top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

“Şey veya Şeyler” Üzerine



İlk öykü “Suzan” ile başlamak istiyorum. Modern dünyanın ve kent yaşamının beraberinde getirdiği yoğun çalışma hayatı, sıkışmışlık, yalnızlık duygularını sonuna kadar hisseden beyaz yakalı kahramanımızın doğup büyüdüğü sokağın berberinde yaşadığı kırılma anına şahitlik ediyoruz öyküde.

Bu öyküden yola çıkacak olursak değişen dönüşen dünyada edebiyatı bu çemberin neresine yerleştirirsin? Senin için edebiyat nerede soluklanır, bir mahalle berberinde mi yoksa kentin ışıklı caddelerinde mi? Hikâyeler karşına daha çok nerede çıkıyor diyebiliriz? Neler söylemek istersin?


İnsanı duygu, düşünce, davranış bağlamında ele alırken mekân neresi olursa olsun benzer şeylerden söz ediyoruz farkında olmadan. Toplumcu gerçekçi bir köy romanını, bilimkurgu bir roman ile ortak bir paydada ele alabilir, alt metinleri eşeledikçe ikisi arasında birçok benzer yan bulabiliriz. Farklı mekânlarda, farklı karakterler aracılığıyla, farklı gerçeklikler içerisinde öyküler yazabiliriz. Öykünün başkahramanının insan olmasına bile gerek yok hatta. Ancak edebiyat yaşanılan dünyanın dışında değil. Ben de bu çağın sorunlarını deneyimliyorum elbette. Bu sebeple anlattıklarım bu deneyimlerden yola çıkmaya yazgılılar.

Biyolojik evrim için milyonlarca yıldan söz ederken psikolojik olarak insanın neredeyse her gün değiştiği yanılgısına kapılıyoruz. Bence insan bugünden yarına değişen bir varlık değil. Bunu ifade ederken bin sene öncenin insanı ile bugünün insanı aynıdır demiyorum kuşkusuz. İstekler biçim değiştirdi mesela. Buna rağmen istekler hâlâ aynı zemin üzerinde kökleniyor.

Suzan öyküsündeki karakter insanlara sandığından daha fazla muhtaç olduğunun farkına varıyor. Bugünün ilişkilerindeki gevşek bağlar, bu ihtiyacı daha fazla gün yüzüne çıkarıyor belki de. Ancak diğerlerine duyulan ihtiyacın sadece bu çağa özgü olduğunu kim söyleyebilir?


"Nasılsın" adlı öykü diyaloga dönüşemeyen bir monolog üzerinden yürüyor.

Bu soruyu şöyle bağlamak istiyorum. Öykü edebiyat alanında son yıllarda bir ivme kazandı takdir edersin ki. Gerek dergilerde gerekse basılan kitaplarda öykülere sıklıkla yer veriliyor. Öykünün edebiyat alanındaki bu gidişatı ile ilgili fikirlerini merak ediyorum. Kitabının okuyucusunu bulmadan unutulup giden ve tabiri caizse birer monolog olarak terki diyar eden kitaplar arasında olmaması için yazım sürecindeki kaygılarından ve de çalışmalarından bahseder misin bize biraz?


Bazen bir sohbet esnasında aslında karşımızdakiyle sohbet etmediğimizin farkına vardığımız anlar olur. Karşımızdakinin monologunun dinleyicisiyizdir sadece. “Nasılsın?” öyküsü bir yandan buna vurgu yapıyor. Diğer bir yandan da bir ev kadınının serzenişlerine kulak veriyoruz. Birçok insana bu serzenişlerin tanıdık geleceği kanaatindeyim.

Öykünün son yıllarda ivme kazandığı fikrine katılıyorum. Gerek basılı yayınların gerekse edebiyat ile alakalı birçok internet sitesinin bu konuda rolü oldukça büyük. Bu kalabalık içerisinden sıyrılmak zorlaşıyor hâliyle. Öyküye olan bu ilginin ona çok şey katacağını düşünüyorum. Rekabet önünde sonunda çok sesliliğin kapılarını aralayacaktır.

Yazdıklarımın mümkün olduğunca ortak duygulara hitap etmesini arzuluyorum. Kalıcı olmak her yazar gibi benim de en büyük temennim. Aklımın bir köşesinde bu düşünce her zaman var. Fakat bir kitapla küçük dağlar yaratılamaz. Zamanın bu konu hakkında söyleyecekleri var çünkü.


"Filmin Sonunu Görmeye Mecbursun" kitapta beni en çok etkileyen öykülerden biri oldu diyebilirim. İshak’ta bu öyküyü ilk okuduğumda da aynı duyguyu yaşamıştım.

“Kadın” olma hâlinin doğumdan ölüme kadar yakasını bırakmayan bir kahramanın hikâyesi bu. Kadınların filmin sonunu görmeye mecbur olmamaları için hem bir psikolog hem de bir öykücü olarak bize ne söylemek istersin? Edebiyatın bu kırılmalarda etkisi olduğuna inanıyor musun?


Toplumumuzda kadınların, sırf kadın oldukları için katlanmaları gereken ağır bir külfet söz konusu. Hiç şüphe yok ki boyun eğmek zorunda bırakılan, değer görmeyen, birey olmasına müsaade edilmeyen kişi, cinsiyeti ne olursa olsun bu durumdan yara almadan kurtulamaz. Ülkemizde bahsi geçen konumda çoğunlukla kadınlar yer alıyor maalesef. Bunun psikolojik boyutunu göz ardı edemeyiz. Buradan kaynaklanan sorunlar çözülsün diye uzmanların kapısı aşındırılıyor ama nedenler açıklandığında sorumluluğu üstlenen olmuyor her ne hikmetse. Sorunu doğuran nedenler ortadan kalkmadan sorunların çözüldüğü yanılgısına kapılırız. Sorun/semptom şekil değiştirmeye devam eder. Bu sebeple toplumsal bazı meselelerin salt psikolojik problemlere indirgenmesini kabul etmiyorum.

Edebiyatın işlevi kadının içinde bulunduğu durumun fotoğrafını çekerek sorumluluk konusunda farkındalığı arttırmak olabilir belki. Ancak fotoğrafın bizzat içindekiler kör olmuşsa edebiyatın yapabilecekleri de tıpkı psikolojinin yapabilecekleri gibi sınırlıdır. Bu problemi çözümlemek için bireye, topluma, kültüre, yöneticilere, eğitime, yasaya da pay biçmek gerekir.


“Cemiyet Otel” alegorik aktarıma sahip bir öykü. Öyküde geçmişlerini geride bırakmaları istenen kahramanların herkesin erişmeye çalıştığı fakat hakkında kimsenin bir şey bilmediği “yere” kabul edilme çabalarını okuyoruz.

Peki öykülerinin yayımlandığı ilk günden, onların bir araya gelip kanlı canlı bir kitap hâline gelene kadar geçen sürede bu sürecin senin için bilenmeyen suları nelerdi?


Elbette yazdıklarımızı kendimize saklamak için değil, birileri okusun diye yazıyoruz. Bunlar değer verdiğimiz kişiler tarafından takdir edildiğinde bu durum bizi onurlandırıyor. Yazma motivasyonunda beğenilmek, ilgi görmek oldukça önemli bir husus. Öte yandan sırf beğenilmek amacıyla yazarsanız yazmak sizin için bir araç olup çıkar. Edebiyatla kurduğunuz bağ siz farkında olmadan kopmuş olur. Bir cemiyet için yazmaya başlarsınız. Zihninizde büyüttüğünüz, bir yandan da dahil olamadığınız cemiyeti arzu nesnesi hâline getirirsiniz. Aslında böyle bir “cemiyet” yok, cemiyete anlam atfeden yine bizleriz. İlk öyküm yayımlandığında bu düşüncede değilsem de son yıllarda iyiden iyiye bu fikre vardım.


“Tanrı’ya Sana ve Yazdıklarına” adlı öykü edebiyatın temel konularından biri olan, farklı bakış açıları ile sıklıkla ele alınan baba-oğul meselesi üzerine kurulmuş. Kurguya dair çok fazla ipucu vermek istemediğim için soruyu bir an evvel bağlamak istiyorum. Öyküde de karşımıza çıkan ve benim de sana sormak istediğim soru şu. Eserler yazarından bağımsız değerlendirilebilir mi, değerlendirilmeli mi? Bu çok tartışmalı konu üzerinden sen neler söylemek istersin bizlere?


Edebiyat dünyasında tartışma yaratan bu konu “Ahlaki olarak tasvip etmediğimiz bir yazarın kitabını hangi kefeye koyacağız?” sorusu üzerinden ilerliyor genellikle. Ben bu konuyu bir başka açıdan değerlendireceğim. Sevdiğimiz, ahlaki normlarımızı ihlal etmeyen bir yazarın hayatını analiz etmemiz ne kadar ahlaki?

Bir eser yazarının hayatından izler taşır elbette. Fakat yazar bir biyografi yazıp yayımlamadığı müddetçe onun yaşamı hakkında söz söylememiz üzerimize pek de vazife değil diye düşünüyorum. Eser için aynı şeyi söyleyememem. Bir roman ya da öykü karakteri derinlikli bir okumayla psikolojik olarak analiz edilebilir mesela. Etik olarak problemli gördüğüm kısım yalnızca Gregor Samsa’yı değil, Franz Kafka’yı da bizzat divana yatırmaya kalkmak. Sınırımız nerede başlıyor, nerede bitiyor? Sınırın yalnızca yazılan eser olması gerektiğini düşünenlerdenim.


Son olarak “Böcek” ve “Ah” öykülerinden bahsetmek istiyorum. Kafka’dan, Didem Madak’a, Buzzati’den, Füruzan’a ve daha birçok isme atıflarla dolu bu iki öykü. Kitabın son öyküsü olan “Ah”ın vesilesiyle ben de son bir soruyla sohbetimizi tamamlayım. Atakan Boran kimleri okur, kimlerden beslenir? Kütüphanesinde, başucunda kimler vardır?


"Ah” öyküsünde sevdiğim kitapların bazılarını açıktan bazılarını ise üstü örtülü bir biçimde anarak bir nevi referanslarımı sunmak istemiştim. Öykü biraz bulmacaya benzedi hatta. Göndermeleri seviyorum. “Böcek” öyküsündeki gibi metinlerarasılık hoşuma gidiyor.

Kitaplığım her geçen gün genişliyor. Hayatımda okumayı, yazmaktan daha ön planda tuttuğumu söyleyebilirim. Okumak birçok insan gibi benim için de gizli bir gurur kaynağı. Mesela Kayıp Zamanın İzinde’yi tamamlamış birinin şöyle bir koltukları kabarmaz mı? Çehov’la dostluk edenin, Beckett’ın gevezeliklerini dinlemek için can atanın, Sait Faik’le adada gezebilenin, Oğuz Atay’la oyunlar yazanın, Bilge Karasu’dan ders alanın, Ah’lar ağacından “Ah” toplayanın...


Umarım yolu uzun bir kitap olur. Teşekkürler…


Söyleşi: Vildan Külahlı Tanış

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page