Yetmiş dokuz yılının güzüydü. O kara gece, güne kavuşana dek son bir umut ağladı, yalvardı, dövündü Sare Kadın. Hayri’nin payına içinden destanlar geçen ağrılı bir susmak düştü. İki gözlü kerpiç evin bitişik odasındaki çocuk korku içinde sabaha kadar bekledi. Ezanlar okunurken annesinin ağlamaları da artık kesilmişti. Yan döşekte melekler gibi uyuyan ablası kerahat vakti uyanıp terli alnına ıslak bir öpücük koydu.
“Kalk bak bakalım Hamza, çilliyle paçalı yumurtlamış mı?”
Bahçedeki kümese giderken belki de hepsi rüyaydı yoksa ablam da muhakkak duyardı diye düşündü çocuk. Öyle ya rüyayla gerçeği ayırması pek zordu. Ne çilli ne de paçalı yumurtlamıştı o gün. Şaşırdı. Oysa her sabah illa ki iki sıcak yumurta vermeden yollamazlardı onu. İki yumurtayı kavrulmuş patatesin üstüne kırar dört kişilik yapardı annesi. O an içini bir korku aldı. Kötü bir şey olacaktı. Ayağında beş numara büyük naylon terlikler, ellerinde boşluğun soğukluğu avluya girdiğinde, annesi hepi topu yirmi adımlık bahçenin orta yerinde dikilmiş boş gözlerle babasına bakıyordu. Ablası titreyen dudaklarını elinin ayasıyla kapatmış birazdan gözlerinden boşalacak olan yağmuru ertelemeye çabalıyordu. Babası kafasında kasketi, elinde eski tahta bavulu Hamza’ya doğru yanaşıyordu. “Koçum, abin gelene kadar ananla ablan sana emanet. Yakında yazarım, ararım da. Hele bir Alamanya’ya gideyim sana oyuncak kamyon da yollarım, hemi de kırmızı,” dedi ve döndüğü gibi geniş omuzlarını düşürüp avlunun dış kapısına doğru ilerledi.Tam çıkacakken son kez puslu gözlerle karısına baktı. “ Bekle,” dedi ve gitti.
Sare Kadın kocasının ardı sıra uzun zaman olduğu yerde öylece kalakaldı. Kömür karası saçları esen yelle havalandı. Saçının karası ak tenine düştü, ela gözlerini gölgeledi. Hayri evinin direğiydi. Teyze oğlu, kocası, anası, babası, yoldaşı, varlığıyla avunduğu, yokluğuyla uğunduğuydu. Önce öksüz sonra da yetim kalınca teyzesi onu evine alıp analık etmişti. Çabuk serpilip güzelleşmişti. Köylü görücü diye dikilmişti kapılarına. Köyün huyudur bir laf peydahlandı tez vakit. “Hayri ve Sare çoktaaan...” El mecbur daha on dördünde oğluna gelin aldı teyzesi. Çok utanmıştı Sare. Abi dediğiyle aynı döşeğe konunca “Malum köy yeri, nikah düşen iki kişi aynı çatı altında, laf söz olur maazallah,” diye teskin etmişti teyzesi. “Hem Hayri’mden yakını mı var sana a güzel kızım?” Doğru derdi de nasıl olacaktı bilemedi Sare. Abisini kocası bellemek zordu elbet ama daha da zoru varsa köylünün diline pelesenk olmaktı. İki çocuk evlenince derin bir nefes aldı cümle köy. Bu kez de Hayri kapattı kapısını onlara. Teyze de göçünce öte diyara, Sare sarmaşıklar gibi sarıldı kocasına. “Mecburiyetten değil,” derdi, “ başka kimi sevecektim ki?”
Hamza annesinin yanına varıp onu dürttü. Babası gideli saatler geçmesine rağmen annesi hala hareketsiz bekliyordu aynı noktada. Ne ağzını açıp tek bir laf ediyor ne de bir milim kıpırdıyordu. Sadece gözlerinden oluk oluk yaşlar akıyordu. Bir şey yemedi. Su bile içmedi. Öylece bekledi. Gözünden süzülen yaşlar toprağa damlıyor, çıplak ve çatlak topuklarının bastığı yerde küçücük bir gölet oluşturuyordu. Sert esen ikindi yelinin marifetiyle annesinin başında savrulmakta olan yeşil yemeninin ucunu tutup gözyaşlarını sildi Hamza. Yalvardı, yakardı ama ne fayda tek cevap alamadı. Sanki etten kemikten bir heykeldi Sare Kadın. Akşam ablası elinde üzerinde bir bardak çayla bir tabak bulgur pilavı olan tepsiyle annesinin yanına gitti. Seslendi, dokundu, kolları ağrıyana kadar bekledi. Olmadı. Hava iyiden iyiye kararmış, kuşlar yuvaya dönmüştü.
Hamza babasının elleriyle yaptığı oturmalıkta çaresizce annesini gözleyen ablasının dizlerine koydu başını. Sus pus onu izlediler bir süre. Annesinin o oturmalığa minnet ve hayranlıkla baktığı gün geldi aklına.
“Seneye birkaç kurumuş ağaç daha bulup bir de masa yaparım ben buna. Semaveri de yaktık mı al sana keyiflik ne dersin hatun.” Ne desin annesi? Babasının söylediği her şey seve seve amade olduğu bir emirdi ona.
O akşam oracıkta uyuya kaldı Hamza. Rüyasında babasını gördü. Elleriyle bir kardan adam yapmış gururla oğluna gösteriyordu. Kıpırdadığını fark edince ona dokundu. Kardan adamın kalbi küt küt atıyordu. Uzun kirpikleri ve ela gözleriyle Hamza’ya baktı. Gözlerinden bir damla yaş aktı, sıcacık. Titreyerek araladı gözlerini çocuk. Neredeyse sabah oluyordu. Annesi hala mıh gibi yerinde duruyordu. Ablası kalkıp içeriden eski bir battaniye getirdi. Şefkatle annesinin omuzlarına doladı. Hamza'nın uyandığını görünce, “Hadi bakalım içeri, hasta olacaksın,” dedi. Kardeşinden yaşça büyük olmanın sorumluluğunu duyuyor olmalıydı. Gel gör ki kendisi de daha çocuk sayılırdı. Omuzlarına bir bilinmezliğin yükünü alamayacak kadar çocuk. Birlikte anne ve babalarının boş yatağına girip ağlaştılar biraz, gözyaşlarının sıcaklığıyla uyuyakaldılar. Hamza kalktığında ablası yoktu. Yalın ayak, yalın yürek avluya çıktı. Annesi aynı yerde taş gibi duruyordu. Sanki gövdesi eskisinden daha bir heybetliydi. Son bir ümitle yanına vardı. Eline dokundu. Sertti. Kıpırdatmaya gücü yetmedi. Acaba Hamza’yı duyuyor muydu? Ayağının dibine oturup sırtını dizlerine dayadı. Sonra dönüp sıkı sıkı sarıldı bacaklarına. Bacağı tenini acıttı. Dizine kadar çektiği çoraplarını sıyırınca gözlerine inanamadı. Sare Kadın ayaklarından başlayıp dizlerine doğru uzanan sert, kahverengi bir kabukla kaplanmıştı. Büyük kurumuş bir yara gibiydi. Eliyle kabuğu soymaya çalıştı Hamza. Soyduğu yer kanıyordu. Köyün her derde deva şifacısı ve kimselerin yaşını bilmediği Füruh Nene’yle ablası avluya girdi. Füruh nene annesine yaklaşıp önce onun donmuş gözlerine baktı. Eliyle yanağını okşadı. Kulağına bir şeyler fısıldadı. Sare Kadın’ın sol gözünden bir damla yaş süzülüp toprağa aktı. Füruh Nene eğilip bacaklarına baktı. Bacağındaki kuru kabukları sevdi.
“Elleşmeyin ananızı bundan gayrı. Vakti gelince çözülür dili. Yaradan Rabbe şükredin. O acı ile iyi ki can vermemiş biçare,” dedi.
Ertesi gün muhtar yanında ihtiyar heyetiyle geldi. Hep beraber Sare Kadın’ı kucaklayıp çakıldığı yerden kaldırmaya çalıştılar. Olmadı. İçlerinden biri kaptığı gibi küreği kadının ayaklarının dibindeki toprağa daldırdı. Tüm gücüyle kaktırdı. Yerinden kalıp gibi oynadı toprak. Kadın o kalıbın üstüne yapışmış gibi sola doğru eğildi. Muhtar “Dur,” diye bağırdı. Kalkan toprağın altında kadının çatlak topuklarından sarkan kökler sarmaş dolaş yerin dibine doğru uzuyordu. Toprak kalıbını yerine oturtup ağaç diker gibi kürekle üzerine bir kaç defa vurdu adam. “Anneniz beklemekten kök salmış. Sakın ola elleşmeyin. Kurutursunuz Alimallah!” dedi muhtar. Çıkıp gittiler. Sonra bir iki derken tüm köy avluya doluşmaya başladı. Hamza bu durumdan hiç hoşlanmadı. Bu köylü değil miydi annesi için laf söz eden? Ablası gelenleri ağırlıyor bir yandan da Sare Kadın’ın kafasına, koluna, omzuna konan kuşları kovalıyordu. Artık kabuklar belini aşmıştı. Yarısı ağaç yarısı insandı. Avlu her gün ziyarete gelen insanlarla bir dolup bir boşalıyordu. Elleri kolları dolu geliyordu köylü. Yemekler, tatlılar, tepsi tepsi börekler... Oturup saatlerce ah-u vah edip annesini seyrediyorlardı. Çok geçmedi ki Ankara’dan abisi geldi. Muhtarın mektubu ancak ulaşmış. Duyduğu gibi de okulunu bırakıp gelmiş. Abisi avludan girer girmez dikildi annesinin karşısına. Aynı anda Sare Kadın kollarını yakarır gibi göğe kaldırdı. Oğluna sarılacak sandı herkes. Ama kadının kollarında yeni yeni görünmekte olan kabuklar ellerine doğru yürümeye, katılaşan yerlerinden yeni kollara benzeyen dallar büyümeye başladı. Dalları yemyeşil yaprak bastı. Boş bakan gözleri hariç artık tüm vücuduyla kocaman bir ağaca dönüşmüştü Sare Kadın. Hamza’nın son umudu da bıçak olup saplandı böğrüne. Abisi olduğu yere çöküp ağlamaya başladı. Avludaki herkesi yolladı evine. O gece üç kardeş annelerinin gövdelerine sarılıp oturdukları yerde uyuyakaldılar. Kış artık iyiden iyiye kendini gösterir olmuştu. Üç kardeş güz sonu avuç içi kadar tarlalarını toparlayıp mahsulleri sattı. Bir miktar para koydular yüklükteki yün yorganların dibine. Ancak abilerinin artık Ankara’ya dönmesi gerekiyordu. Önümüzdeki yıl doktor çıkacaktı. O vakit rahat edeceklerdi. Annesinin gövdesine sarılıp dallarını öptü ve gitti. Avlunun ortasındaki Sare Kadın tüm yapraklarını döktü oğlunun peşi sıra. Artık göğe uzanan dallarına kuşların sığındığı kupkuru bir ağaçtan ibaretti. Üzerine karlar yağdı.
Bahara doğru dalları tekrar yeşermeye başladı. Köylünün ilgisi azalmış, tek tük uğrar olmuşlardı. Bu arada elde avuçta ne varsa tükendi. Ambarda darı, tavuklarda yumurta, bahçede ot kalmadı. Ablası taş ocakta ekmek pişiriyor, bazı günler sadece ekmek ve suyla doyuyordu karınları. Artık yoksulluk destursuz dikiliyordu kapılarında. Babaları öldü mü kaldı mı bilmiyorlardı. Ne mektup ne para ne de oyuncak kamyon geldi Almanya'dan. Tarlaya bahçeye bir şey de ekememişlerdi. Çocukların sorumluluklarını vicdanlarında kara bir leke gibi taşımak huzurunu kaçırıyordu köylünün. Abilerini aramış, “Gel kardeşlerinin başına, sefil oldu yavrucaklar,”demişti muhtar. “Ankara karışık!” diyebilmişti sadece. Birkaç ay sonra muhtar bir mektupla çıkıp geldi avluya. Hamza için mektup müjde demekti bunca habersizliğin ardından. Para göndermiş olabilirdi abisi. Okul bitti, yettim geliyorum kardeşlerim diyebilirdi. Bir umut dayayıp sırtını annesinin gövdesine muhtarın mektubu okumasını bekledi Hamza. “Abiniz okulda çıkan bir çatışmada... Başınız sağ olsun!” Sare Kadın’ın dalları fırtına vurmuş gibi sallandı. Kocaman dallardan biri o an hızla kuruyup yere düştü. Düştüğü yerden kan sızdı.
Başsağlığına geldi köylü peyderpey. Hamza annesinin dallarından birine tırmanıp bütün gün orada saklandı. Ablası kalan son unla helva kavurdu. Köse Mahmut’un evde kalmış kızı kimseye görünmeden ağaca yanaştı. Eteğinden bir parça çaput koparıp Sare Kadın’ın dalına bağladı. Hamza, “Abim olsa çok kızardı. Hiç inanmazdı böyle şeylere,” diye geçirdi öfke palazlanan içinden. Bir hışımla söktü çaputu yerinden. Ertesi gün tüm dallarda rengârenk çaputlar sallanıyordu. Köyde ne kadar muradı olan varsa selamsız sabahsız avluya dalıyor, okuyup üfleyip bir çaput bağlıyordu. Avlunun ortasındaki efsunlu ağacın ünü kısa sürede civar köylere de yayılmış olacak ki dış kapının önünde kuyruklar oluşmaya başlamıştı. Sağ olsun muhtar ve ihtiyar heyeti kapıya bir masa atıp, beşi beş kuruştan çaput satıyor hem de giriş çıkışları idare ediyorlardı. Böylece olası bir izdiham engellenmiş, köye de güzel bir gelir sağlanmış oluyordu. Yukarı köylerden gelen kör bir adam vardı. Ona Müştak Baba diyorlardı. Elinde bir saz Sare Kadın’a türküler yaktı. Hamza’nın yüreği bir Müştak Baba’ya kaynadı. O söyledi annesi ağladı. Ağladıkça dalları göğe doğru uzandı. Adam bir ara Hamza’nın başını okşayıp, “Bu insanları yollayın avlunuzdan evlat. Ananız rahatlasın gayrı,” dedi ve gitti. Ablası Füruh Nene de dâhil herkesi kovdu avludan. Uzun zamandır ilk defa sessiz ve ıssız kalmışlardı. Sevdiler ıssızlığı. Köylü avludan ayaklarının kesilmesine mi, köyü az da olsa rahatlatan yeni gelir kaynaklarının kurumasına mı kızdılar bilinmez uzun süre kimseler kapılarını çalmadı. Kucak kucak yemek taşıyanlar evin önünden geçmez oldu. Önce paçalı, sonra çilli hakkın rahmetine kavuştu. Onlardan geriye kalanlar da birkaç güne tükendi. Çocuklar üç gece aç yattı. Gidip annelerinin köklerine sarıldılar üçüncü gece. Sabahına Hamza kafasına düşen sert bir şeyin acısıyla uyandı. Başını annesinin gölgesinden çıkarıp yukarı baktı. Sare Kadın’ın dallarını ceviz basmıştı. Bir iki sallanıp tüm cevizlerini yere döktü. Hamza ve ablası daha yere düşerken kuruyan cevizleri kırıp karınlarını doyurdu. Sare Kadın üç gün üç gece ceviz döktü. Çocuklarının yüzüne kan, canına can geldi. Üçüncü günün sonunda Füruh Nene avludan içeri, “Müjdeler olsun,” diye girdi. Hamza babasından haber geldi diye sevindi. Füruh Nene, “Kısmet çıktı ablana, hemi de zengin,” dedi. Hamza kısmet ne ola ki diye düşündü. Müjde ise iyi bir şeydir diye kendini avuttu. Ablası ağladı. O ağladıkça annesinin kocaman bir dalı kurumaya başladı. Sonra saçları yalanmış, yakasında gülü yaşlıca bir adam gelip aldı atın üstünde kızı. Hamza bunu oyun sandı. Nasıl olsa akşama geri gelirdi ablası. Gelmedi. O gece Hamza uyurken annesinin kuruyan dalı gövdesini terk etti. Uzaklardan nefes nefese bir baykuş kovuğuna sığındı ağacın. Sare Kadın’ın kalbi baykuşun kalbiyle bir olup gümbür gümbür atmaya başladı. Hamza sabah baykuşun sesine uyandı. Füruh Nene Hamza’ya bir sepet dolusu yemek getirdi. Sepetin dibinde bir de mektup. “Muhtar yolladı, babandan gelmiş, aç oku bakalım.” Hamza sevinçle annesine sarıldı. “Babam dönüyormuş anne, gözlerimizden öpüyormuş!”
Sare Kadın köklerinin ucundan en tepedeki yaprağına kadar titredi. Dallarını al çiçekler bastı. Füruh Nene gördüğü iyiye mi yoksa kötüye mi alamet bilemedi, “Ceviz çiçek açar mı hiç, sen affet ya Hayy, ya Kayyüm!” dedi. Üç gün üç gece mutluluktan uyumadı Hamza. Evdeki boy aynasını kırıp kırmızı kurdelelerle ağacın dallarına astı. Kendi güzelliğini seyretmek hakkıydı annesinin. Gündüz güneş, gece yıldızlar pırıldadı aynanın şavkında. Bir dalına kuş gibi tüneyip tüm yapraklarını öptü annesinin. Üç gün üç gece çiçeklerini dökmedi Sare Kadın. Üçüncü gecenin sonunda tozu dumana katarak ateş kırmızı bir araba yanaştı avlunun dışına. Sare Kadın çiçeklerini düzeltti, yapraklarını rüzgâra tarattı. Hamza koşarak avluya çıktı. Avlunun tahta kapısı gıcırtıyla açıldı. Önce kırmızı kamyonun ucunu gördü. Göğsünün içinde bir el yüreğini sıktı. Mutluluk böyle bir şey miydi? Hatırlamıyordu. Sonra kamyona sıkı sıkı sarılmış küçük kolları gördü. Ardından yeşil fötr şapkasının üzerine tüy kondurmuş bir adam tek eliyle ürkek çocuğu içeri ittirdi. Adamın babası olduğuna emin olunca yüzünde kocaman bir gülümseme sere serpe uzandı. Az sonra babasının boşta kalan elinde tırnakları kırmızı boyalı bir el gördü. Elin sahibi uzun sarı saçlarını savurarak içeri girdiği anda anlamıştı durumu Hamza ama zihni bu görüntünün anlamını şiddetle reddediyordu. Yüzündeki gülümseme serildiği yerden tepetaklak gözyaşıyla birlikte yere düştü. Toprak öfkeyle sarsıldı. Zelzele gibiydi. Annesi evin, kümesin, bahçenin, avlunun ve tekmil köyün altına uzanmış olan köklerini topraktan tek tek öfkeyle çıkardı. Her yer darmaduman oldu. Hamza annesinin devasa, kabuklu gövdesine sıkı sıkı sarılarak omzuna tırmandı. Sare Kadın geriye kalan son sağlam dalına oturttuğu oğlu ile birlikte, köklerini savura savura harabe haline gelmiş olan avluyu terk etti.
Arzu Anlar Saraç
留言