Öykü- Ayhan Kavcı- Çocukluk Müzesi
- İshakEdebiyat

- 20 Eki
- 7 dakikada okunur
Ofisimdeydim. Dişçi koltuğunda bu kez genç bir kız oturuyordu. İki dişine dolgu yapmam gerektiğini söylemiştim. Kız gönülsüz davranıyordu. İşimi rahat görebilmem için ağzını kocaman açmasını istedim; çürükler arkalarda bir yerdeydi. Bir türlü beceremeyince kıza doğru iyice eğilerek iş görmüştüm. O sırada birileri bizi izlese kızı öpüşmeye zorladığımı düşünebilirdi. Uğraşa tepişe dişin dibini kazımaya başlamıştım. Konuşmaya yeltendiğinde ne dediğini anlamak için gözlerine baktım. O kocaman siyah gözler korkunç bir ifadeyle üstüme çevriliydi. Sakinliğimi bozmadan işime devam ettim. Dişin dibine yoğunlaşmıştım, anlıyor musun... Gözler ben bakmasam da üzerime çevriliydi. Ve kocaman açılmış ağız kafamı koparacakmış gibi hazır bekliyordu. Kafamı koparmayacaktı kuşkusuz ama öyle hissediyordum. O kapkara gözler, boşlukta patlayan o bakışlar içimi ürpertmişti. Koltukta uzanan kızın gözleri, hikâyesini dinlediğim Meri’nin gözleriydi. Arkamı döndüğümde bakışlarıyla sırtıma dokunduğunu hissediyordum. Ofisin diğer tarafına geçtiğimde bile başımda dikilip beklediğini… Şimdi bunların saçmalık olduğunu söylemek kolay fakat o gözler o an beni emiyordu. İşimi tamamlamak niyetiyle yeniden kızın yanına gittim. Üzerine eğildim, o gözlere bakmamaya çalışıyordum. Fakat o bir çift karanlık deliğe takılıp kalacaktım. Berbat bir rüyanın uvertürü gibiydi. Ağzı rüyanın kapısını aralamıştı. Dişin dibini oyarken tünele girmiş, beni çağıran uğursuz bir sese yönelmiştim. Bilgisayar oyunlarındaki kovalamacaların bir benzeriydi. Kara deliklerden içeri ta derinlere... bilinmeze... Aklım başımdan uçmuş olmalı ki kızın çığlığını geç duydum. Ben içerdeyken, o dışarıda, felaket biçimde bağırıyordu. Dişin köküne değmemle birlikte kızın beynini yoklamıştım herhalde. Fakat o gözlerden dışarı çıkamıyordum bir türlü. Birinin bana bir şeyler söylemesi gerekiyordu. Sanki diş doktoru değil, kızın ağzının içinde, onu değişik biçimde öldürmeye çalışan bir katildim. Zavallı, uzun süre inleyip karşı koymasına rağmen bunun işe yaramayacağını anlayınca beni itip koltuktan fırladı. Gözleri saçlarının ardına kaçmıştı. Ağzının kenarından kan sızıyordu ve o hali son noktayı koydu. Yığıldım kaldım.
O günün akşamında anneme, Küçükyalı’ya sığındım. Kendimi toparlamam için sessiz bir ortama ihtiyacım vardı ve buna en uygun yer şüphe yok ki annemin çiçek dolu balkonuydu. Ferah balkonda birbirinden güzel çiçekler diziliydi. O renkler ihtiyacım olanı karşılıyordu karşılamasına fakat geçmişin bayat kokusu, dünün gürültülü ayak sesleri yakamı orada da bırakmaya yanaşmayacaktı.
Beni görünce sevindi. Hâl hatır sorma faslı biter bitmez kendi sıkıntılarından konuşmaya başladı. Evini satın almak için teklifte bulunan birisinden söz ediyordu. Bence evi satmalı mıymış, ciddi ciddi cevaplamamı bekliyordu. Dikkatini başka yöne çekmek istedim. Çiçeklerini her gün suluyor mu; bunu sordum, fakat hiç susmadan bana bir yığın şey anlatıp durdu.
Tanrım! Nergis’i yanımda mı getirseydim? Böylelikle kafa kafaya verir, patlıcan oturtmasının farklı üslupları üzerine muhabbete dalarlardı; bu sayede ben de gecetütenin keyfini çıkarırdım, ha.
***
Annem iki kez evlendi. İlk kocası öz babamdı. Daha sonra evlendiği adamdan da bir kızı oldu. Ona hiçbir zaman baba diyemedim. Tarih öğretmeni, aksi herifin tekiydi; şu, elinde cetvel eksik etmeyenlerden; bilirsin... Yedi yaşımda kaybettiğim babamsa inşaat teknikeriydi. Sürekli şantiyelerde çalışır, eve pek nadir uğrardı. Hakkında hep iyi şeyler söylenirdi. Karısını sevmekte usta bir zanaatçıydı. Belki duygusallığımdan böyle söylüyorum. Her neyse... Ben henüz sevgi konusunda kafası basacak kadar büyümemişken Ceyhan Barajı şantiyesindeki iş kazasında öldü. Yedi yaşında bir çocuk evde babasını beklerken bir gün odaya bir sürü babaların doluştuğunu görmüştü. Onlarla göz göze geldiğimde o babalar anlaşılmaz bir nedenle başlarını öne eğip susmuştu.
Ölümle gelen ayrılığın gerçekte ne derin özlemlere gebe olacağını o yaşta anlayacak kadar olgun değildim. İlkokula başlamak üzere olan bir çocuk ölüm dendiğinde, ölen kişinin gittiği yerden de yardımlar göndereceğini düşünebiliyor herhalde.
Ben hep bunun mümkün olduğunu düşünürdüm.
Uykuya dalmadan evvel onu çağırmakla nefes tükettim aylarca. Gelip yardım etmesi için yalvarıyordum. Babamın bir gün çıkıp geleceğine inanıyordum, anlıyor musun?
Hatta bazen kılık değiştirerek bana ve anneme yardım ettiğini, başka kılıklarda bize sevgi ve şefkat gösterdiğini fark etmiştim. Yardımlarını kılık değiştirerek yapmak zorundaydı; çünkü insanlar onun öldüğünü düşünüyordu ve yeniden dirilmekle onları kızdırabilirdi. Bazen bir umut, bazen sıcak bir oda, bazen de on kuruşluk bir simit parası yaratabilen bu birkaç kılık değiştirmiş babamı görünce sevinç duyar, Tanrıya teşekkür eder, neşe saçardım.
Annem inançlı biri olmam için elinden geleni yaptı. Tanrı, melekler, öte dünya, cennet ve cehennem... Bütün bunları anlatırken benim anlamadığım üslupla konuşurdu; fakat anlamadığımı görüp de üzülmesin diye kendimi bütün o garip şeyleri anlıyormuş gibi davranmaya zorlardım.
Ve bunlar yaşanırken o eli cetvelli tarih hocası bana daha fazlasını anlatması için anneme kesinlikle fırsat vermez, onu evin içinde eşek gibi çalışmaya zorlardı. Annem benimle ne zaman ilgilenmeye kalksa o it herif kıskançlık krizine tutulurdu. Hamarat kadın hangi işi layıkıyla yerine getirse gerçekte nasıl bir süprüntü olduğunun tarihçesini dinlemek zorunda kalarak ödüllendirilirdi. İyi bir yemek pişirmişliğinin ödülü güzelim iki tabağın yoktan yere kırılmasıydı. Evi baştan aşağıya temizlemesi, tepeden aşağıya bir güzel dayak yemesi demekti. Annem eğer bir komşusunu ağırlamışsa, bu kez her iki kadının orospuluk tarihçesini dinlerdik. Bir yere oturmaya gitmişse eve döndüğünde bir gözünün morarma ihtimali yüksekti kadının, anlıyor musun?
Sobayı yakmaya korkardı. O dondurucu kış günlerinde bir çuval kömürün üstüne oturmuş, ellerimi ovuştururken o köpeğin eve dönmesini beklerdim. Eve gelmeden önce kahveye uğrayıp tavlaya oturmaması için dua ederdim. Üşümeyeyim diye annem beni alt kattaki komşumuz Münevver teyzeye dahi göndermeye korkar, aklına böyle bir şeyi getirmek istemezdi. Akşam vaktinde evde olmamam annemin kolunun ya da bacağının kırılma olasılığını arttırırdı.
Küçüktüm ve zavallının bu zindandan kurtulmasına yardım edemediğim için üzülürdüm. Orospu çocuğu dışarıda saygı gören bir portre çizmeyi başardığından kimse bize inanmaz, oralı bile olmazdı. İşte o karanlık günlerin gecelerinde dualar öğrenmiştim; lanetim Tanrının kulağına ulaşabilsin diye kuvvetli üflemeyi iyiden iyiye pekiştirecektim.
Lanetimi duyan Tanrı gidip onu bulması için ölüm meleğini görevlendirecek ve o da orağını o kahrolası herifin kafasına bir meyhane masasının başında indirecekti. Öldükten hemen sonra rakı şişesinin dibine batmış bir vatoza dönüştüğü söylenen bok herif masada kalp krizi geçirince artık serbesttik. Özgürdük, bunun ne demek olduğunu anlayabiliyor musun? Televizyonun karşısına geçip mandalina yemek istediğimizde artık bunu yapabilecektik. Mandalinayı korkmadan yemenin ne demek olduğunu bilir misin?
Annem bütün bunların acısını o küçük kızdan çıkarmaya kalkışmadı. Kız kardeşimin yarısı tam bir şerefsiz soyundan gelse de zavallı kadın onu kendi etinden tırnağından yaratmıştı. İyi yetişmesi için elinden geleni esirgemedi. Fakat kızın genleri ne de olsa bozuk. Babasının ne menem bir şerefsiz olduğunu hatırlamayacak ama yine de bir yerlerde unutulmuş uğursuz bir mıknatısın çekim alanına kapılıp sofuluk rüzgârlarına yelken açacaktı.
Erkeğin gaddarlığına karşı, kadının sofuluğu… tarihi tekerrür ettiriyordu sanırım. Tarih yeniden kendini bahşedecek, o cağnım sofuluk bu kez de kız kardeşimin bedeninde vücut bularak ona sevdalanma bahtsızlığını yaşayacak herhangi bir erkeğin gönlünü deşerek, zavallının ruhuna dayak atarak eğlenmeye çalışacaktı.
***
Bazen Münevver teyze beni evinin kapısında yakalar, bir portakal uzatırdı. Portakalla kandırıp beni içeri almaktaki asıl niyeti eve gitmemi engellemekti kuşkusuz. Çünkü evde vahşete tanık olacağımı, hüngür hüngür ağlayarak bir köşeye sineceğimi biliyordu. Yukarıdan gelen gürültü patırtının ne anlama geldiğini bilirdim. Fakat Münevver teyzelere girdiğimde o sıcak ev, yanan sıcak soba… bunlar teselli olurdu bana.
Sobanın arkasında otururken bazen bir ekstra niyetine, önüme güllaç gelirdi. Yukarının soğukluğu ve gürültüsüyle aşağının sıcaklığı ve sakinliği arasındaki zıtlık kafamı karıştırırdı hep. Evlerin birbirinin aynısı olduğunu düşünürdüm. Duvarlar, kapılar, eşyalar... bir evde bunlardan başka ne olabilirdi ki? Oysa Münevver teyze ve onun şeker kocası Galip Bey çok farklı insanlardı.
Çocukları yoktu. Bendim çocukları. Eminim ki evde yaşadıklarıma benden çok üzülüyorlardı. Beni bütün mahalle severdi. O itin haricindeki herkesle aram iyiydi. Kırmızı burnum vardı. Parlak gözlerim ve her şeye kendimce anlam katabilen bir yüreğim... İşleri akıl yürütür, biliyorum; fakat ben yüreğimle yapardım her şeyi.
Bütün bunlar, yapabildiğim her şey, evim dediğim yerin kapısından içeri adımımı attığımda eriyip giderdi.
Bir keresinde güllaç yerken Münevver teyze eski insanların on iki aya nasıl adlar taktıklarını anlatmıştı. Trabzonluydu, hemşerilerinin aylara farklı adlar taktıklarını, ocak ayına galandar dediklerini söylemişti. Anlattığına bakılırsa kış mevsimi aslında galandarda başlıyormuş ve galandar -doğru telaffuzu kalandardır- sonra küçük ay, sonra büyük ay, sonra abril ayı... sonrasını hatırlayamıyorum; belki bu söylediklerimi de yanlış hatırlıyorum.
Evet, Ocak, Şubat, Mart, Abril kiraz ayı. Haziran... Gerisi gelmiyor aklıma. Hatırladığım, o nenenin kiraz ayında doğduğuydu. Bense hangi ayda doğduğumu söyleyememiştim. Sordu fakat cevap veremedim. Aha da hatırladım. Aralık ayına ahiret ayı diyorlardı, tamam.
Portakalla kandırıldığım bir başka gün, içeri girip sobanın başında bir güzel ısındıktan sonra Münevver teyze apartmanın bodrumundan bir kova kömür alıp gelmemi rica etmişti. O yaşlı insanlar o gün felaket derecede grip olmuştu. Yardımımı istemeleri doğaldı fakat kömürlükten oldum olası korkardım. O it bile beni dayakla tehdit etse kömürlüğe inip de bir şey getiremezdim. Bodruma giden avluda en üst katta oturan Hayri Dede’yi yıkamışlardı. Aylar süren hastalığının ardından ölünce mahallede ufak bir tantana kopmuştu. Söylenenleri anlamayacak kadar günahsız ve umutluydum.
Onu avlunun ortasında yıkamaya koyulduklarında bir köşeye saklanıp ne yaptıklarını görmek istemiştim. O beyaz vücut tanıdığım Hayri Dede’nin vücudu olamazdı. Gördüğüm bir hortlaktı ve hemen her gün anneme terör estiren o gaddar adamı korkutmak için oraya uzanmıştı. O terörist korkutulmayı hak etmişti çünkü ödemesi gereken kirayı Hayri Dede’ye ödemiyordu. Hayri Dede de bir numara çevirmek isteyip hortlak ayağına yatmayı akıl etmişti.
Fakat onun bir hortlakla iş birliği etmesini yadırgamıştım çünkü oyun amacıyla bile olsa oraya yatıp uzanması korkunçtu. Onu yıkamakla görevli kişiler uzuvlarını sıcak suyla ovalayıp duruyorlardı. Yerlere damlayıp uzaklarda kaybolan su, içinde ufalmış hortlakların uçan bir halı üstünde halay çekerek gitmelerine el vererek ta aşağılara kadar uzanıyor, bütün mahalleyi kuşatıyordu.
Orada, büyümüş gözlerle olup bitenleri izlerken, bu talihsiz dekorun üstünden yıllar geçmesine rağmen, kuru bir günde yokuş aşağı süzülüp gelen bir su akıntısını ne zaman görsem acayip derecede ürpereceğimi, kendimi zorlasam bile bu histen kurtulamayacağımı kuşku yok ki bilemezdim. Bugün bile sokak aralarında sık sık görebileceğimiz atık sularla karşılaştığımda o hortlaklara basmamak için yolun diğer tarafına geçer, öyle yürürüm.
***
Ayaklarımı balkon demirlerine uzatmıştım. Çevreme bakınırken gözüm bir ara yoncaların arkasına istiflenmiş öteberi kutusuna takıldı. 74 senesinde Polonya Pazarı’ndan aldığım o takım-taklavat kutusunun sanki daha dün alınmışçasına parlayarak orada durması tuhaftı. Kutunun parlaklığı kadar 1974 Temmuzunun o parlak günü de tüm tazeliğiyle gözümün önüne gelecekti. Ankara, Polonya Pazarı’nda tornavida ve çekiç ararken eve o zımbırtı kutusunu alıp dönmüştüm. Basit bir kutu değil de sanki bir sığır alıyormuşum gibi, bayağı da pazarlık etmiştim satıcıyla. Temmuzu unutmayışımın asıl nedeni başka bir şeye dayanıyordu. Bütün esnaf Kıbrıs’a çıkan askerlerin son durumlarını aktaran haberleri dinliyordu radyoda. Yüzlere hâkim kaygı ifadeleri radyo spikerinin müjdeli haberleriyle ağırdan ağıra tebessüme dönüşüyor, bu moralle biz de tezgâhlarda duran malları ucuza kapatma şansını yakalıyorduk.
Bu eşyalardan çok sonraları doğup bu eşyalardan çok önceleri ölen insanlar tanıdım. Onların üstüne oturup o eşyalara dokunup üstünde yürüyüp falanca ya da filanca şeyi yapan, kestane kavuran ve Tatlı Cadı’yı seyreden insanların çoğu savrulup gitmişken, şimdi bu eşyalar...
Orası annemin evi ama aynı zamanda benim müzem olduğu kesin.
Ayhan Kavcı




Yorumlar