top of page

Öykü- Leyla Bulut- Marckros’u Yaşatmak

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 1 gün önce
  • 13 dakikada okunur

Duvara yansıyan ışığı ve tavanın yukarısındaki açıklıkta o maviliği görünce kendi kendime  sırıtacak kadar kötü bir gece geçirmiştim. Şanssız bir insanın şanssız gecesiydi benim yaşadıklarım.

İnsanın gözleri kapalıysa, hareket etmeyi ne kadar başarabileceğini bir düşünün. Ayağımı herhangi bir şeye defalarca çarptığımda çektiğim acıyı da az çok tahmin edersiniz. Roma'nın sokakları gibi, taş duvarları da benden hıncını birden fazla defa almıştı. Daha önce beni hırsla o duvarlara çarpan hadsiz  adamların yardımıyla elbette. Roma, ona ait olmayan birine böylesine gaddar davrandı evet.

Hakkı vardı, onun sokaklarında yaptığım şeytanlıkları kimse görmezlikten gelemezdi; ancak bu yine de beni buraya mahkum edecek şeyler değildi... Seyyarın, tüccarın parasını defalarca araklamıştım. Yaşamak için buna mecbur bırakılmıştım. Roma'nın sokakları çöplüğünü iyi tanırdı. Bende o sokakların değersiz bir çöpüydüm artık. Süpürülmesi, atılması, yok edilmesi gereken bir çöplük. Yakalanmadan önce sindiğim duvarın dibinde oyulmuş, küçük bir parça taş bana, sefaletime ama en çok bu şehre yaptığım ihanete güler gibi bakıyordu.

Taş duvara sorsanız o bile bunu hak ettiğimi inkar ederdi. Sokak yokluğumu zafer ilan etmişçesine; dün akşamdan beri sakin, insanın içine şüphe düşünen bir havaya bürünmüştü. Şimdi olduğum  yere getirilirken hayli uzun bir yoldan gelmiştim. Arabanın takıntıları hala kulaklarımda tazeliğini korumaktaydı. Kim bilir, belki yaptıklarımdan lanetlenmiş çoktan sağır olmuştum. Ancak ben o laneti daha buraya geldiğim ilk gün kabullendim.

Gecenin karanlık sükûnetini bölen çok uzaktan kulağıma çalan örs sesleri, at arabasının taş yolda çıkan sesleri dışından, sesten haber yoktu. Kafamın içindeki deli ses, savaşın ayak sesleri bunlar. Sessiz gelir duyamazsın., diye haykırıyor. Ona itimat  etmemeye  çabalıyordum. Açıkçası delirme yolunda emin adımlarla yürüyordum. İnsanın kendiyle mücadelesi savaşların en ağır olanı nasıl olsa.

Askerlerin kendi aralarında konuşurken şanlı ay, savaş kelimelerinde bir sürü şey duyduğumdan beri iyi hissetmiyordum kendimi. Çılgın bir fakirle geç mi kaldım? diye soruyordum. Bu savaş olmamalıydı şimdi değil, özgürlüğüm, özgürlüğü  elinden alınırken olamaz.

Bu benim yüreğimin yangınına bir kürek daha kömür ekliyor. Affedilmek için belki de son  şansımı yitirmek üzere olan bir kahraman için içten içe üzülüyordum.  Zavallı Marckros... diye düşünüp telaşa kapılıyorum. Zihnimde planlar üstüne planlar kuruyorum. Hepsi kusursuz, hepsi beni tatmin eden bir sonuçla bitecek, buna inanıyorum. Kuşkularım yok değil ama bunlar hallolmayacak gibi gelmiyor. Hiç denememekten iyidir

O aptallar beni istedikleri kadar tutsak etsinlerdi. Beni öldürseler bile kılımı kıpırdatmayacaktım. Savaşı durdurmanın birçok yolu vardı muhakkak, umutluydum. Buraya getirildiğimde akşamdı, ufuk çizgisinin sarı ışıkları varla yok arası bana gülümsüyordu, bu sefer kaçamadın bak! diyordu şuursuzca. Bu nedenle nasıl bir yerde olduğum hakkında en ufak bir fikrim yok. Beni zincirleyen, beni arabayla buraya getiren, ağzımı sürmesem de yemeğimi ulaşamayacağım bir yere bırakan adamların yüzlerini dahi görmüşlüğüm yoktu. 

Karanlığın sinsi belirsizliği can sıkıcı bir şekilde korkutuyordu. Sürekli bu soruyu sormak isteyip vazgeçiyordum. “Niye aydınlatacak bir ateş yakmıyorsunuz?” Olduğum yerde ya ateş yakmak yasaktı, ya da böyle bir işi önemsemiyorlardı. Her ikisi de karanlıkta kalmayı haklı kılmıyordu doğrusu. Tabii bir zaman sonra, bunu önemsemez oluyordunuz, karanlık sizi kendine uyum sağlamaya zorluyordu. Havasız basık binanın karanlık bitmek bilmeyen uzun koridorunda yanımdaki asker olmasa bile, iç güdülerimi takip ederek yüksekçe bir yere oturmayı başarmıştım.

Her yer karanlıktı ama ben sanki görüyordum. Tasvir edilen her detay zihnimde inşa oluyordu. Demek dünyaları kararan insanlar böyle görüyorlar, belirsiz ve endişeyle... Elbette ki onları bu şekilde anlamam beklenemez, ben en geç tan ayırınca aydınlığıma kavuşacaktım.

Karanlık gözlerimin içinden beynime akıyordu sanki, düşünemiyordum, bomboştu, duygusuzdu. Varla yok arasında bir hışırtıya bile; tetikte bir halde başımı çevirip sanki görebilecekmişim gibi bakıyorum uzunca bir süre gecenin karanlığına başkaldırmaya çalışarak. Ancak fazla sürmüyor bu; bir zaman sonra faredir diye düşünüyor, dikkat kesilmeyi bırakıyorum. Yoğun rutubet, pislik kokusundan başka ne durabilirdi ki burada.

Işığı en son gördüğüm zaman beynimde silikleşmek üzere olduğunu fark edip dehşete düşünüyorum. Beni aydınlatan şeyleri düşünüyorum. Buraya getirilmeden hemen önce bileklerimi bir mengene gibi kaplayan zincirleri bağlayan asker, elindeki meşaleyi kaldırıp ikimizin   arasında tuttu. Onun o suratsız yüzüne bakarken ağzımı açıp tek kelime edememiştim ve bu benim içimde kalmıştı. Öyle aptalca bakıyordu ki, defalarca ona tekmeyi savurup elimdeki zincirleri  şangırdata şangırdata askerlerle dolu olduğunu az çok kestirebildiğim yerden koştuğumu hayal ediyordum. Fakat, tahmin edersiniz ki, bunu düşünmek girişimi kadar kolay değildi. Gerçekten aptallığın böylesini yapmadığım için Tanrıya şükürler olsun.

Bu hareketin hiçbir çıkarı olmayacağını bilmek için illa zeki olmaya gerek yoktu. Benim daha sakin planlarım vardı. İkna kabiliyetimi kullanmayı, söyleyeceklerimi tartıp biçmeyi hiç kesmiyordum. Görünüşte suçunu kabullenmiş, boyun eğmiş sükunete yatıyordum. 

Ancak içimdeki çılgın direniş zincirlenip zapt edilmeyecek kadar hırçındı. Ben kaçacaktım, kurtulduğuma inanarak kendimi avutacak ve daha iki adım atmadan enselenecektim. Kimse sıradan bir mahkûm için savaşı durduramazdı. Aptallık olurdu böylesi. Savaşı durdurmak istiyorsam olabildiğince sakin olmalıydım.

Damağıma yapışan dilimi kaba bir hareketle şaklattım. Dün geceden beri su içmemiştim bana bu körlüğe inat yemek getirmişlerdi sağ olsunlar askerler... Ara ara içimde kabaran bir öfkeyle bağırıp, isyan etmek isteğiyle dolup taşıyordum; görmediğim bir yemeği nasıl yiyecektim ben, üstelik elimde olan zincirin ağırlığına değinmiyorum bile. Benimle dalga geçme şekilleri içler acısıydı, halim içler acısıydı. Buraya getirilirken yeterince hırpalanmıştım üstüne bir de dayak yemek istemiyorum. Susmamın bir diğer sebebi de buydu. 

Sakince gecenin bitmesini beklemekten başka  seçeneğim yoktu. Artık kaç gündür böyle deyip beklediğimi de hatırlamıyordum. Ama uzun bir süre olduğu kesindi. Öyle böyle gece hayli uzun sürmüştü, ama bitmişti nihayetinde sabahın soluk ışıkları sırtımı yaslamış olduğum duvarın, kafesli penceresinden, karşımdaki duvara silik  gölgeler kondurmaya başlarken gözlerim yarı kapalıydı.

Işığı gördüğüme sevineceğim hiç aklıma gelmezdi. İlk kez sabahı karşılamıyordum üstelik, ama ilk kez karanlık bana azap veriyordu. Şimdi sokağın ücra bir meyhanesinde, parasıyla ahkâm kesen aptal insanları kandırıp keyiflenmek ve peşine düştüğüm adamı bulmak varken  kodesi boylamıştım. Özgürlük denen şey insanın elinde yetince kıymette biniyordu.

Askerlerden korkum yoktu. Burada kaldığım zaman kısıtlıydı nasıl olsa.  inanması ne kadar güç gelse de okuduğum kitabın karakterinin hayatını kurtaracaktım. Savaşı durdurmam işimi daha da kısa sürede bitirecekti, ancak henüz bunu nasıl yapacağımı kestiremiyordum. Daha önceki denemelerimde iki kez kendimi başladığım yerde bulmuştum. Beni basit bir zincirle esir edebileceklerini sanmaları ne komikti ama. İsteseydim o zinciri defalarca parçalara ayırmıştım. İçimden onlara gülüyordum. Ben bu dünyaya ait değildim. 

Gün ışığını görmeden önce, kaldığım yerin muhtemelen taştan inşa edilmiş bir zindandı, çünkü Antik Roma'da mahkûmlar kaçmak için neleri göze aldıklarını kimse bilmiyordu. Oraya ait olmayan birilerin, kafasında bin tilkinin dolandığını kimse tahmin edemezdi. Tavandaki açıklıktan mavi gökyüzünü gözüme ışınladı. İşte o zaman nerede bulunduğumu anımsadım. 

Uzun zaman ışıktan men edilmiş gözlerim sulanarak ağrımaya başlayana dek, o maviliğe uzun uzun bakıp hasret giderdim. İki gün önce değerini bilmediğim o maviliğe şimdi hasret kalmam pek acınasıydı. Gece boyunca uyumamıştım, esneyerek çevreme bakındım. Yanılmıyorsam böyle bir yerdi. Ama yanılıyor da olabilirdim. Kitabın bazı kısımları tekrar gelişlerimde yozlaşmıştı. 

Benden başka adamların olduğunu zar zor seçtim ve gün hızla ağarmaya başlarken beni bir  kere daha hayrette düşüren manzara karşımdaydı.  Ve şaşkınlığımı tahmin edersiniz ; nasıl olmuştu da yerde yatan birine basmamıştım, belki de basmış fark etmemiştim.

Gece boyunca tahta kemirmesine benzeyen seslerin sebebini şimdi fark ediyordum. Orda bulunanlardan biri hırıltılı nefes alıp veren bir devdi...Görünüşü okuduğumdan iki katı korkunç gözüküyordu gözüme, hayal gücüm bu yaratığı hayal etmekte zayıf kalırdı. Kömür bacasından çıkmışçasına kir pas içindeydi. Muhtemelen dün geceden beri gelen o ekşimsi iğrenç koku ondan geliyordu. Saman yatağın ikisini kaplayacak kadar cüsseliydi. Belki dışardaki askerler beni ürkütmüyorsa da bu yaratık beni ürkütebilirdi. Onun dışında yerde, sağda solda, duvar diplerine sinen ona yakın çıplak sırtları bana dönük adam vardı. Üstlerindeki tunikler yırtılmış, kimisinin sırtı, kimisinin göbeğinin olduğu yerler açıkta kalmıştı.

Bu korkunç manzaraya bakarken birkaçı geğirerek kıpırdandı. Biri ayağını ileriye doğru uzatmaya çalıştı ve o esnada askerin dün getirdiği yemek kabını devirdi. Ondan sonrası kıpırdamalar, geğirmeler bulaşıcı bir hastalık gibi yerde yatan tüm adamların arasında dağıldı. Yemek kapının çıkardığı nahoş ses hepsinin uyanmasına sebebiyet vermişti. Ben bacaklarımı kendime doğru toparlayarak olacakları sessizce beklerken tek canlılık belirtisi gösteren gözleri olan yüzlere baktım. Birinin bağırmasını, uyandırılmasına kızmasını uzun süre bekledim ama kimse tek kelime etmeden ayılma faslını bitirip teker teker bana döndüler. 

Beni cam fanusa koyulmuş bir yaratık gibi uzun uzadıya incelediler. En az onlar kadar korkunç görüyor olmalıydım, bakışlarından bunu anlamam güç değildi ama yine de onlar kadar insanlıktan çıkmadığıma eminim. 

Hepsinin saçı kulak hizasını aşmış, en yakın tanıdığınız olsa bile ve yüzlerine saatlerce baksanız da çıkartamayacağınız kadar  kirli, kıyafetten halice paçavralara sarınmış ne oldukları, nasıl oldukları belli olmayan kaba saba görünüşlü adamlardı. Roma sokakların asıl çöpleri bunlardı. Ayaklarımın dibinde yatan yaşlı adam, yapacağı ani hareketle muhtemel  savaş çıkacakmışçasına yavaşça ayaklandı. Gözlerimin içine öyle bir iştahla bakıyordu ki, beni çiğ çiğ yer diye korkmadan edemedim, irkildim.  Bu düşünce bedenimin uzuvlarını biraz daha kendime çekmeme yetti.

“Bak sen! Birini daha getirmişler, kaç kişi olduk Marckros,” diye sordu karşımda dikilip.

Bu oydu Marckros. Bakışlarımı hızla ona çevirdim. Bir tek onun üstünde toga vardı, diğerlerin üstündeki tunik hayal ettiğimden de beterdi. Olduğumuz dört duvarı aydınlatan ölgün ışık hepsinin yüzünü görmekte pek yardımcı olmasa da üzerime dikilen yeşil gözleri apaçık görebiliyordum. Zaten diğer adamları anlatmaya değer bir şeyleri yoktu ama Marckros ve yaşına istinaden en , çevikleri olan yaşlı adam unutulacak gibi değildi. Öyle adamlardı ki ikisi de, bir romanın sayfalarını doldururdunuz onları anlatırken. Öyle de yapılmıştı zaten ama benim istediğim şekilde değildi.

Görünen  o ki artan, eksileni hesap etmek bir tek ona düşen Marckros, duvarın dibine elinde ne olduğunu pek çıkaramadığım -sanırım bir demir parçasıydı- bir şeyle duvara çizik attı. Bu işi büyük bir görevi yerine getiriyormuşçasına şevkle yapıyordu. İşini bitirdiğinde bana döndü. Ona bakarken öylesine karmaşık hisselerle kuşanıyordum ki, gidip sarılmak, “Ölmeyeceksin seni kurtaracağım, savaşı durduracağım,” demek istiyordum. 

Marckros parmağıyla duvardaki çektikleri saydı, “On beş ha,” diye fısıldadı biri. Çaktırmadan bakışlarımı ortak kaderi paylaştığım insanlara çevirdim. Bahsedilen on beş kişiyi saymaya çalışıyordum. En fazla on kişi olmamız gerekiyordu, duvara çentik atan adamı tanıdığımı unutup çift gördüğünü düşünüyordum, öyle değilse bile dev gibi büyük olan adamı beş kişinin niyetine sayıyor olmalıydı. 

Yaşlı adam başını huşuyla salladı. Bana döndü. Yüzündeki sakallar bataklık kenarındaki sinir bozucu otlara benziyorlardı, anlatıldığı kadar vardı. Dudaklarını göremeyeceğiniz kadar uzunlardı. Ama neyse ki sesi anlaşılırdı. 

“Korkma evlat sana zarar verecek olan biz değiliz,” dedi. Sesi biri gırtlağını sıkıyorlarmış gibi geliyordu. Yine herhangi bir tepki vermedim, bu tür şeyleri unutmuş gibiydim. Ne diyecektim? Korkmuyorum çünkü sizi tanıyorum, savaşı durdurmak ve sizi kurtarmak için geldim mi diyecektim!

♧♧♧ 

Orda, o zindanda tahmin ettiğimden uzun bir süre geçirdim, hesaplarımda şaşmadıysam on gün karanlıkta kaldım. On günün sonunda ben dahil orda bulunan herkesin son derece  umutsuz ve sessizce neyi beklediğimizi bilmeden beklemeye koyulduk. Sanırım savaşı bekliyorduk. 

Yanımdaki adamların bunu benim kadar dert ettikleri yoktu. Kaç gündür burada özgür olacakları günü hesapladıklarını biliyordum.Duvarın dibinde kalkmayan Marckros her karanlık çöktüğünde paslı bir demir parçasıyla duvara özenerek çentik atmaya başlıyordu. Bitirdiğinde olduğumuz yerin gece yarısını haber veren çanı çalıyordu. Yanlış anımsamıyorsam bu bir kuleydi. Çanın iç ürpertici sesini gözlerim kapalı dinlerdim. Bilmediğim bir zamanın yabancısı olarak bu çan sesi bana bir şeyleri çağrıştırıyordu. Her şey tanıdıktı. Bir o kadar da yabancı...

Marckros'un da en az benim kadar bu çan sesinden etkilediğini biliyordum. Karanlıkta gözleri pırıldayarak bana baktığını fark ediyordum bazen. Bu diğerlerine göre daha genç gözüken adam, hapis edildiği bu daracık yerde her akşam bıkmadan usanmadan bunu yapıyordu. Duvara çizik atıp çanı huşuyla dinliyor, geçmişini yâd ediyordu sanki. Gündüzün o ölgün ışığıyla bakışlarımın netlik kazandığı bir ara adamın parmak uçlarının gerçekten de örselendiğini, yara aldıklarını görmüştüm, bir gece yarısı açıp okuduğum kitapta onun ıstırap dolu acısını anımsıyorum. O acı benim acımmış gibi beni etkilemişti. 

Ama şimdi ona karşı hiç hoş duygular beslemiyordum. Nasıl bir laneti varsa onun yüzünden, onun hikayesi yüzünden başıma gelmeyen kalmamıştı. Marckors'a olan acımam, hayranlığım en çokta bu acı dolu satırlarda baş göstermişti. Savaşı durdurmanın bir yolu olması gerekirdi ama görünürde betimlenmeyen basit bir mahkûmdum. Savaşı durdurmak için çıktığım bu yolda, şimdi bir tutsaktım. Yanlış anlaşılmalar hem hayatıma mal olacaktı belki, hem de özgürlüğüme. Korkunç olaylarla, insanlarla geçirdiğim o günleri hatırlıyor, buradan bir daha hiç çıkmasam ne yapacağımı düşünmeden edemiyordum. Sonsuza kadar bir kitabın içine hapis kalmak korkunçtu. Eğer o kitabın satırlarında geçen mahzende mahkum olacağımı bilseydim, okuyup bitirmek için bu kadar istekli olur muydum bilmiyordum.

Aslında bakarsınız suçsuz biri olduğum söylenemez, dediğim gibi Roma sokakları benden şikayetçiydi. Ama ben, elimdeki gücün farkında olmama rağmen ileriye gidecek kadar arsız değildim. Buraya sadece sevdiğim karakter ölmesin diye savaşı durdurmaya geldim ve ben de, beklenmedik bir şekilde  hikâyenin bir parçası oluverdim. 

Hikâyenin sonunu biliyordum, hikayenin amacını, hüznünü, karakterini biliyordum. Değiştirebilirsen değiştirmek istediğim çok şey vardı, ama ben bir tek onu kurtarmak istiyordum. Okuyup etkilendiğim her paragraf, cümle  bir zat hikâyeye  dahil edildiğimde aşınmıştı zihnimde... bazı kısımları okuduğuma  dahi emin olamıyordum. Marckros'a, savaşa öylesine odaklamıştım ki, birçok detay zihnimde kayıptı.

Çiftçi bir babanın oğlu olan cesur Marckros'u ölümden kurtarmanın tek yolu savaşı durdurmamdı. O savaşın ne zaman olacağını biliyordum, hayatını kurtaracağım adam hakkında her şeyi biliyordum, kahramanlığı, yiğitçe zorluklara göğüs germesi beni etkilemişti. Duvara bakıp neyi düşündüğünü bile biliyordum. Her şey onun kurtarmak uğrunaydı. Fakat, o hayatını kurtaracak sebebi hiç bilmeyecekti besbelli. 

Kaldığımız yer; bunca insan için havasız, rutubetli bir yerdi. Basık havasında nasıl nefes alıp hayata kaldığınızı bile unutuyorsunuz burada. Gecesi zaten karanlıktı, gündüzlerin de geceden farklı olduğu söylenemezdi. Gün ışığına hasret yaşamak ne de zordu. Çağımızda da hapishaneler böyle mi hissettiriyordu merak ediyordum doğrusu. 

İkinci gün yemek getirildiğinde elimdeki zincirler açıldı. Tuvalet ihtiyacı için mahzene bitişik bir yer vardı. Sadece bu da değil, sağa sola atılan yemek artıkları, suyun yokluğu, tüm bunlar birleştiğinde berbat bir kokunun varlığını sürekli hissediyordunuz. Burada kaldığım zamanlarda her gün yazarın koku için az yazdığını düşünüp durdum, mahzenindeki koku insanı bayıltabilecek, hatta  öldürtebilecek  kadar baskındı.

Askerler bizle pek muhatap olmuyordu ama ağızlarında savaş kelimesi hiç eksik olmuyordu. Bu gibi zamanlarda yanımda bulunan adamlar iç geçirip garip bir kabullenmişlikle başlarını sallayıp birbirlerine bakıyorlardı. Hepsi kendilerine gelecek sonu an az benim kadar biliyor gözüküyorlardı.

Ne tuhaftır hepsi yemin etmiş gibi konuşmuyordu, ben de susuyordum. Onların aksine olacakları vakıftım; Kitabın bölümlerini düşünüyordum. Okurken her detayını anımsarım sanıyordum fakat şimdi çelişkiler içindeyim. Antik Roma'da savaşı başlaması için kutsal saydıkları ayda olduğumuzu daha ilk gece anlamıştım. Sokaklarda avare olduğum zamanlar bana bir çok bilgi edinme olasılığı verdi. Kendimi bir zamandan sonra fazla kaptırmıştım ki, asıl amacım olanı zavallı Marckros'u  unutmuştum. Sessizlik günden güne aramızda oturan bir hayalet gibi, mahzende süzülürken düşüncülerim bu sessizliğe inat beni delirtme eşliğinde çığlık çığlığaydı. Olayların nasıl gelişeceğini bilmeme rağmen, umutsuzluğa kapılmaya başlamıştım. Bir şeyleri değiştireyim derken hiç hesapta olamayan olayları değiştirmiş olabilme ihtimali beni dehşete düşürüyordu.

Neyse ki bu fazla uzun sürmedi; onuncu günün sabahında beklenen kahvaltı gelmedi. Onun yerine başında kızıl püsküllü başlığı, tunik üstüne zırh giyinmiş olan bir düzine Roma askeri çıkageldi. 

Askerler kapıları sonuna dek açıp orda bulunan herkesi dışarıya çekiştirdi. Sonumuz geldi, diye düşündüm. Hepimizin bileklerine tekrar zincirleri geçirdiler. Yaşlı adam onları nereye götürdüklerini, hükümdarı görmek istediğini söyleme gafletinde bulunduğunu işittiğimde çelimsiz bir asker zincirleri koluma geçiriyordu. Yaşlı adama cevap niyetine sırtına iki kez kırbaç indi.  Adamın acıdan inlemeleri kesilene kadar durma nezaketi gösteren asker, onu hırpalayarak önden götürdü. 

Gözlerim hızla Mackors'a kaydı, ne yapıp edip ondan önce çıkmalıydım. Öylede yaptım, askerin çekişmesine fırsat vermeden önden yürümeye başladım. Elimdeki zincirlerin ağırlığı bu birkaç günde şaşılacak kadar zayıf düşmüş bedenimi aşağı çekiyor, başım dönüyor, yürümekte zorlanıyordum. 

Yaşlı adama verilen göz dağından sonra kimse sesini çıkarmaya yeltenmedi, mücadelede bulunmadan itaat edip tek sıra halinde karanlık koridordan havlu gibi bir yere oradan da geniş, açık bir  alana geçtik. Onca zaman karanlıkta kalmaktan, güneşin yakıcı ışınları gözlerimi açmama engel oldu bir süre. Işığa yavaş yavaş alışınca, etrafı inceleme fırsatı buldum. Bahsi geçen savaş arenasındaydık. 

Burası askerlerin talim yaptığı, kanın gövdeyi götürdüğü yerdi. Arena nice cinayetin seyircisi, baş katiliydi. Biraz ilerimizde bir  komutanım yüksek sesle komutlar verildiğini, savaşırken tüm güçlerinin ortaya koymalarını haykırdığını duyduk.  Etrafa çaktırmadan bakıyordum, gözlerim daima Marckros'un üstündeydi. Bu hikâyenin baş kahramanı Marckros'tu. Savaşı durdurabilirsem şayet her  şey değişirdi. Marckros'tan önce ölürsem de, amacıma ulaşmadan o kütüphanenin soğuk deposunda  uyanmış olacaktım. Kalkanların, ağır topuzların, kılıçların dövüldüğü savaş için hazırlıkların sürdüğü bu arenada, biz mahkumlardan başka cılız, çelimsiz askerlerde vardı. Bu askerlerin kimisi küçücük çocuklardan oluşmaktaydı. Askerler zincirli ellerimizi çözüp ayaklarımızı birbirine bağlı prangayla bağladılar. Şansıma yanıma yaşlı adam denk gelmişti. Kitapta da bahsedildiği gibi en başına yiğit kahraman Marckros durmaktaydı. Bu hiçbir şeyi değiştiremediğimin hissiyatına kapılmama neden oluyordu. 

Zincirleme olayı sonrası tam bir kargaşaydı, her birimizin önüne örsler, çekiçler verildi ve senkronize bir şekilde demir dövmeye mecbur bırakıldık. İlerideki asker birliğine komuta eden askerler bağırıyor, talim aldırıyordu. Bizim başımızdaki daha az kıdemli gözüken askerler, kırbaçlarını tehditkâr bir şekilde savuruyor, oradan oraya koşturuyorlardı. Artık savaş için bizimde katkımız vardı. Savaş aletlerini dövüyor, hazır olda bekletiyorduk. 

Olduğumuz yerin sağında kalan kuleden çanın sesine, kulakları sağır eden bir  borazan sesi karışıyor, gelmekte olan savaşı haber ediyorlardı. Ben elimdeki ağır çekici umursamazca  demire vurup çevremizde olup bitenleri çaktırmadan izliyordum. Bir gözüm daima Marckros'un üstündeydi. Bu sırada benim gibi olup bitene bakmakta olan yaşlı adamla göz göze geldim. Çukurlaşmış gözlerine endişe çökmüş, göz kapaklarına ağırlık yapıyordu sanki. Tüm o örs, çekiç seslerime inat sesimi ona ulaşacağına inandığım bir tonla konuştum.

“Savaşı durduracağım,” dedim kendimden emin bir şekilde. Yaşlı adam, şaşkınca beni süzdü. Böyle bir durumda bu şekilde emin konuşmak şaşılacak bir durumdu elbette. Hadi oradan der gibiydi yüz ifadesi ama ben bunu kale almadan devam ettim. Benim aksime  bilmedikleri çok şey vardı. “İnanmıyorsun ama yapacağım bunu,” dedim tekrar, etrafa hızla bir bakış attım. Askerlerin bizi duyabileceğini zannetmiyordum. 

Ağır, ortalarında kırmızı bir halka bulunan kalkanları yan yana dizip bir duvar inşa ediyordu askerler. Bedenlerinin çıplak kısımları, kavurucu güneşin altında birer altın gibi, ışıldıyordu. Oklu askerler, mızraklı askerlerin ardında talim alıyordu, hepsi bir ağızdan anlamadığım şeyler bağırıp diziliyorlardı. İndirilen kapılar, demir tokmak sesleri. Savaş kapıya dayandı, diye düşündüm. Tekrar Marckros'a dönüp baktım. Her şeyden habersiz örse var gücüyle vuruyordu çekici. Onun öleceğini  bende bir süre düşünmemiştim. Belki savaş dursa hazin sonu bir süre daha ertelenirdi.

Bu süre boyunca yaşlı adamın gözlerini üstümdeydi: bunu hissetmeme rağmen dönüp bakamadım örsün üstündeki kızgın demire, bende kızınca baktım. Savaşlar neden icat edilmişti ki? İnsanlar savaş aletlerini buldukları için kendilerini akılı saymamalıydı. Kim bilir kaç kişinin hayatı bir hiç uğruna gidiyordu. Marckros bir hiç uğruna  gidecekti. Yanımdaki adam, az evvel söylediğimde olsa gerek bana yandan bir bakış atıp duruyordu. Ben bakışlarına karşılık vermeyince o da en sonunda kendi örsün üstündeki demire sağlam bir çekiç darbesi indirdi. Dövülen demir parçası her çekiç darbesinde zıplayıp duruyordu. Bana döndüğünde yüzünde terden boncuk boncuk damlalar birikiyordu. Bu kavurucu sıcaklık insana cehennem azabı yaşatıyordu doğrusu. 

“Nasıl durduracaksın?” diye sordu susma yemini bozarak. Konuşmasına şaşırdım. Demiri dövmeyi bırakırken iç çektim.  Belki ikna kabiliyetimi denemenin tam sırası, diye düşündüm.  Yaşlı adamın umutla bakan yeşil gözlerine bakıp ensemi kaşıdım ve daha bir şey demeye fırsat kalmadan dehşeti yaşandım. Yaşlı adamın, dar alnının ortasına kalın, sapı kırılmış bir mızrak indi. Adamın gözleri dehşetin ham halini  yansıtırken elindeki ağır çekiç ayaklarının dibine düştü; tek eliyle başına saplanan mızrağı kavradı. Kanı yüzüme doğru fışkırıyor, arkadan gelen sesler beynimin içinde çınlıyordu. Bu görüntü aklımdaki tüm planları yok etmişti, korkunç bir titremeyle sarsıldım. Kitapta böyle bir şey okumamıştım. Fark etmeden bir şeyleri değiştirmiş olmalıydım ama neyi? Savaşı durduramadıktan sonra bir önemi var mıydı bunun, onu bile bilemiyordum. 

Kanların aşağıya doğru hızla aktığı yüzü bana döndüğünde, elini ileriye doğru uzatıp yere yığıldı. Geriye doğru kaçmaya yeltendim ama nereye kaçabilirdim, birbirimize bağlıydık zaten. Arka planda bağırmalar talimler yükselip hücuma geçildi. Yaşlı adamın açık kalmış yeşil gözlerine bakakaldım. Onun alnının ortasına inen bu darbe savaşın fitilini ateşlemiş oldu.

Surların üstünden nerede geldiği pek belli olmayan bir düzine ok meydana doğru vızıldadı. Askerler birer birer menzillerini aldılar ve tahta kapı ağır bir darbeyle sarsıldı. Birbirimize bağlı olduğumuz adamlar korkuyla  gerilediğini az biraz hatırlıyorum, gözüm Marckros'a kaydığında adamlara dövmeye zorlandığımız mızrakları, topuzları almayı işaret ediyordu. Ben elimdeki çekice bakıp prangaların zincirlerini bununla ne kadar sürede kırabileceğimi hesap etmeye çalışıyordum. Kolay olmayacak gibi gözüküyordu. Tahta kapıya inen ikinci, üçüncü darbeden sonra kapı parçalanarak açıldı. 

Sonrası değil başkasının canı kendinizin canını unutacağınız bir arbedeye dönüştü. Askerler suyla çamurun birbirine karıştığı gibi birbirine karıştı. Oklar, mızraklar ve kılıçların sesleri, acı inlemelere, bağırmalara eşlik etti. Bu manzara karşısında ne yapacağını bilemez halde kalakaldım. Marckros'u hatırlayarak ona döndüm çoktan zincirlerinden kurtulmuş bir kılıcın kabzasından kavrayıp ona doğru gelenlere yiğitçe karşılık  veriyordu. Elimdeki çekiçle zincirlere hızla vurmaya başladım. Onu bir kalkan gibi  korumalıydım, ne pahasına olursa olsun... Büyük uğraşlar sonucu prangayı kesebildim ancak zincirler hala ayak bileklerimdeydi. 

Yaşlı adamın yere yığılmış bedeninin üstünden atlayıp Marckros'a doğru atıldım. Elimdeki çekici var gücümle üstüme doğru gelen iki askere savuruyor, darbelerimin nerelerine denk geldiğini pek umursamıyordum.  Savaşı durduramadığım gibi, kendimi o savaşın içinde bulmuştum. Öldüğümde ne olacağını biliyordum. Ama yine de, “Ya bir şeyler değiştiyse ve gerçekten ölürsem?” diye soruyordum kendime ve bu yüzden canla başla karşılık veriyordum. Silahsız üstüme atılan iri yarı bir askeri üçüncü yumrukla yere indirdim. Birkaç ok kulağımın yanından vızıldayıp sıyrıldı. Marckros'a arkadan vurmaya çalışan bir askeri yere serdim. O, biraz ilerisinde, beş kişiyle mücadele ederken tek kişiye yenilmemeye çalıştım. Her iki tarafın da kayıpları çoktu. Sıcaklık ve yorgunluk hepsi birleşince insan kendini yenilmek üzere hissediyordu. Ancak yenilmemişti, mahkûm Marckros hâlâ  cenkte mücadele ediyordu. 

Ona doğru gitmek için öne atıldım, yoluma çıkan askerleri birer birer yere seriyordum, öyle kendinden emin, öyle umutlu derken arkadan kaburgamın ortasından saplanan oktan sonra direncimi yetirdim. Dizlerimin üstünde yere yığıldım. Boğazıma gelen tuzlu tat kanın göğsümden boğazıma doğru yükselmeye başladığını habercisiydi. 

Titriyordum, elimi kaldırıp baktım. Silikleşiyordu, yok oluyordum. Şuursuzca güldüm. Yüz üstü yere serilmeden önce son gördüğüm Marckros'un çevresini saran askerlerden sıyrılıp ileriye doğru koşusuydu. 

Gözlerimi tekrar açtığımda yüzüm kitabın üstünde uykuya dalmış gibi hissediyordum. Aceleyle doğruldum ve kitabı son sayfasına kadar çevirip baktım. Son cümleyi sesli okuduğumda sesim nerdeyse zor çıkıyordu.

Marckros, elindeki kılıcın kabzasını Her şeyin son bulduğunu inanarak sıktı. 

Başarmıştım. Bir şeyleri değiştirmiştim. Kitabı baştan okuyup bu maceraya yeniden katılmak için sabırsızlanıyordum.


Leyla Bulut


Comments


bottom of page