top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Ümit Yaban- Kavaklar

Gürültücü beş kavak dikilirdi sokağın girişinde. Tepelerini görmediğim, boylarını tahmin edemediğim bu kavaklar, sokağa giren çıkan herkesin önünden ardından dedikodusunu yapardı. Bazen bağıra bağıra bazen fısıl fısıl. Ama mutlaka bir fikirleri olurdu her şeyle ilgili. Sonra Gazi abinin geçmişten gelmiş de orada unutulmuş gibi öylece duran yıkıntısı çarpardı göze. Ama en güzeli sokağın sonundaki evin camlarında duran ve neşesini üstümüze saçan mum çiçeğinin görüntüsüydü. Bu manzarayla birlikte aslında kısa ama hayatımda uzun süre yer etmiş sokağın sonuna varırdınız.

Bizim evimiz ise Gazi abininkinin karşısında, sokağın sağındaydı. Ama penceremizden tüm neşesiyle sokağa sarkan çiçeklerimiz olmamıştı hiç. Çocukluğumda dört gözle izleyebiliyorken çevremi, annemin çiçekleri sevip sevmediği hakkında bir fikir edinememiştim.  Çünkü evimizde büyük teyzemden kalma, asla açmayan üzgün bir laleden başka çiçek yaşamıyordu. Annem de bu lale gibi üzgün müydü, ben sokaktayken beni özlüyor muydu, bilmiyordum. Çiçeklere olan sevgisini kavrayamadığım gibi bana olan hislerini de anlayamıyordum. Ben onun için bir pişmanlık mıyım yoksa mutluluk kaynağı mı? Ben hep, beni mutlu edene inanırdım. Çünkü buna inanmak çok kolaydı. İnsan zihni her zaman kolay olanı ve onu mutlu edeni seçer. Ben de öyle yapardım. Kötü bir şey aklıma asla gelmezdi. Her şey iyi, güzel ve ben herkesi seviyorum. Aylarca yıkanmamış, az konuşan, gerçek adını kimsenin bilmediği çolak bir karpuzcunun at arabasının arkasına binip sessizce mahalleden uzaklaşmam da bu sebepten. Çünkü Gazi abiyi de seviyordum, hem de büyük bir merhamet eşliğinde. Ondan asla kötülük beklemiyordum. Kavaklar ne derse desin!

Gazi gerçek ismi miydi, kolunu gerçekten askerde kaybedip mi gazi kalmıştı ya da bu bir yakıştırma mıydı hiç bilmiyorum. Kasketi ve onun altından çıkan dağınık saçları, dengesizce uzamış bıyıkları, ne bulursa üzerine atmış gibi duran kıyafetleriyle senelerdir karşı komşumuzdu.  Sıklıkla bize patlamış karpuzları verirdi. O izbe yerde sarı saman kırpıklarının değip değmediğini düşünmeden kaldırımın köşesinde ellerimizle didiklerdik koca karpuzu. Gazi abinin içtiği şaraptan ya da beraber uyuduğu atından aldığını düşündüğümüz kokusu, köpeğin ıslak burnuna yapışır gibi yapışırdı burnumuza. O kokuyu karşılayan kavak ağaçları kendi aralarında dedikoduya başlayınca tüm çocukların kafaları o tarafa dönerdi. Heyecanla terliklerini patlata patlata sokağın başına koşup arabanın ardına takılırlardı. O şaşaalı karşılamanın tek sebebi patlak bir karpuz ile iyice şenlenmekti. 

Bir yaz, koca sokakta yalnız başıma kaldırımın köşesinde elimdeki çubukla yere hayallerimi çiziyordum. Dizimdeki kalın yara kabuğunun acısı; ekşi, buruk bir tat gibi damağıma oturmuş, kalkmıyordu. Ben henüz buna aldırış edecek yaşta değildim. Kavaklar yine fısıldıyor ama yaz günü rüzgâr az, duyulmuyor ne dedikleri. Eskilikten bir gün yolda kalacak gibi giden arabasına yine en az araba kadar yaşlı, yorgun atını koşup çıktı Gazi Abi yıkık evinden. “Ne yapıyorsun? Kantara gidip geleceğim, gel istersen,” dedi. Bizim isimlerimizi bilmezdi sanırım. Ses tellerinde hiçbir çocuk isminin titrediği duyulmamıştı. Hatta bir çocuğun başını okşadığı da görülmemişti. Koşarak at arabasının arkasına bindim. At arabasının bacaklarımı nasıl acıttığını, ahşap tekerlerin etrafını saran yorgun lastikleri ve Arnavut kaldırımda sızlayan popomu hatırlıyorum. Yol uzun muydu, hemencecik vardık mı bilemiyorum şimdilerde. Oraya vardığımızda sıra vardı. Kantarın yanındaki çocuk parkında oynayabileceğimi söyledi Gazi abi. Kimsenin olmadığı parkta tek başıma şehrin kuru toz kokusu genzime sinene kadar oynadım. Dünyadaki yalnızlığım, bu lanet olası parkta da bulmuştu beni. Salıncakta kendimi parmak ucumla ittirerek sallanmayı öğreneli çok olmuştu, tıpkı geceleri kendi başımı okşayıp yatağa girmem gibi. Boyası kalmadığından demiri paslanmış, ilk kez kayınca yazın bacakları haşlayan, birkaç kez kayınca da ellere pasının kokusu sinen kaydıraktan ilkinde kaymayı beceremeyip inişte ayağımı sürttüm. Bir yaram daha olmuştu. Ağlamak bile istemedim, oflamaya yeltendim yapmadım. Çokça kaydım, pas kokusu içime işleyecek kadar çok. Nereden bilirdim o pas kokusunun içime utanç ile işleneceğini ve ömrüm boyunca paslanmış hiçbir şeye tahammülüm olmayacağını.      

Bıçakla çizilmiş gibi bölük pörçük gelen bir sesle, “Çocuuuk!” diye bağırdı Gazi abi. Koşarak kantara geri döndüm. O, kantarda ne yaptı hiçbir fikrim yok. Geldik, sıcağı beynime zevkle yedim, yaralandım ve şimdi geri gidiyoruz. Ahşap at arabasına yeniden oturdum. Arabanın sesi çok uzun yollardan geldiğini anlatırcasına yılgındı. O yılgın sesten başka ses yoktu etrafta. Ne Gazi abi ne de ben bir kelime etmiştik gidip gelene kadar. Nasıl bir yalnızlıksa onunki de arabanın arkasındaki güçsüz bir nefesten medet umuyordu. Sokağa girince o sinsi kavaklar karşıladı bizi. Biz dediysem aynı arabanın iki ayrı ucundaki Gazi Abi ve beni. O önde yaşlı atının hemen ardında, ben arkada tekerin yanında ayaklarım usulsüzce sallanmış…

Sonra bir anda ismim sokakta çınladı, ben arkamı döndüm annemin koşarak bize yaklaştığını gördüm. Bir yanda Gazi abinin kırbacının sesi diğer yanda annemin sokağı inleten tiz sesi… Annem hem bağırıyor hem de ayakları önden fırlayacakmış gibi duran terlikleriyle bize yaklaşıyordu. Mesafe kısalıyor, yüzündeki anlamsız ifadede belirgin bir hâl almaya başlıyordu. Ama ben yine de annemin yüzünden geçen ifadeleri okumakta zorlanıyordum. Şah damarı nehirdeki balık kadar oynak görünüyordu.

Ağzından çıkan tükürükler eşliğinde önce bir, “Neredesin sen? Sen nereye, kiminle gittin bana sormadan?” çıktı. Sonra sağ avuç içiyle gönlüme geçmez bir iz bıraktı. Hâlâ neler olduğunu anlamamıştım. Kavaklar başka şeyler mi söylemişti acaba? Bu kadar sinir de neydi? Ne vardı Gazi abiyle kantara kadar gitmişsem. Sevgisini sakladığı gibi kaygısını da saklamıştı şimdiye kadar demek. 

Gazi abiye, “Sen kim oluyorsun da benim çocuğumu benden habersiz götürüyorsun, pis herif!” dedi. Kavaklar fısıldaşıyor, onların sesi midemi bulandırıyordu.  Hepsinin sözlerinde bıçakları vardı. Annemin o bıçakları sapladığı yerlerden benim çıkarmam imkansızdı. Koca kafam utançla bir top gibi önüme düştü. Top önümde, kavak sesleri kulağımda, parkta üzerime yapışan pas kokusu burnumda; buna kimler şahit oldu bilmek istemeden koşar adım eve yöneldim. Annem ise öfkesinin bir kısmını pervasızca sokağa, Gazi abinin evinin önüne fırlatıp bir kısmını da yanına alıp peşimden geldi.

Sanırım yoksul, kimsesiz, engelli, bakımsız birinin güvenilmez olabileceği düşüncesini ilk kez orada görüp ömrüm boyunca reddettim. Ve annemin öfkesinden o an korksam da sonrasında çok utandım. Bir daha ne Gazi abinin yüzüne bakabildim ne patlak karpuz yiyebildim. Mahcup olurum, yanlış bir şey yaparım kaygısıyla annemin eteklerinin altından da hiç ayrılamadım. Öfkenin her yere sevgiden önce gidebileceğini de böylelikle öğrenmiş oldum. Sonra yüzüme yüzüme fırlatılan öfkeleri hiç garipsemedim.

Şimdi kırklı yaşlarımın ortasında bir bankı bile ortalayıp oturma güvenine sahip olamadan ucundayım. Kavak sesleri kulağıma usulca yanaşınca gözümün önündeki tek resim; başını önüne eğmiş Gazi abi ile ne olduğunu anlamayıp henüz on yaşında, sırtına utancını yüklemiş, yere bunu çubukla çizen bir ben…

Sakladığım yeri asla hatırlamak istemediğim, kederi yüreğime yer etmiş o günü sana anlatınca hafiflerim diye düşündüm. Beni hoyrat bir makasla eski bir anımdan çekip çıkarırsın sandım. Gözlerimi araladığımda kulağımı tırmalayan kavak sesini duydum. Seni bulamayınca başka bir çizik daha eklendi anımın en yumuşak yerine, anamın bıçaklarıyla.


Ümit Yaban

1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page