vardı zaten. Bunu başka biriyle bir diyalogdaymış gibi yapmak daha kolay olacak.” Sözünden şaştığını fark etti. “Özür dilerim, Şeref Bey, sizinle konuşacağım.” Bu sözleri pek inanarak söylemediği belliydi. Yine de bu diyalog oyununu oynamayı kabul etmesi yeterliydi benim için.

“Anlatın bana,” dedim tüm ciddiyetimle. “Sizi tesiri altına alan bu fikre nereden kapıldınız, nasıl oldu?”

O ara Sinan çayları tazeledi. Bizim derin bir mevzuya daldığımızı fark etmiş olmalıydı, hiç ses çıkarmadan yeni çayları sehpaya bıraktı, çekildi.

“Anlatayım,” dedi Mecit Bey. Yeni çaydan küçük bir yudum aldı, alçacık taburede dirseklerini dizine dayayıp anlatmaya başladı.

“Olayın nasıl başladığını tam kestiremiyorum. Yavaş yavaş gelişen bir süreç oldu. Tanıdığım bir adam vardı. ‘Usta’ dediğim, filozof mu, deli mi, bilge mi emin olmadığım biri. Ona bir gün bir rüyamdan bahsettim. Karanlık, karışık ve çok azını hatırlayabildiğim bir rüyaydı. Aslında rüyalarımı hiç hatırlamazdım, hani rüya gördüğümü bilirdim ama ne gördüğümü hiç hatırlayamazdım. İlk defa bölük pörçük bir şeyler hatırlayınca koştum, ustama gittim. Rüyamı olabildiğince anlatıp yorumlamasını istedim. Hayatımda bazı değişikliklerin olacağını söyledi. ‘Perde açılacak,’ filan dedi. O sırada rüyalarımı hatırlayamadığımdan şikâyet etmiştim. Bana bir teknik önerdi. ‘Rüyanı yaz!’ dedi gözlerini kocaman açıp. ‘Ne hatırlarsan hepsini yaz, hatırlayamadığını da uydur icabında, ama mutlaka yaz!’

Öneriye uydum. O ilk rüya parçasından başlayarak bir deftere rüyalarımı yazmaya başladım. Her sabah uyandığımda ilk işim hemen defterimin başına geçip hatırladıklarımı yazmaktı. Aslında uyandığımda fazla bir şey olmuyordu hatırımda ama yazmaya başlayınca gördüğüm rüya sanki üzerine güneş doğmuş gibi aydınlanıveriyor, tüm detaylarıyla aklıma geliyordu. İlk başlarda o rüyayı gördüm mü yoksa beynim bana bir oyun oynayıp şimdi mi uyduruyor, diye de endişe ettim ama derdim bu değil. Bu meseleyi aştık.”

“Gayet güzel!” dedim. “Rüya görmek çoğu zaman eğlencelidir.”

Kafasını salladı ama tasdikler gibi değil. Bilmiyorsun, anlamında.

“Gerçek rüyalar eğlenceli olmalı ama benim rüyalarım biraz farklıydı. Giderek daha canlı, daha gerçekçi rüyalar görmeye başlamıştım. Başta bu çok hoşuma gidiyordu. Yeni bir dünya keşfetmiştim. Her gece o dünyaya geçiyor, orada değişik bir hayata atılıyordum.”

Adamın, “başta…” uyarısını göz ardı edip “Ne hoş,” dedim. “Ben rüyalarımı pek az hatırlarım. Hatırladıklarım da öyle ahım şahım şeyler değil. Bu söylediğin yazma tekniğini deneyebilirim.”

Yorgun gözlerini kaldırıp “Sakın!” dedi. “Bilmemek daha iyi. Emin ol bilmemek daha iyi.” Çayından bir yudum alıp önceki pozisyonuna döndü.

“Evet... Rüyalar… Kısa bir süre sonra bazı gariplikler fark etmeye başladım. Bir kere rüya dediğin saçma sapan şeyler içerir. Uçan camışlar görürsün, konuşan balıklar, havalarda gezebilirsin yahut koşmak istersin ama koşamazsın filan. Benim rüyalarımda hiçbir saçmalık olmuyordu. Gündüz ne kadar akıllı, mantıklıysam rüyamda da o kadar akıllı, mantıklıydım. Gerçekte ne kadar sebep-sonuç ilişkileri işliyorsa rüyamda da evrenin kuralları o kadar sağlam işliyordu. Rüyada iken de bazen bunun farkında oluyordum. Şimdi rüyadayım galiba ama neden istediğimi yapamıyorum, diye sormaya başlamıştım. Bir gariplik sezmiştim.

Normal olarak insan rüyada iken bunun farkına varırsa uyanır, değil mi?” Başımı sallayarak onu tasdik ettim.

“Bende öyle olmuyordu. Rüyada olduğumu anlasam bile uyanmıyordum. Rüya devam ediyordu. Sonra her rüyanın uyuyarak sona erdiğini fark ettim. Bu epey can sıkıcıydı. Kafam karışıyordu. Uyandığımda bunun gerçek mi yoksa başka bir rüya mı olduğundan emin olamamaya başladım. Alışkanlık üzere uyanınca hemen yazmaya başlıyordum ya, bu rüyalarıma da sirayet etmişti. Artık her rüya gece gördüğüm rüyayı yazarak başlıyor, aşağı yukarı bir günlük serüvenin ardından uyuyarak son buluyordu.”

İşin nereye gittiğini anlıyordum. “Çok ilginç,” dedim.

“Evet” dedi, “tahmin edebileceğin gibi bir süre sonra gerçeğin izini kaybettim. Hangisi rüya hangisi gerçek hayat bilemez oldum.”

“Rüyayı gerçekten ayırt edebileceğin bir yöntem bulabilirdin,” dedim. “Rüyalar birbirini takip etmez, her biri bir kısa film gibi olur, değil mi? Oradan anlayabilirdin.”

“Hiç de değil!” dedi kesin bir ifadeyle. “Benim rüyalarım gayet düzgün bir şekilde işliyor. Birbirini takip ediyor. Hepsi bir bütün değil ama şöyle anlatayım. Ayrı diziler oluşuyor. Hepsi de gerçek olduğuna inandığım o önceki hayatın devamı fakat bir yerde her biri farklılaşıyor. Kendi tarihini kesintisiz, hatasız takip eden bir dizi ortaya çıkıyor. Gün gün ilerliyor. Uyuduğumda başka bir dizide uyanıyorum. Bu dizilerin her birinde farklı bir dünya var, farklı bir tarih var. Ben bunların hangisinin gerçek olduğunu bilemedim.”

“Herhalde en ileri tarihte olanı gerçek olmalı,” diye yorum yaptım.

“Olamaz!” dedi kesin bir tavırla. “Orada vefat ettim. 2029 yılında. O dizi sona erdi. Eğer o gerçek olsaydı şimdi burada olmazdım, değil mi?”

Kafam karışmıştı. “Mantıklı,” demekten başka bir cevabım yoktu. Anlaşılan gerçeği bulmak için epey deneme yapmıştı.

Alaycı bir gülümseme ile “Ne düşündüğünü biliyorum,” dedi. “Evet, çok tecrübeliyim.”

“Ne kadar zaman oldu bu rüya işi başlayalı,” diye sordum.

“Karışık,” dedi, “Rüyalarımı ayırt etmeye başladığımda 41 yaşındaydım, yıl 2011. Dört yıldır bu dizideyim. Ama bazı dizilerde çok daha yaşlıydım. Belki toplasak seksen yıl yaşamışımdır bu rüyalarda. Fakat ne anlamı var? Böyle parçalanmış bir hayat... Buzdolabına konup uzun bir süre sonra sofraya getirilen ve bir parça alınıp yeniden buzluğa kaldırılan yemek gibi. Bu hayatlardan bıktım, çok defa bıktım.”

“Bir çare bulamadın mı,” diye sordum.

“İlk defa bir dizide ölüp de uyandığımda hemen bilge dostuma koştum. Vaziyeti anlattım. Beni bu kısır döngüden kurtarmasını istedim.”

“Ne dedi?”

“Çok heyecanlandı. Bir coşkunluk haline girdi. Adeta meczup oldu. Hakikatin tecelli ettiğini filan sayıkladı. Sonra sakinleşip biraz aklı başına gelince bana bu rüyalardan birinin gerçek olması gerektiğini söyledi. Rüyaları sonlandırmak için ölmekten başka çare yokmuş. Fakat temkinli olmamı, o andaki hayatta ölmememi, muhtemelen kendisinin de olduğu o hayatın gerçek olabileceğini söyledi. Fakat yanılmıştı.”

“Yanıldığını nereden anladın?”

“O rüya dizisi de bitti. Öldüm orada. Hatta dostum benden önce ölmüştü o rüyada. Fakat diğer rüyalar devam etti. Ben de gerçeği aramaya devam ettim.”

“Nasıl yani?”

“Gerçek olmadığını tahmin ettiğim hayatı sona erdiriyordum. Tutarsız, hayatın olağan akışına uymayan hayatlar… Bazıları kendini hemen ele veriyordu.”

“Nasıl yani? O dünyalar bundan çok mu farklı oluyordu,” diye sordum.

“Evet,” dedi. “Mesela en son sonlandırdığım bir tanesi çok saçmaydı. Dünyanın büyük devletlerinde sarı, dağınık saçlı aptallar ardı ardına lider seçiliyor. Çin’den çıkan bir pandemi dünyayı sarıyor. Maskeler, sokağa çıkma yasakları derken her şey alt üst oluyor… O kabusa 2020 Ekim’ine kadar sabrettim. Bu distopik dünyada sanki başka dert yokmuş gibi bir de savaş filan başlatmışlardı. Biraz daha beklesem herhalde bir göktaşı düşecekti Dünya’ya, bir o eksik kalmıştı. Yeter deyip fişini çektim. Rüyaların hepsi o kadar tuhaf değildi tabii ki.”

“Kardeşim, o aşamada niçin bu farklı hayatların tadını çıkarmayı düşünmedin? Gerçek ya da değil, pek farklı seçeneklerin var, fazla bir sorumluluk duygusu taşımadan hani, bunların keyfini sürebilirdin.”

Ağır ağır kafasını salladı Mecit Bey. “İşin içinde olmasam ben de böyle düşünürdüm herhalde,” dedi. “Hatta her birinde ayrı fanteziler peşinde koşarsın, değil mi? Ne sadakat borcun var ne bir kurala uyma yükümlülüğün. Ama düşün ki her şeyin sahte olduğunu bildiğin bir dünyada yaşıyorsun. Bir tiyatro sahnesi, film. Hiç de ilginç olmayan bir film… Pek çok benzerlerini seyretmişsin ve günlerce bu sıkıcı filmleri seyrediyorsun. Yoo, öyle olağanüstü güçlerin yok. Filme pek müdahale edemiyorsun. Geleceği de bilmiyorsun. Yani geçmişe gidip bilgini kullanarak avantaj sağlayamıyorsun. Tadı tuzu yok pek. Misal, bilge arkadaşım öldüğünde üzülemedim. Çünkü onun başka rüyalarımda yaşadığından emindim. Ki oralarda yaşıyordu. Yani ölmemişti aslında. Esasında hiç var olmamıştı, belki de sadece benim hayal ettiğim bir şeydi. Böyle olunca hiçbir duyguyu yaşayamıyorsun, anladın mı? Bilgisayar oyunu gibi. Öldün, bir can daha, bir can daha.”

“Anladım,” dedim. Evet, bu durum gerçekten sıkıcı olabilirdi.

“Artık oyundan çıkmaya karar verdim. Diğer bütün dizileri sonlandırmıştım. Bu hariç. Ne çok ölümler yaşadım, bilemezsin.”

Bir müddet durdu.

“Bu hayatın gerçek olabileceğini düşünüyordum. Elimde kalan son hayat bu. Fakat uyuduğumda yeni bir tanesi başlayacak, sanki, diyelim, 15 Kasım 2011’de uyumuşum ve bir sürü rüya gördüğüm gecenin sabahında, 16 Kasım sabahı uyanıyormuşum gibi başlayacak. Sonra hangisinin gerçek olduğunu anlamaya çalışacağım. Sonra sahte bir dünyada anlamsız bir ölüme yürüyeceğim. Fakat buna tahammülüm kalmadı artık. O yüzden gerçeği buluncaya kadar uyumamaya karar vermiştim.”

Demek ki bu kanlı gözler, yüzündeki bu perişanlık uykusuzluktan ve bu düşüncelerden kaynaklanıyordu. İyi de bu duruma daha ne kadar dayanabilirdi ki?

Anlatmaya devam etti.

“Fakat senin bana izlettiğin o şarkı açık bir işaret oldu. Hepsi sahte. Bu da bir rüya. Belli. Her şey illüzyondan ibaret. Gerçek hayat ötede olmalı. Onu hatırlamıyorum. Hatırladıklarım sadece rüyalar.”

“Dur!” dedim telaşla. “Bu basit bir rastlantıdan ibaret olabilir. Ben bu dünyanın gerçek olduğundan çok eminim. Basit bir şeyden yola çıkıp öyle ciddi kararlar almak olmaz.”

“Bıktım, anlamıyor musun?” diye çıkıştı bana. “Seksen yıldır rüya aleminde hapis kaldım. Yeter artık. Gerçek dünyaya dönmeliyim. İyi ya da kötü, gerçek bir hayat yaşamalıyım.”

“Peki ya gerçek hayat buysa,” dedim.

“Gerçek hayatta acayip rastlantılar olmaz,” dedi kendinden emin bir ses tonuyla.

Nasıl bir gaflete düştüysem boşboğazlık yapıp dedim ki, “Gayet de olur Mecit Beyciğim. Benim eşim çok şanslıdır mesela. Dün akşam hiç bilmediği bir konudan sınava girdi internette. Matematik yani. Hiç ilgilenmez. Soruları okumadan, cevaplara bile bakmadan işaretledi. Yanımda, gözlerimin önünde tak tak cevap anahtarını doldurdu. Yirmi soruda kaç doğru yaptı biliyor musun?”

“Yirmisi de doğru, değil mi?” dedi acı acı gülümseyerek.

“Nasıl tahmin ettin?” dedim hayretle. O anda nasıl saçmaladığımı fark ettim. Fakat iş işten geçmişti.

Gözünü kapadı. Kısa bir süre sonra gözlerini açıp hüsran dolu bir bakışla baktı bana.

“Trilyonda bir ihtimal,” dedi. “Gerçek olma ihtimali trilyonda bir. Yani sıfır. Bu dünya gerçek değil.”

O anda içime bir korku düştü. Niçin adamın istediği şeyi ona vermiştim? Kendi düşünceme ters bir olayı saf saf niçin anlatmıştım? Güya gerçekliğimi kanıtlayacaktım fakat söylediklerim tam aksine dayanak oluşturuyordu.

Mecit Bey oldukça sakin bir şekilde, “Bu alemi kapatıyorum,” dedi. Umursamaz bir tavırla aramızdaki sehpayı devirdi. Bardaklar altlıkları ile birlikte taşların üzerine devrilip şangır şungur sesler çıkararak kırıldı. Sinan ocaktan başını uzatıp,

“Canın sağ olsun abi,” diye seslendi.

Mecit Bey ayağa kalktı. “Her şey bir illüzyon,” diye mırıldandı ve kimseye aldırış etmeden yürüdü, gitti.


Şeref Efe

3 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page