İsmail Pelit'e
Devletimizin âli menfaatleri sebebiyle osurmak yasaklandı. Bir bakanın oğlunun başına gelenlerle ilgisi var bunun. Her gün kuru fasulye yemekte pek ısrarcı bir gazeteci, fasulyenin içine bolca sarımsak attığını söyleyenler var, umuma açık bir yerde osurunca bakanın oğlu kendini kaybetti. Hastaneye kaldırıldığında doktorlar, osuruğa alerjisi olduğunu söylediler. Çok az insan, insanın osuruğa alerjisi olamayacağını düşündü. Gazeteci, basın açıklamasında kendini tutamayıp osurmasaydı, neredeyse şehzade bakan çocuğu hayatını kaybetmeyecekti. Tüm ülke yasa boğuldu bu acı haberden sonra. Vergiler arttırıldı, faizler yükseldi ve asgari ücret İspir değil, Erzincan fasulyesi almaya yetecek düzeye indirildi. İnsanlar osurmaya devam ettiği sürece dolar da fırlıyordu.
Bir bakan çocuğunun ölümü söz konusuydu. Neredeyse devletin bekasıydı tehlikede olan. Anarşistler bu yasağı pek anlamlandıramadı. Zaten evlerinde osurmaları gerekmiyor muydu? Faşistler asla osurmama yemini ettiler neredeyse şehzadenin ölümüyle. Okullarda önce seçmeli, sonra zorunlu ders olarak okutuldu nasıl osurulmayacağı. Sürekli kasılmalıydınız ve osurduğunuz takdirde gözünüzün önüne sizi içine atmaya pek hevesli zebanilerin bekçilik ettiği büyük ateşler getirmeliydiniz. Güvenlik güçlerine milli ve yerli üretim osuruk ölçüm aletleri zimmetlendi. Sokaktaki insanları çevirip kıçlarına tutuyorlardı bu aletleri. Kişinin kaç osubel değerinde osurduğunu gösteriyordu bu aletler. Artık haberlerde alkol testine giren sarhoşlara değil, bu aletlere tüm kuvvetiyle osuran az sayıda direnişçiye denk geliyordunuz. Tüm distopik roman yazarları ülkedeki gelişmelerden haberdardı. Stratejistler, profesörler, komplo teorisyenleri dahi bunu beklemiyordu. Daha net ve mizahı yapılmayacak bir yasaklar hükümdarlığı bekliyorlardı gelecekte. Kimse umduğunu bulamadı. O hariç.
Size tabii ki ondan bahsedeceğim, bu öykünün yazılma sebebi o çünkü. Osurmanın bizi hayvanlardan ayıran tek şey olduğuna dair kafa yoruyordu yasaklardan önce. Yasaklarla birlikte bu düşüncesini daha büyük bir kanala sevk etti. Osurmak haysiyetli bir insan olmanın, yeryüzünde kibirle yürümemenin tek ölçütüydü ona göre. Osuranlar tanrılık vehmi gütmezdi. Bu hayatta başınıza gelebilecek en kötü şey kendinizi tanrı zannetmenizdi ve osurmak ona göre bunun antibiyotiğiydi. Devlet elimizden insanlığımızı alıyor, diye düşündü. Uzun düşündü ama, geceler boyu. Osuruk sahurlarına kalktı. Osuruk oruçları tuttu. Bilsin istedi, fiziksel maliyeti ne olacaktı yasağın. Artık tartışma programlarında, kahvelerde, hatta akademide bile osuruğun zararlarından bahsediliyordu. Evrimimizi engellediğini söylüyordu bazı bilim insanları. Hakikati sadece kendi görüyormuş gibi hissediyordu. Bu hem mutlu ediyordu onu hem de çok büyük bir yalnızlık çekiyordu. Gözünü yumamazdı. Hakikatti bu. Zekâtı vardı, sadakası, fitresi. Eş dosttan başladı önce. Anlattı onlara, insan dedi, eşrefi mahlukat dedi, osurmak ayıp olduğu için eşrefi mahlukat, dedi. Utanabildiğimiz için en şerefliyiz, dedi. Çok uzun sürdü tebliğ süreci. Ama az da olsa dost ve yaren edindi kendine. Bir apartman dairesi kiraladılar. Muhasebecilerin tuttuğu cinsten. Düşük kira ve kullanışlı üç oda. Yavaş yavaş ulaşacaklardı hayallerine. Osuruk ayinleriyle başladılar çalışmalarına. Sonra metinler yazdılar bununla ilgili. En iyi osuruk şiiri ve öyküsü ödülleriyle devam ettiler. Kendilerine bir logo seçmek istediklerinde iç içe geçmiş iki fasulye tanesini uygun gördüler. Bu fasulyelerin üstünde koca koca yıldırımlar ve kara bulutlar vardı, zeminindeyse çocukların özgürce koşuştuğu bir yeryüzü temsil edilmeye çalışılmıştı. Her odaya astılar bu logoları. Bir slogan bulmaları gerektiğinde uzun uzun istişare ettiler. “Osurmak Kalbi Genişletir”de karar kıldılar.
Şehrin metruk tüm duvarlarında sloganları ve logoları gözüktüğünde aradan uzun yıllar geçmişti. O, müritlerine osurma hakkını ve ödevini veren liderleri, şeyhleri, her şeyleri, işi ilerletmeliyiz, diye düşündü. Çünkü hâlâ kamusal alanda osuramıyordu insanlar. Köşeye sıkışmış durumdaydılar, lanetler ediyor ve kafalarını duvarlara vuruyorlardı. Oy verirken kasıyorlardı kendilerini ve bu sebepten iyi bir tercihte bulunamıyorlardı. İdeal demokrasi ve ideal hukuk, evlad-ı âdem şöyle gelişigüzel osuramadığı için yakalanamıyordu.
7 yıl sonra
Yasaklar ülkesinin kasım kasım kasılmaktan çocuk dahi yapamayan fukara vatandaşları evlerinde televizyon izlerken, osuruk yasağına direnen yüz binlerce insan Yenikapı’da toplandı. Koca bir miting organize etmişti osuruk tarikatı. Havai fişekler ve mehteran gümbür gümbür inletti İstanbul semalarını. Önce osuruk tarikatı yüksek müritleri söz aldı mitingde. Yeniden büyük osurmak zamanıdır, dediler. Yeni bir osuruktan düzenin kurulması için ant içtiler. Ve sonunda kalabalığın beklediği an geldi. Nefesler tutuldu. İstanbul semalarını büyülü bir sessizlik doldurdu. Liderleri, şeyhleri, seksen bir il ve dokuz yüz ilçede teşkilatlanan osuruk tarikatının genel başkanı kürsüyü teşrif etti. Islıkların kıyametinden sonra konuşması için kulak kesildi yüz binler. “Dostlarım,” dedi, “kardeşlerim. Bizler, insanlar, Cenab-ı Allah'ın yeryüzündeki temsilcileri, bize osurmak lütfunu ihsan ettiği için ona şükürler ediyoruz. Fakat ne yazık ki bazı lavuk kulları bunu elimizden almaya kalkıyorlar. O günler eski Türkiye’deydi dostlarım. Yeni Türkiye’de içinde osuramayacağınız hiçbir devlet dairesi yok. Kamusal alanda osurma yasağını biz deldik. Ve artık osuran savcı ve askerlerimiz var. Mecliste osuran insanlar var, çok şükür. Yine de hiçbir şey bitmiş değil. Gazi Mustafa Kemal’in dediği gibi, asıl cenk şimdi başlıyor. Allah’ın laneti üzerine olasıca yobaz bürokratların ta ağzının içine osuracağız. Gün osurmak günüdür. Cenab-ı Allah ve burada toplanan yüz binler şahidim olsun ki tüm insanlık osuruncaya kadar mücadelemiz devam edecek.”
Alkışlarla kesildi sözleri şeyhin, polis sirenlerini duyduklarındaysa şaşırdılar. İzni alınmış bir mitingdi bu. Araçların üzerinde Osurukla Mücadele Masası’nın logolarını gördüler. Uğultu ve fısıltı doldurdu miting alanını. Şeyhleri onları susturdu ve polislerin geldiği yöne bakıp “kardeşim,” dedi, “lütfen sahneye gelin.”
Kısa bir kararsızlık yaşadıktan sonra sahneye yürümeye başladı Başkomiser. Sahnenin yakınına geldiğinde Şeyhe hitaben “gösteri sona erdi,” dedi. “Zorluk çıkarmayın yoksa sizi karakola götürürüm.”
Kalabalık ilkinden daha sıkı tutmuştu nefesini. Herkes şeyhlerinin vereceği cevabı bekliyordu. Şeyh kendinden beklenmeyen bir atiklikle sahneden Başkomiser’in yanına atladı. Başkomiser'e sarıldı ve kulağına fısıldadı: “Suratın kıpkırmızı, paytak paytak yürüyorsun, söyle bana, kaç yıldır osurmuyorsun? Hadi tüm otoritelerin, iktidarların, sana emir verenlerin inadına şöyle güzelce osur. İnsan olmayı yeniden hatırla. Gelecek nesiller bu kahramanlığını takdir edecekler. Bundan yüz yıl sonra bizler için, onlar kahramandı, diyecekler. Şimdi değilse ne zaman? Bak, herkes nefesini tutmuş vereceğin kararı bekliyor? Allah için osur bre adam!”
Başkomiser vereceği kararın büyüklüğü karşısında soğuk terler döküyordu. Şeyhe baktı, gözlerinin içi gülüyordu. Mutlu ve huzurlu görünüyordu. Bu dünyadan alacağı her şeyi almış gibi. Sonra kendi hayatını düşündü. Tüm ülkenin "Osurukla Mücadele Masası"nın başıydı. Hükümet ona güveniyordu. Şimdi pes ederse, işinden olacak hatta daha kötüsü ülke kaosa gömülecekti. Derin bir nefes aldı. Kalabalığa döndü. Hepsinin, en esmerinin bile yüzüne nur inmiş gibiydi. Biriken tüm yılların acısını çıkarmak niyetiyle kuvvetlice osurdu. Birkaç saniye sürdü bu. Alkışlarla karşılandı bu kararlılık. Başkomiser rahatlamış görünüyordu. Kalan arkadaşlarını çağırdı. Hepsine osurmalarını emretti. Kısa bocalamaların ardından hepsi emre itaat etti. Kalabalık bu duygu seli karşısında kendini tutamayıp bolca osurdu. Gözyaşları ve metan gazı doldurdu meydanı. Sonra Şeyh ve Başkomiser, beraber sahneye çıktılar. El ele tutuşup halkı selamladılar. Ardından ulvi bir gösteri için semazenler sahnedeki yerlerini aldılar.
Ahmet Tarık Tekoğul
Comments