Gecenin son saatleri… Mezarlık baştan aşağı buz tutmuş. Mezar taşları birer buz kalıbı gibi duruyor ölülerin başlarında. Cehennem ateşi dolsa bu mezarlara, yine ısıtamaz buraları gibime geliyor. Dondurucu soğuk canımı yakıyor, rüzgâr jilet yaprakları gibi yüzümü kesiyor. Hoşlanıyorum bundan. Parçalanmak istiyorum. Dilim dilim kesilmek, dağılıp yok olmak mezarlığın karanlığında.
Çiğ, beyaz bir ışık bana doğru yaklaşıyor. Işık gittikçe büyüyor, arkasındaki ise gittikçe kararıyor. Nihayet dibime kadar geliyor. Işık o kadar parlak ki her yeri bembeyaz görüyorum. Gözlerimin yandığını fark edecek oluyor ki ışığın ardındaki, elindeki feneri yere doğru tutuyor. Kocaman, belki yarım metre, gümüş rengi, antika bir el feneri…
“Hemşerim yasak, hemşerim.”
“Ne yasak?”
“Burada böylece durmak yasak.”
Eski, kirli üniformasında belediye logosu var. Yüzü korkunç; yuvalarına kaçmış gözleri şaşı ve çapaklı. Çenesine tutunabilmeyi başarmış tek tük dişleri birer mezar taşı gibi; kocaman ve sapsarı. Yüzünün her yeri eğri büğrü, kalın gri kıllarla kaplı. Ağzından çıkan buhar bile ondan kaçıyormuşçasına yükseliyor göğe:
“Hemşerim yasak, yani demem o ki burada durmak yasak.”
Anladık yasak. Başka kelime bilmez mi bu adam? Doğruluyorum, tüm vücudumun kaskatı kesildiğini fark ediyorum. Belimden ince bir sızı geçiyor. Büyükşehir Belediyesi Asri Mezarlığı’ndan çıkıyorum. Asri ne demekse artık? Gecenin son saatleri… Rastgele bir sokağa sapıyorum. Kemikleri sırtlarından çıkacakmış gibi duran birkaç sokak köpeği bana hırlıyor. Atlayın ulan üstüme, parçalayın beni, yiyin be yiyin. Her şeye öfkeliyim. Köpeklere, o aptal bekçiye, kendime, bu şehre, her şeye!
Sokak bitiyor, başka bir sokağa dalıyorum. Adamın teki bir evin duvarına işiyor. Öfkemi ondan çıkarmak istiyorum.
“Öküz, ulan öküz!”
“Ne diyorsun sen be?”
Zil zurna sarhoş, felaket kokuyor. Bekçininki kadar olmasa da bunun da yüzü berbat hâlde.
“Hemşerim yasak, hemşerim.”
“Yasak mı?”
“Evet burada öylece durmak hele ki evlerin duvarın işemek yasak.”
“Ne diyorsun?”
“Hemşerim yasak, yani demem o ki burada durmak yasak.”
“Ulan belanı mı arıyorsun?”
“Evet hemşerim, evet.”
“Dalga mı geçiyorsun?”
“Doğrudur.”
Bana doğru yalpalayarak geliyor, üçüncü adımı atmasıyla yere kapaklanması bir oluyor. Belamı bile bulamıyorum. İki elimle yüzümü paralarcasına ovuşturuyorum. Ben dışarı niye çıktım? Belki ölürüm diye. Ne o, evde ölünmüyor mu? Ölünür canım ama dışarıda ölmekle bir mi? Dışarıda ölmenin daha trajik bir havası var. Nasıl olacaksa olacak ama ben bu gece mutlaka dışarıda öleceğim. Mehtapların evinin önüne doğru yürüyorum. Evlerin duvarlarında sloganlar, afişler, bildiriler; her biri bir diğerinin karşıtı. Dünyayı siz mi kurtaracaksınız? Asıl önce kendinizden kurtarın be dünyayı! İçimde cılız sevinç ışığı yanıyor. Oh be dünya size kalıyor, ne halt yerseniz yiyin bu bok püsür dünyayla! Mehtapların evi üç katlı, müstakil bir ev. İlk katı boş. İkincisinde akrabaları kalıyor, kirayla canım. En üstte onlar var. Sokağa bakan odalarında ışık açık. Bacaları tütüyor. Tıpkı çocukken çizdiğimiz aptal resimlerdeki evlere benziyor. Bir ırmağı eksik iki dağın ortasından akan, bir de gülen bir güneşi. Fakat fazlalığı var bu resmin; ben. Korkma Mehtap Hanım, siliyorum kendimi bu resimden de. Başka bir sokağa sapıyorum. Açık bir tekel bayisine rastlıyorum. Bak burada ölünebilir. İçeriye giriyorum. İçeride izbandut gibi iki herif var. Oturmuş rakı içiyorlar. Birinin yüzünde uzun ve derin bir yara izi var.
“Yasak hemşerim yasak?”
“Sarhoş mu lan bu?”
“Bu saatte alkollü içki satışı yasak.”
Yaralı yüzlü herif basıyor kahkahayı. Gel bir bardak da bizden iç. Kafan kıyak senin anlaşılan.
“Yani demem o ki…”
“Gel, gel bezme revnak ver.”
Bezme revnak ne be? Herifçioğluna bak Türk Sanat Müziği korosundan sesleniyor sanki. Meyhanelere gide gele öğrenmiş olmalı. Verelim bakalım revnak. Hiç bozuntuya vermeden içki sofralarına katılıyorum.
“Versene bir bardak Necip. Şalgam mı su mu?”
“Şalgam da su da!”
Yaralıyüz –ona içimden bu ismi taktım- öncekinden daha gürültülü bir kahkahayla höykürüyor.
“Yaşa be ulan yaşa! Şalgam da sana, su da sana. At da sana avrat da sana!”
İkisi birden kahkahaya boğuluyor. Diğerine de bir isim takıyorum. Süpürgebıyık. Gerçekten de süpürge çalısı gibi bıyıkları var. Yüzünün derisi buruş buruş. Şu cins köpeklerine benziyor, neydi ya? Pub muydu pug muydu, ne haltsa. Kadehime duble koyuyorlar, üstüne buz, üstüne su. Yanına da yine buzlu bir kadeh şalgam.
“Halis Adana şalgamı hemşerim.”
“Yasak hemşerim yasak.”
“Altımıza sıçtıracaksın köpoğlu güldürmekten. Al şu halis Adıyaman cigarasını da tellendir bir yol. Adın ne hele?”
Adana, Adıyaman… Ben de halis dünyasızım. Feleksizim. Yurtsuzum ulan en halisinden! Evsizim, barksızım, dostsuzum, yârsizim, her boksuzum! Bana bir köy delisine davranır gibi davranıyorlar. Hoşuma gidiyor. Deli olmak öyle fena bir şey olmasa gerek.
“Adın ne dedik be!”
“Adım da yasak hemşerim.”
“Cıvıttın iyice ha! Her şeye de yasak. Allah misafiri dedik, adam yerine koyduk, soframıza çağırdık. Bizimle dalga mı geçiyorsun lan it?”
“Sizin sokağın itleri de zayıf baya.”
“Ulan!”
Yaralıyüz sofrayı bir hamlede yere devirip bana okkalı bir tokat indiriyor. Çenem çatlıyor sanki. Süpürgebıyık’ın umurunda değil. Elinde kalan kadehten içmeye devam ediyor. Hatta yüzünde hoş bir gülümseme var. Bir tekme de karnıma iniyor. İçtiğim rakı ağzımdan burnumdan akıyor. Ensemden tutup bir köpek yavrusu gibi beni sokağa atıyor.
“Siktir git lan buradan! Hemşerimmiş! Allah’ın belası!”
Yere kapaklanıyorum. Ellerimi yerden hemen çekmesem donup yere yapışacak. Toparlanıp kalkıyorum. Rakı yüzümde donmuş. Kalktığım yöne doğru yürüyorum. Biraz ileride bir polis arabası duruyor. İçinden bir polis memuru çıkıp eliyle bana ‘’gel’’ yapıyor.
“Kimlik!”
“Kimliksizim ben memur bey”
“Kimlik numaranı söyle o halde”
Söylüyorum. Nezarethaneye düşmeye hiç niyetim yok. Sabıkam yok.
“Suratına ne oldu?”
“Düştüm memur bey, ben hep düşerim”
“Sarhoş musun? Üfle şuna”
Üflüyorum. Düşük promil. Polis bana inceleyen gözlerle bakıyor. Arabadaki arkadaşını çağırıyor. İkisi birden incelemeye başlıyor beni.
“Kaldır ellerini, arabaya dön yüzünü, ellerini arabanın tavanına koy”
Üstümü arıyorlar. Mehtap’ın bana hediye ettiği kan dolu kolye ucunu buluyorlar. Aptal hemşire işte. Kanını bir tüpe doldurmuş, güya romantik bir hediye yapmıştı bana.
“Bu ne bu?”
“Hediye. Kan”
“Kandan hediye mi olur?”
“Candan bir hediye. Sevgilim hemşire benim. Böyle bir şey yapmış işte”
“Ergen misiniz nesiniz oğlum ya. Git evine, başını belaya sokma. Ayrıca kimliksiz gezmek yasak”
“Yasak hemşerim yasak”
“Aynen öyle aferin. Hadi yaylan”
Rotasız yürüyorum yine. Yüksekçe bir tepede kurulmuş bir gecekondu mahallesine varıyorum. Buradan şehrin ışıkları görülüyor; ipil ipil. Köpek havlamaları, siren sesleri, belli belirsiz insan gürültüsü. Ulan nasıl bir hengamedeyiz biz? Kanlı tüpü yere çalıyorum. Kan kısa sürede donuyor. İşte benim de kanım damarımda böyle donmuştu, Mehtap’ı o akşam öyle görünce. Nasıl mı? Nasılsa nasıl! Sabah ezanı okunuyor. Evlerin birinden kırk kat giyinmiş, takkeli, seksenlik bir ihtiyar çıkıyor. Beni görünce duraksıyor.
“Tövbe tövbe, tövbe estağfurullah!”
“Ne oldu hemşerim, zındık mı gördün?”
“Tövbe estağfurullah, tövbe tövbe”
“Hacı dayı hayırdır?”
Adam yüzünü yere çevirip, usul usul yürüyor. Yürürken de habire estağfurullah diyor. Kimin günahlarına bu tövbeler? Benim mi kendisinin mi? Arkasından yetişip kolunu tutuyorum.
“Hacı dayı, bu tövbeler sana mı bana mı?”
“Tövbe tövbe…”
“Başka bir şey bilmez misin sen?”
“Yavrum bırak da yoluma gideyim”
“Yasak hemşerim yasak”
“Ne yasak evladım?”
“Herhangi bir şeyin yolunda gitmesi. Sen bir şeyin yolunda gittiğini gördün mü? Göremezsin. Çünkü her şey tepetaklak olmaya mecburdur.”
“Değildir. İman üzre yürürsen tepetaklak olmazsın.”
“İman üzre neresi?”
“Tövbe tövbe… Bırak da yoluma… Bırak da gideyim, ben hasta ve alil bir yaşlıyım. Bende para filan da yok. Haydi evladım sen de yoluna git.”
Ulan ben yolu olan birine mi benziyorum? Adamı bırakıyorum. Bir sokak lambasının altına geçip oturuyorum. İşte buracıkta donup kalabilirim. Donmayı bekliyorum. Donup ölmeyi. Neydi o hiper? Hiper bir şey… Yaklaşık bir saat sonra bir çöp kamyonu geliyor. Kamyondan iki temizlik görevlisi iniyor. Eskiden çöpçü derlerdik onlara. Ama artık yasak. Yasak hemşerim yasak. Sen kim oluyorsun da belediyenin güzide bir işçisini çöpçü diye tanımlıyorsun? Çöp konteynırlarından birini kamyona doğru sürüklerlerken beni görüyorlar. Acıyan gözlerle beni süzüyorlar. Konteynırı baş aşağı kamyonun arkasına yuvarlayıp çöpü döktükten sonra ikisi de yanıma geliyor.
“Abi, ne arıyorsun burada?”
“Ölümü.”
“Kimin ölüsünü?”
“Ölüyü değil, ölümü.”
“Ölüm beklemekle gelecek şey mi be?”
“Bazen gelir.”
“Bazen de gelmez. Donacaksın burada. Gel san bir çorba içirelim. Biz de acıktık doğrusu.”
Bir şey demeden kalkıyorum. İşçilerden biri kamyonun arkasına tutunuyor. Ben şoförün yanına oturuyorum. Benim yanımda da diğer işçi. Şoför hiçbir şey demeden hatta bana göz ucuyla olsun bir kez bakmadan kamyonu çalıştırıyor. ‘’Şefik Baba’nın Yeri’’ diye bir lokantanın önünde iniyoruz. Ulan Şefik Baba’nın bile bu dünyada bir yeri var da benim yok. Lokantada Yaralıyüz ile Süpürgebıyık’ı görüyorum. Yumulmuşlar çorba taslarına höpürdete höpürdete içiyorlar.
“Ulan ne belaydı be? Hemşerim memşerim. Deli miydi sarhoş muydu, mahsusçuktan mı yapıyordu anlamadım.”
Sayın güzide temizlik yetkililerini bırakıp onların masalarına gidiyorum. Beni karşısında dikilip durur gören Yaralıyüz’ün yüzü kıpkırmızı oluyor, yarası daha da belirginleşiyor, boyun damarları şiştikçe şişiyor. Onun bu hâlini gören Süpürgebıyık çok fena şeyler olacağını anlıyor. Telaşla ayağa kalkıyor. Yaralıyüz gözlerimin ta içine, gözlerimin arkasına, beynimin ortasına bakıyor.
“Ne işin var lan burada it?”
“Yasak mı hemşerim?”
“Lan sen bizimle taşak mı geçiyorsun Allahsız!”
Cebinden çıkardığı bir bıçağı mideme doğru saplıyor. Önce metalik bir serinlik sonra keskin bir sıcaklık ve nihayet dolu dolu bir yangın hissediyorum karnımda. Bir daha saplıyor, bir daha, bir daha, bir daha! Hacı Dayı, doğru söylemiş. Bazen bazı yollar doğru gidermiş. Bak nasıl da yoluma vardım? Yere yığılıyorum. Lokantanın içinde derinden gelen bir uğultu duyuyorum. Her yerim ısınıyor. Başım delice dönüyor. Bak Mehtap, dolu dolu kan. Al bu kanımı hangi tüpe doldurursan doldur. Ölüyor muyum? Hayatım gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçmiyor. Kanımın ıslaklığını hissediyorum. Kanımın kokusunu duyuyorum. Annemin beni bir leğende yıkarken odayı dolduran kokuya benziyor. Film şeridi başladı sanırım. Gözlerim kararıyor. Kanlı son… Bir şeyi delice özlüyorum. Bu özlem hızla korkuya dönüşüyor. Ölmek istemiyor muyum yoksa? İnsan ölmek istemediğini ölümün kıyısında anlıyor galiba. Keşke şimdi Mehtap’ın yumuşacık, bembeyaz, sımsıcak, orospu kırmızısı ojeli elleri yaramı sarsaydı. Ulan Mehtap, bu bıçak darbelerinden biri senin! Geri kalanı dünya telaşının, dünyaya sığmazlığın... Karanlık gittikçe artıyor. Uğultu gittikçe kayboluyor. Üzerimde birkaç elin ağırlığını hissediyorum. Biri kafamı tutup kaldırıyor. Korkuyorum. Salt korkuya kesiliyorum. Yoksa ölmek istemiyor muyum? İstemiyorum hemşerim, istemiyorum. Bugün de ölmek yasak olsa keşke. Gözlerini hastanede açan bir öykü kahramanı olsam keşke… Biraz da romantik bir öykü olsa mesela... Hastanenin hemşiresi Mehtap olsa… Ağzımdan akan kan dışında hiçbir şey hissetmiyorum, duymuyorum, görmüyorum.
Comments