Öykü- Ahmet Yılmaz- Seninle Birleşmemiz de Ayrılmamız da Denizden
- İshakEdebiyat
- 12 dakika önce
- 7 dakikada okunur
Fabrikadan kovuldum tazminatsız. Bacasından şehre sağanak sağanak zehir yağan derme çatma binaya veda ederken üzüleceğimi bilmezdim… Servis şoförü şikâyet etmiş. Kafasını kırmadığıma şükredeceğine... Kadınlara yaranmıştır şimdi. Sigarasını yaktığı o aile düşmanlarının hamisi, şekilsiz renksiz kahraman. Omurgasının yerini hayâsız fıkralarıyla ikame ediyor ve kadın cinsine müpteladır. Boyunca kızları var hadsizin, evine geç gitmeyi marifet diye anlatır durmadan. Ben onu bir gün tenhada kıstırırım, feleğini şaşırır ama neyse. Bire bin katıp anlatmış idareye. Kaba, saygısız, medeniyet tornasından geçmemiş bir herifim ben. Geri kafalıyım üstelik. Muhasebeci kızla tokalaşmadığımdan aşikâr olmuş yontulmamışlığım. Daha ilk günden. Garibim Sevtap, eli havada şaşkın, yerin dibine girmiş. Eteğini düzeltiyormuş beni her gördüğünde, başımı kaldırmadığım halde. Ne diye utandırıyormuşum, eziyormuşum sanki? Uykucuyum, ağırkanlıyım, sıkılmadan hemen her sabah işçileri serviste bekletiyorum, öyle mi? Akşamleyin paydos zili çalmadan makineleri durduruyorum, ceketimi omzumda sallandırıp kimselere görünmeyen şeytani bir gölge gibi turnikeden geçiyorum, ha? İftira iftiradır, doğruları söyleseydi yeminle zerre kadar gönül koymazdım. Olan bitene şahit olan üç beş gözü vicdanıyla baş başa kalmadan kendi tarafına çekmiştir o yılan. Bölüm şefi; Ayten ablaya sorsaydı ne kadar titiz çalıştığımı, laklaktan hazzetmediğimi, yemek ve çay paydoslarımı abdestle namazla geçirip vakitten çalmadığımı, işleri savsaklamadığımı. Yok, yormaz kafasını. Aşağıya doğru dikenleşen ağızlar yukarı çıktıkça yumuşar, üstlerinin karşısında düğmelerini iliklemekle kalmayıp çenelerini ne zaman sıkı tutacaklarını da iyi bilirler. Şefik Bey dedikleri teknisyen ödleğin tekidir, haram bilmeyen zararsız bir işçiyi arkasına alıp müdüre karşı savunmaya cesareti yetmez. Onun gözü kimdeydi, kimi kesiyordu benden kaçmadı. Adının zıttına, Şefik’te şefkatten merhametten eser yoktur. Adam harcamakta usta, dili çözülene balyozunu indirir. Hakkını arayanın biletini keser. Sırf çiçeği burnunda mühendis Sühulet hanıma yaranmak için kolları sıvamıştı, kulis yapıyordu, yediriyordu anlayacağınız. Tarık şoförü de onun yardakçısı. Nevra’yı da o doldurdu. Ortam vıcık vıcık olduysa onun eseridir, kahkahalardan geçilmeyen laubalilikte benim sağa sola koşturarak göze batacağım belliydi en başından. Sühulet’e bir kere selam verdim diye katıla katıla gülmüşlerdi. Kıskançlıktan çatladılar çünkü. O kolay lokma sandıkları kadın yüz vermedi hiçbirine, oltaya takılmadı, işret âlemlerine meze olmadı. Şefik’i çıldırttı hâliyle. Ciddiyetini bozmadan bana merhaba demesi kudurttu hepsini. Günahları boynuna.
Peder bey işsiz kaldığıma oh çekmeyerek şaşırttı beni doğrusu. Yiğidi öldürdü ama hakkını verdi kendince. Kötüyle kötü olunmaz dedi, ağzını açmadı bir daha. Annemin dediğine bakılırsa bir keresinde sabah namazına doğrulduğunda pencereden görmüş şu uğru kılıklı şoförü. Tipinde meymenet yok herifin demiş anneme; nursuz, uğursuz. Abdestini almış aşağı inmiş, minibüste oturan tiplere merak sarmış tabii. O vakit Nevra’yla duygusuz Duygu’yu görmüş. Biri Tarık’ın neredeyse ağzına düşecek, öbürü bacak bacak üstüne atmış sigarasını tüttürüyor. Babam bir lahavle çekmiş duysunlar diye, kafasını sallamış yürümüş. Bana Allah sabırlar versinmiş. Her akşam bir karış suratla eve döndüğümden zaten çakmış davayı, ters giden bir şeyler var. Ağzımı bıçak açmaz, sofrada elim tabağa varmaz. Pederim tarlada tapanda çalışmamış ama kırk yıl devlete memurluk etmiş, yaş haddinden emekliliğe sevk edilinceye kadar günübirlik tıraşından, kravatından taviz vermemiş. Gençliğinde kanun çalmış diye anlatırdı annem, sesi de kalbe işlermiş yani. Devlet televizyonuna çıkan kerli ferli sanatçılar gibi oturaklı söylermiş. O şekil. Neşeli, kalendermeşrep adamdan benim payıma hep hor hakir görülmek düştü; gülmedi, güldürmedi hiç. Okula kaydımı annem yapmıştır, toplantılara annem gitmiştir, dizim kanadıysa annem imdadıma koşmuş başımı okşamıştır. Evlen diyen annem, mürüvvetimi görmeye hevesli, askere gidip geldiğimle en çok iftihar eden annem olmuştur. Sühulet’ten bahsettiğimde o boynuma sarıldı, ağladı, avuçlarını semaya açarak duaya durdu. Sonunda Allah’ım, sonunda gerçekleşiyor muradım dedi. Şükür sanadır. İsmini boş ver, cismi nasıl diye çekti beni köşeye. Fısır fısır konuştuk günlerce, diz dize, ana oğul ne çok özlemişiz birbirimizi. Boyunu bosunu da sordu oturup kalmasını da. Bu yaşa kadar niye kocaya varmadığını. Kimlerdenmiş, ev işlerinden anlar mıymış? Huyunu suyunu. Yaşadığı muhiti. Aman gözü yükseklerdeyse uzak dur evladım. Yavaş atın çiftesi pek olur derler. Adına aldanma, sakinliğine kanma. Yok, göründüğü gibiyse yaşı geçkince de olsa öp başına koy. Ötesini kurcalama. Ömür bitiyor yavrum; hayat acımıyor, acıtıyor da. Öyle. Fena vuruyor, hele boş bulunduysa kişi. Derken saçıma sakalıma özen göstermeye başladım. Dağınıklığımın diyetini evvelinde sersem sepelek yatarak çekmiştim, kâfiydi başıma ördüğüm çoraplar. Odamı toparladım, kaç pazarım boyaya badanaya gitti. Dost meclisleri hangi mekâna akıyor, ülke gündeminin nabzı neresinden tutuluyor takip ettim. Takım elbiseme ütü yakıştı ama çabuk sıkıldım muhabbetin koyusundan. Dışarıda yemek içmekle para birikmezdi, haytalığın sırası değildi şimdi. Piyasa kurtlarına akıl danıştım, maaşımı alır almaz altına çevirdim. Cüzi miktarını cep harçlığı olarak kendime ayırdım. Harcadığım neydi ki. Bazı sağlam arkadaşlar hariç çevremi daralttım yavaş yavaş, yeni damat olma yolunda taviz vermek de lazımdı. Annem düğüne gelecek konu komşuyu haberdar ediyordu nasıl olsa. Bayır aşağı bodoslama iniyorduk hayırlısı. Otuzlarımda yüzüm gülüyordu, güneş odama vuruyordu, akşamları ay doğuyordu balkonumuza. Apartmanın görmüş geçirmiş kadınlarına taze bir mevzu doğmuştu.
İş yerinde çektiklerimi anlatsam dizi film sektöründe para etmez belki kavgasız, hırssız, entrikasız, cinayetsiz bir kesitten bahsediyorum. Kadınlar var, aşklar, yükselme arzusu. Aldatma yok. Tehdit de yok, kuvvetlinin zayıfı ezmesi değil yaşadığım irtifanın sebebi. Tarık’tan mı maaş alıyorum ki korkacağım ondan? Edebimden lafımı yuttum, sözde dostları gibi bacaklarına bakmadıysam duygusuz Duygu’nun. Gitti onlara güvendi, onlarla vakit geçirdiğinden onların düdüğünü öttürdü. Şefkatsiz Şefik’i kaç defa Sühulet’e yanaşırken yakaladım, yumruklarım sıkılıydı. Ya sabır çektim, işime baktım. Basbayağı kadına yazıyordu, masasına bir dal papatya bırakan ihtimal o idi. Yanımdan geçerken pis pis sırıtıyordu. Lavabodaydık, namaz vaktinin çıkmasına az kalmıştı. Ayaklarımı yıkıyordum. Tuvaletin kapısı açıkken ayakta idrarını yapmış, fermuarını arkamda kapatıyordu. Ellerini yıkamayıp tuvalet kâğıdıyla sildi. Medeniyet büyük nimetmiş! İkindiyi kılar kılmaz bilgisayarımın başına oturdum. Benimle uğraşmaya ant içmiş gibiydi Şefik, pis parmaklarını omzuma koydu. ‘Sana üzülüyorum be ortak’ diye fısıldadı kulağıma, ‘aç acına çalışıp heba ediyorsun kendini.’ Oyuna gelmeye niyetim yoktu, işitmemiş gibi davrandım. Aklı sıra inancımın beni dünya nimetlerinden uzaklaştırdığını ima ediyordu, ‘Yemez içmez melaike tayfasından mısın mübarek?’ Bitirdiğim evrakları dosyaladım, ekranda yeni bir klasör açtım. E-postalarımı kontrol ettim, gereksizleri sildim. Şefik, oralı olmadığımı anlayınca homurdanarak Nevra’nın masasına yöneldi. Sühulet’in öfkeyle paramparça edip havaya savurduğu papatya tanelerinin üstüne basa basa. Boru paça pantolonlu seni. Koca adam. Bana bakarak fısır fısır konuştular reklam uzmanıyla, ağız dolusu güldüler. Birazdan Sevtap kahve tepsisiyle çöktü mekâna. Konu ben miydim, o kadar ciddiye alıyorlar mıydı sahi beni? Derken Duygu da odasından başını uzattı. Bir mimik verse makyajı bozulacak, burnu Kaf Dağı’nda sokuldu yanlarına. Toplantı başlamış, yazıhanenin yükü bu zavallının omuzlarına kalmıştı. Ayten şefi arasa mıydım? Abla gel bak seninkilerin vaziyetine dese miydim acaba? Geçenlerde beni sana tevzirlemişler namazlarımı uzatıyorum diye, günde kaç defa abdest alıyormuşum sırf işten kaytarmak için. Sen biliyordun abla böbrek hastası olduğumu; ameliyattan çıktığım gün bile geldim çalışmaya, izin alıp yatarak kul hakkına girmekten korktuğumu.
Mazurdu, iki çocuğuna hem analık hem babalık ediyordu; akranlarından geri düşmesinler, kanatları körelmesin, tabanları taş toprak demeden koşmayı becersin diye. Ayten ablaya darılmadım. Evine taze ekmeğin helalini götürecek. Kapı kapı merhamet dilenmeyecek. Sokaklarda akşamları çantasında kelebekle. Şefik’in meydana saldığı pimi çekilmiş bomba beni her cepheden vurdu. Dostu düşmanı tecrübe etmenin tarifsizliği. Güvenme dağlara. Kuyruğu dik tutmayı bil. Resmen kuyunu kazmışlar. Ölüyüm çünkü. Mescide giriş çıkış saatlerime varıncaya kadar, öğlen yemekte olmayışımla çay bile içmeyen biri. Gözyaşı kurumamış Sevtap’ın, ne olacak Duygu’nun duyguları? Hiç ateş uzatmadım sigaralarına. Muzır şakalarına. Derleyip toplayıp yetiştirmişler müdüriyete. Önde servisçi Tarık. Müsamerenin başı. Her sabah asayiş uzmanı. Her akşam sahte sokulgan. Demiş ki: Sakalı da uzuyor, upuzun. Eklemişler, kadın korosu: Televizyonda gördüklerimize benziyor, dilimiz varmıyor fakat. Bize kötü kötü bakıyor. Uzaktan bile rüzgârı donduruyor, düşmanca hisleriyle ürperiyor kılık kıyafetimiz.
Sühulet’le sözlenmiştik kendi meşrebimizce, hafta sonu vardiyadan çıkınca onu balıkçıya götürmüştüm. Sandal usulü, fakirhane. Ekmek arası lafladık, gülmesini bastırıyordu dişlerindeki telleri göstermemek için. Gene de ufarak yanıp sönüyordu tavşan dişleri, pembe dili, ağzından nazla dökülen seslerdeki gizi. Adını babaannesi vermiş, bahtını annesi. Müteahhit Hilmi Bey’le ilkokul öğretmeni Müberra Hanım’ın kızı, üç çocuğun en büyüğü. Çocukluğu büyük şehirlerde geçmiş. Sıcağa alışan eli soğuk suyu bilmemiş. Roman okuyor, alışverişi seviyor. Benim gibi eli cebinde hayal kurmuyor. Balığın kılçıklarından rahatsız oldu, soğanı attı ekmeğin içinden. Sigara çıkardı çantasından, çakmak sordu. Benden fayda görmeyince yoldan birinin kibritiyle yaktı. Eridim. Gözlerim yandı. Üşüdüm de. Denizdendir dedim, seninle birleşmemiz de ayrılmamız da denizden. Korkutma beni diyerek sokuldu, içmediğini bilmiyordum. Herkes içer sanıyordum. Bırakırım istersen. Sen istersen kapanırım da. İşte o zaman ilk defa tepeden tırnağa süzdüm Sühulet’i. Başına çiçekli rengârenk bir eşarp bağladım, geniş bir manto giydirdim topuklarına kadar. Yakıştı yakışmasına. Peki ya istemezsem... Yani zaten öyle birdenbire… Şefik’le ne sebeple takıştınız diye söze girdi bir anda. Kıskandın mı beni? Ne münasebet dedim, alakası yok. Neyse ne dedim, bir hışım kalktım yerimden. Sehpa devrildi. Sühulet korktu, elini kalbine tuttu. Bileğine yapıştım, başını omzuma yasladı. Dün akşam servise binerken Şefik önüme dikilmiş; Sühulet’le samimiyetimi ima ederek ‘aferin sana, dünyayı da ahirete kimseye bırakmıyorsun’ diyerek canımı sıkmıştı. Terbiyeli konuş diye bağırdım, ne demek o? Elleri cebindeydi, kızlar etrafına doluştular hemen. Beni çıldırtmaya niyetliydi, yumuşak karnıma dokunmuştu. Tam minibüse biniyordum ki bu sefer de Tarık’a yakalandım. Erkek adam dövüşten kaçar mı hocam, demez mi bir de sırıtarak? Hurralar, alkışlar. Sizin eğlencenize meze olmam ben. Soytarı arıyorsanız aynaya bakın dememle kudurdu Şefik. Üstüme yürüdü. Ya o vuracak ya ben. Saat akşamın sekizi. Hava ayaza kesmiş. İpsiz sapsız değilim, ailem meraklanacak. Baktım küfrediyor, daldım herife. Kadınlar çığlığı bastılar tabii. Üstte ben olunca bahisler değişti. Tarık araya giriyor, tekmeyi yiyip geri basıyor. Nevra’yı hıçkırık tuttu, Duygu duygulandı, Sevtap arabaya koştu. Allah’tan içeriden Sühulet yetişti de sulh oldu, Şefik kan tükürerek arabasına bindi gitti. Kavga bitti. Sisler, dumanlar dağıldı.
Kendi elimle tongaya düşmüş, idam fermanımı hazırlamıştım. Muhasebeden çağırdılar hafta başında. İçeride kalan hesabımı kapattılar. Sevtapcığım pek etkilenmişe benziyordu. Abi seni özleyeceğiz be, diye bir şeyler geveledi. Ben sizi asla… diyemedim, yakışık almazdı. İyi adamsın sen, buraların insanı değilsin. Hep öyle söylerler. Söylerler. Meğer bu Şefik denen münasebetsiz, tövbe tövbe, sana da mı? Sevtap iki gözü iki çeşme anlattı olan biteni. Beyefendinin arkası sağlam olmasaydı. Daha neler…
Sühulet duyar duymaz istifayı basmış peşimden. Hakikatli kızmış. Şefik’e de basmış kalayı, gebertirim seni demiş, tepenize yıkarım burayı!
Bizim civarda dolaştığını görmüşler. Beni mi arıyordu? Bir gece nezarette yattıktan sonra artık insan içine çıkamaz olmuştum. Saçım sakalım birbirine karışmış, gözlerim çukura kaçmış. Akıl bulunmaz nimetti cidden. Odamın kapısını vuruyor annem, Sühulet ismi çınlıyor kulağımda. Binanın merdivenlerinden üçer beşer indim sokağa. Köşede durmuş hayretler içinde. Ömrümde ilk ve tek tokalaşmam onunlaydı, ötesi nasip ise nikâha. Otobüs durağına kadar eşlik ettim ona, nasılım iyiyim. Geçiyor mu zaman, hem de nasıl, gâvur gibi. Havlıyor İstanbul’u mesken tutmuş soğuklar, ısırıyor yakaladığını. Sühulet’i aldım o cehennemde yine sahile indirdim. Adalar sisin arkasından sayıklıyordu, suların nabzı düşmüş, biz bir tuhaf…
Yeni bir iş ayarladım diye müjdeyi verdi sonra. Dudakları mosmor, üşümüş. Kalk gidelim, yolda anlat dedim. Beni yürütmeye niyetin varsa… Taksi çevirdim. Güzergâhı merak eden şoföre dedim sür sürebildiğin kadar, yeter ki denizler aksın yanımızdan, palmiyeler koşsun peşimiz sıra, ışık selinde yüzelim. Sühulet hâlinden memnundu, sıcağı görünce çözüldü dili. Sana bahsetmeye vakit olmadı, babamın küçüğü Murat amcama ait bir konserve fabrikası var. Evvelde çağırmıştı ama söz olmasın, torpil demesinler diye reddetmiştim. Babamı arayıp rica etmiş, birkaç gün denemekle ne kaybeder ki? Tembellik ederse acımam atarım demiş tabii.
Hayırlı olsun sevgilim. Pazartesiye bir görüşmem var benim de. Maaşı dolgun, sigorta, yol parası, yemek. Güvenlik işi. Orta halli bir otel. Kapıda değil odada, bilgisayar başında. Biraz birikim yaparım, yorulmam da. Ortam nezih, giren çıkan belli sonuçta. İyi o zaman, dedi Sühulet, bak o çok mühim. Şefik’i ve çetesini hatırlamıştı, beraber güldük. Üsküdar’a kadar, gerisin geri Tuzla’ya kadar katıla katıla hem de. Biz güldükçe taksimetre coşuyordu, şoför ne yapsın o da kahkahalara boğuldu. Cüzdanımızda yeterli miktarda para olmadığını bilmiyordu Allah’tan.
Ahmet Yılmaz
Kommentare