top of page

Öykü- Özlem Oral Gürdal- Yansıma

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 3 gün önce
  • 7 dakikada okunur

Kolundaki saate baka baka hızlı adımlarla yürüyordu. Bacaklarına dur demek geçse de içinden, şimdi yavaşlamanın hiç sırası değildi. Hava, her an bozdu bozacak, tüm gücüyle indirecekti yükünü. Fönlü saçları berbat olmasın diye dükkân tentelerinin altından yürüyordu. Yetişmesi gereken toplantıyı düşününce bir gayret yüklendi siyah ayakkabılarına. Kendini iyi ve güçlü hissettiren o yüksek topuklulara. Her gün, her gün ayaklarına söz geçiremese de iş yeriyle durak arası çok yok diyerek kendini rahatlatmaya çalıştı.


“Biraz kilo mu aldın sen kuzum?” sorusuyla irkildi. Karşısında uzun zamandır görmediği eski iş arkadaşı Şebnem duruyordu.

Yanak yanağa öpüştükten sonra, “Görüşemiyoruz ne zamandır,” dedi Şebnem.

“A evet işler yoğun, biliyorsun bizim iş yerini.”

“E aramıyorsun da yahu!”

“Geç çıkıyorum fırsat mı var.”

“Daha ne kadar kalacaksın orada? Seneler oldu ayol! Evlen de öyle ayrıl bari.”

“Ya işte… Bakalım kısmet…”

Şebnem ardı ardına sorular soruyor birinin cevabını almadan diğerine geçiyordu. “Aynı müdürün kaprislerini çekmekten usanmadın mı? Napıyor o? Hâlâ aynı de mi? Yok yok değişmez!” Neyse ki arkadaşı, yolun diğer karşısında kendisini bekleyen birini gördü. “Bi alo dersin, ara bak.” dedikten sonra uzaklaştı.

Serpil yoluna devam ederken arkadaşının söylediklerini kafasında döndürüp durmaya başladı. Daha birkaç adım atmıştı ki topuğu parke taşlarının arasına girdi, ayağı bir anda burkuldu. Tüh kahretsin ya! Hep şu Şebnem yüzünden. Nereden çıktı karşıma sabah sabah. Yolun kenarından dikkatli adımlarla ilerledi. Toplantıya geç kalmasam bari, bu ayakla nasıl hızlanıcam ben şimdi? Yanından geçen aracın su sıçratmasıyla üstü başı ıslandı. Allah kahretsin! Bir bu eksikti. Gözlerine dolan yaşa hâkim oldu. Her şey iyi olacak, devam et Serpil.

Kırık topuğuna ve ıslak kıyafetine rağmen iş yerine varabildi. “Günaydın.” Güvenlik görevlisine karşılık vermeden geçip gitti. Merdivenlerden ağır aksak çıkarken adamın cevapsız kalan günaydını uzadıkça uzadı Serpil’in kulaklarında. Kendini zor attı masasına. Çantasını dolaba koyduğu gibi ekranını açtı. Bir eli telefonda, “Zeynep Hanım günaydın, ayağım fena burkuldu gelirken. Buz alabilir miyim? Salı toplantısı başlamadan da kahve içsem iyi olacak.” “Geçmiş olsun Serpil Hanım, hazırlayıp getiriyorum hemen.” “Sağ ol,” der demez soluksuz kaldığını fark etti. Bir iç çekti. Bir yandan zonklayan bileğini ovalıyor, bir yandan da hiç geçmeyen günlerin yorgunluğu tepeden tırnağına hücum ediyordu. Kendini sandalyesine bırakıverdi. Gözleri ezbere bildiği tavanla karşılaştı. Beş on saniye kadar öylece durdu. Tam bir derin oh çekerek yaslanmıştı ki telefon zır zır çalmaya başladı. On dakika sonra başlayacak toplantının notları toparlanmalı, bugünkü ziyaretler teyit edilmeli, cuma günü çıkarılan firmaların raporları, müdüre hazır hale getirilmeliydi. Bitmek bilmeyen işler... Kimin için, ne için? Hoş yine beğenmeyecek, vıdı vıdı edecek; illa eleştirecek, onu ortalık yerde gömecek bir şeyler bulacaktı müdürü. Dost görünüp, kuyusunu kazan çekemeyenleri de mutlu edecekti. Sigara molalarının uzunluğuna takmıştı bir kere. Bir nefeslik rahatlamaya bile tahammülü yoktu.


“Hep aynı ebelemeler. Yeter artık!” diyerek bilgisayar ekranını çaat diye kapatıverdi. Eğilip ayağına buz tutmaya çalışırken masasının yanından geçen Mine Hanım’ın kendisine baktığını gördü. Soğuk bakışmalar dalgalandı bir anda. Kim bilir neler geveledi dün akşam o odada? Çekmeceyi hızlıca açıp çıkardığı mendille eteğine sıçrayan çamurları temizlemeye girişti. Üstüne bastırdıkça leke daha da yayıldı. Ne hale geldi etek. Bu şekilde girilir mi toplantıya. Belli oluyor mu, diye bakmak için ayağa kalktı, ıslanan çorabını çekiştirdi. Olan bitene içerleyerek dudaklarını ısırdı. Yayılan lekeyi gizlemek için eteğini biraz yana çeviriverdi. Yok, böyle hiç olmadı. Kontrolsüz attığı tekmeyle sandalye kendi etrafında döndü. Şimdi ayağı da ağrıyordu. Nasıl geçecek bugün böyle! Yüzü kızarmış bir hâlde masasına tekrar oturup bilgisayarını açtı, hazırlıklarını tamamladı. İçli dışlı olduğu ajandası ve dosyasını masadan alıp, gri dar eteğini çekiştire çekiştire toplantı odasına yürüdü.


Yorucu ve stresli geçen bir günü ardında bırakıp akşam karanlığında eve geldi. Öylesine yorgundu ki, bir an evvel uyumak istiyordu. Hiç mutfağa uğramadan odasına geçti. Güm diye kapanan kapının camları yerinden oynadı. Mutfakta hesap kitap yapan annesi, elinde borç defteriyle arkasından koştu geldi. Aniden kapıyı açtı.

“Hayrola bu halin ne kızım? Son günlerde sende bir haller var ama…”

“Görmüyor musun halimi.” Gözleri doldu. “Zor bir gündü benim için, biraz yalnız kalmak istemiş olamaz mıyım?” Gözlerinde biriken yaşı daha fazla tutamadı. Kıyafetlerini çıkarmaya başladı. Çorabının arkasının boydan boya kaçtığını gördü. “Bütün gün böyle mi dolandım?” Annesi sessizce yatağının ucuna oturmuş, elindeki defteri de göstererek zayıflayan sesiyle, “Bak sana ne diyeceğim, bu ayın faturalarını da yatırsan… Kardeşine çok para gitti. Baban düşünüp duruyor, verdikleri üç kuruş maaşla işin içinden nasıl çıkarım, diye. Kendi kendine yeriniyor, kardeşin de bir yandan… Ha ne dersin? Soluğunu genişletmiş oluruz biraz.” Serpil önce duraksadı. “Sabah, konuşalım ne olur, biraz da beni düşün,” deyince annesinin ses tonu da sertleşti. “Baban sabahtan gece yarılarına kadar çalışıyor. Bu evde kimse keyfinden bir şey istemiyor!” dedikten sonra çıktı odadan.


Serpil, yatağa uzanıp, Şebnem’in söylediklerini, gergin geçen toplantıyı, öğleden sonra görevi olmadığı halde üstüne kalan işleri düşündü. Başucunda bir gece önceden kalan tozlanmış sudan birkaç yudum aldı. Geçirdiği kötü gün gözlerinin önünden geçince biraz rahatlamak için komodinin üstünde duran, son günlerde okuduğu Edna St. Vincent Millay’ın Seyahati kitabını eline aldı. Bir dizeye takılı kalmıştı. “Binmeyeceğim bir tren yoktur, her nereye gidiyorsa gitsin.” Arada düş kurmak ona iyi geliyordu. Yitirdiği sevdaların gönlüne bir mühür gibi iz bırakmış olmasına da hayıflanıyor, yaşı da geçiyordu. Ellerinin arasında kitap, düşüne düşüne uyuyakaldı.



Sabah her zamanki gibi hiçbir şey olmamış, dün çıldıran o değilmiş gibi usulca kalktı yatağından. Banyoya gidip elini yüzünü yıkadı, şöyle bir aynaya baktı. Aynaya yapıştıkça yapıştı. Kurumuş yüzünde derinleşen çizgilerine takıldı gözleri. Dişleri sigara ve kahveden sararmıştı; ne kadar fırçalarsa fırçalasın bir türlü beyazlamıyorlardı. Gün içinde bir boşluk yaratıp göz doktoruna da gitmeliyim. En son ne zaman gittim hatırlamıyorum ki. Bir yılı geçeli çok oldu. Nasıl olacak ki? Bu ayın bütçesini de bir hayli aştım. Bu gidişle bir sonraki, hatta belki ondan sonraki aya kalacaktı. Hoş, iş yerinde masasına bırakacak kimse olmadığından bir saat geç kalsa kıyamet kopuyordu zaten. Beni idare edecek bir Allah’ın kulu yok. Bırak idare etmeyi, herkes birbirinin kuyusunu kazıyordu.


Kahvaltı yapmak istemediğinden sürüklenircesine mutfağa gitti. Ayaküstü birkaç lokma atıştırıp çayını içti. Balkonda çamaşır seren annesi onu görür görmez kapıdan kafasını uzatıp, “Kızım akşam söylediklerimi unutmadın de mi, bak baban daha gün doğmadan düştü yollara.” “Tamam tamam,” dedi Serpil. Gözü pencerenin ardındaki gökyüzüne doğru kaydı. Uçsuz bucaksız bir boşluk… Bir an rahatladığını hissetti. “Bugün halledersin o zaman.” Annesinin sözleriyle ferahlığı bir toz zerresi gibi dağıldı.


Ağzında lokmayla hızlıca giyindi. Geçen sene içine rahatlıkla girdiği pantolonun düğmesini zorla ilikledi. Kıyafetine uygun ayakkabı seçmek için vestiyere bakındı, ama bulamadı. Keşke o gün mağazada gördüğüm modeli alabilseydim. Dudağını bükerek hayıflandı. Eğilip ayakkabısını giyeyim derken pantolonun düğmesi koptu. Of, değiştiremem şimdi zaman yok, bugün de bunu mu düşüncem, dün sabah Şebnem söylediklerinde ne kadar haklıymış bak. Kopan düğmeyi aramaya zahmet etmedi. Her şey inceldiği yerden kopuyordu işte. Vestiyerin önünde duran anahtarlarını şangır şungur çantasına fırlattı. Tüm nesneler, varlıklar üzerine geliyordu sanki. Bu şehir, bu eşyalar, bu caddeler, bu mahalle, bu iş yeri…


İş yerinin yolunu tuttu. Ne var ki duraklar yine dolup taşmış, otobüsler kalabalıktan insan alamayacak vaziyetteydi. Metroda eve biraz uzaktı ama en iyisi onunla gitmekti. Dolu otobüse binmeye çalışan insanlarla yarışmaktan, tıklım tıkış otobüsün içinde dip dibe olmaktan yılmıştı. Türlü kokular yayan nefesleri hissetmek istemiyordu. İnsanlardan nefret eder hale gelmişti. Yüreği herkesle mi kavgalı olur bir insanın ya. Tüm bunlardan kopup gitmek ne iyi olurdu. Yürürken bir an gökyüzüne bakıp bu göğün altında yaşananlar hep aynı diye düşündü. Aynı işler, durakta aynı yüzler, görevler, bocalamalar, ikilemler, yitik sevdalar, köklenememek, kendini bir yere ait hissedememek… Başka yerlerde başka hayatların olması pekâlâ mümkündü. Gözyaşları hazır bekliyordu akmak için!


Metro merdivenlerini hızlıca indi. Gişelerde aynı kalabalık, metronun değişmeyen o nem kokusu… İnsan yığınını yara yara ilerledi. Kimseye değmemeye çalışıyordu. Tam kapı kapanacaktı ki vagondan içeriye attı kendini. Tutuna tutuna koridora kadar ilerledi. Birkaç durak sonra kendini boş bir koltuğa atınca gülümsedi. Sevindiğim şeye bak! Metro camının ardındaki karanlığa bakarken dalmıştı. Saatin hep aynı zamanda çalması, ona ayrılan sabah akşam koşturmacaları, çarçabuk yapılan kahvaltılar, masada geçen rutin anlar, aynı saatte çıkılan öğle yemekleri, aynı konuşmalar, aynı mekânlar, faturalara yetişme çabası, mesai arkadaşları arasında bitmek bilmez kulisleri, kahve ve sigara molaları, işyerinde evde düzenli olma hali, bir türlü memnun olmayan birilerinin gözüne girme gayreti, hafta sonu temizliği, akraba ziyaretleri, birbirini takip eden sabahlar geceler… Geçip gitti hızlıca zihninden. Tek yaptığı sekiz buçukta işe başlayıp akşam karanlığına kadar çalışmaktı. Şu ana kadar kendim için ne yaptım ki? İneceği durağa yaklaşmak üzere olan metronun kapısına yanaştı. Camdaki yansımasına baktı. Kendini gördü. Bu hali bir çığlıktı ona göre! Görüntü donmuştu sanki. Hayatın durgunluğu ve rutini üzerine çöreklenmişti bir kere. Hızlı ve acele yaşanan bir hayatın içinde bir tek o sabit kalmıştı. Hâlbuki dış dünya hızla akıyordu. Tüneller, ışıklar, istasyonlar… Zamanı keşke geri alabilsem. Belki daha farklı başlardım her şeye. Başını önüne eğdi. Bir derin iç çekti. Omuzlarında kurşun gibi duran ağırlığın haykırışıydı ömründen geçip giden zamanlar.


Ruhunun adımları da işe giderkenki adımları gibiydi, bir yere yetişecekti. Nereye? İçinde bulmaya çalıştığı bir eşik vardı, geçmesi gereken, bir yol vardı dur duraksız, rotası belli olmayan! Onu uzaklara taşıyacak… Bir tren belki de… O trenin düdüğü hiç çalmayacak, aralıksız gidecekti. “Beni içimdeki yolculuklara taşıyacak ve bu yolculukta duraklar olmayacak.” cümlesini hatırladı.


Ardına bakmadan yaşamını sıfırlamanın ona iyi geleceğini hissettirse de nasıl olacaktı. Koca bir yaşamı, koca bir şehri ve anne babasını bırakmak bu kadar da kötü olmamalı, diye düşünmeden edemedi. Serpil’in içindeki müziğin ritmi değişmek zorundaydı. Esen rüzgâr, onu oradan alıp bambaşka bir yere koyacaktı belki de! Birkaç adım daha atarsa her şeyin yine aynı olacağını biliyordu. Tam iş yerine varmak üzereydi ki… Şimdi değilse ya ne zaman? İşte tam o anda içindeki sese kulak verdi. Yönünü bir anda değiştirip adımlarını hızlandırdı. Bir solukta tren garının önünde buldu kendini. Nefes nefeseydi. Önce telefonunu kapadı. İstasyonda bir ileri iki geri gitti, dolandı durdu. Sonra bilet gişesinin önünde kalsam mı gitsem mi diye düşündü. En azından sadece birkaç gün… Uzaklaşmalıyım. Kalırsam yine aynı hengâmenin içinde boğuşacağım. Tarifelere bakındı. Arkadan birileri geldikçe onlara sırasını verdi. Gişe memuruyla kısa bir süre bakıştı. Parayı uzatırken elleri titriyordu. En yakın kalkış saatine bilet aldı sonunda.


Elinde biletle garın yüksek tavanlarına bakıyor, etraftaki insanları izliyordu. Gözünü saatten ayırmadı. Bekleme bölümünde gazete okuyan yaşlılar, simit yiyen küçük çocuklar, bavullarını üst üste yığmış potinli bir genç, yetişmek için koşuşturanlar, ayaklarını banka uzatmış yaşlı teyze, şamataları yükselen bir grup öğrenci, eli kolu dolu şişmanca bir adam… Hepsi bekliyordu.


Tren yanaşıp kapılar açıldığında vagona geçip derin bir nefes aldı. İlk defa kendini bu kadar hafiflemiş hissediyordu. Yerine oturdu. Hiç düşünmeden, önce topukluları çıkardı. Ardında bıraktığı yaşamın tüm karmaşası, tren düdüğünün çalan tiz sesiyle zayıfladı, ufalanarak rayların üzerinde yankılanan tıkırtıya karıştı.


Özlem Oral Gürdal

Comments


bottom of page