top of page

Öykü- Mustafa Seyfi- James Bedford Sendromu ve Ezilmiş Kedi Cesetleri

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 27 Eyl
  • 8 dakikada okunur

“Ezilmiş kedi cesetleri görüyorum durmadan. Yol kenarına atılmış, kimsenin kaldırmadığı, çürümüş kedi cesetleri. Gelip geçiyor yanlarından arabalar, yayalar, başka hayvanlar… Ben de geçiyorum öylece… Rüzgâr esiyor hiçbir şey olmamış gibi, güneşin renginde bir değişme yok. Tanrı, fildişi kulesindeki sessiz ve yabancı bir derebeyi. Ezilmiş kedi cesetleri her yerde. Yaşarken sıkıntı yok, hatta sevgisini bedava göstermek söz konusu oldu mu onlardan birinci kimse yok. Ama öldüklerinde kimse yüzlerine bakmıyor. Kedi cesetleri, ezilmiş ve hep aynı yerde. Kimse kaldırıp bir yere gömmüyor onları, bir çöp tenekesine bile bırakmıyor. Ben de öyle… Sanki görmemizi istiyorlar ezilmiş kedi cesetlerini, bundan bir çıkarları var gibi.”

Afşin Bey gözlerini yine uyku ile ilgisizlik arası bir kıvamda kısarak mırıldandı. Bu mırıltısı; bir sözcüğü ifade etmekten daha çok, karşısındakinin söylediklerini anladığını belli etmenin vasıtası bir mırıltıydı. Söylediklerimi tabii ki anlayacaktı, onun da konuştuğu dilde anlatıyordum her şeyi. Üstelik nakit ve faturalı ve kırmızı reçeteli. Ama ben dediğimi anlayacak değil, dediklerimi hissedecek bir psikiyatriste ihtiyaç duyuyordum. Mırıltıdan başka bir karşılık gelmeyince sustum. Benim suskunluğumdan sözün kendisine geldiğini anlayıp konuştu:

“Peki, bu gördüğünüz kedileri sizden başka gören, gördüyse tepki verenler oluyor mu hiç?”

Yine aynı tarife. Psikiyatrinin en temel yanlışı bu; en basit anlatıya dahi soruyla karşılık vermek. Senin soru işaretini alıp noktasını yukarıda tutmak, baş aşağı sallandırmak. Senin sorun da soru mu ulan, deyip alnının çatından başka bir soru ile vurmak. Yıllardır görüyordum bu adamı, yıllardır anlattıklarıma aynı soruları soruyordu. Mekanik bir duygudurum bozukluğu vardı sanki aramızda. Sadece kelimelerin yerlerini değiştirerek ve terapi sonunda aynı antidepresanı iki ay yetecek miktarda reçete ederek... Madem her seansın sonunda ilaç verilecek, madem beynim yasal yollarla ve düşük dozajda uyuşturulacak, madem bu kadar kolay etkisiz hale getirilecek çoktan infilak etmiş ve pimi kaçmış bilincim; öyleyse neden ben burada bütün mahremimi döküp saçıyorum?

Sorduğu soruyu çok ciddiye almadığımı belli etmek istercesine kafamı camdan dışarıya, benim dışında akıp giden hayata çevirdim. Dışarıda akşama yürüyen günün türküsünü söylüyordu ağustosböcekleri. Afşin Bey camı kapatıp Beethoven’ın Pastoral Senfonisi’ni açtı. Çift camlı karanlık pencerenin bir yanında mevsimin sesi, diğer yanında ağustosböcekleri vardı şimdi.

“Başkalarının görüp görmediğini bilmiyorum,” dedim, “ama oradalar. Refüjlerde, ceplerde, çakıl taşlarının üzerinde… Dışına atılmışlar yolun. Arabayla giderken görüyorum onları. Bazen de yürürken. Yolun ağaçlandırılmış orta kısımları var hani, onların kenarında, kaldırım taşlarının yanında, beton kenarında, hep bir şeylerin kenarında, dışarı atılmış ve itilmiş. Beton. Uygarlığımızın alt metni, üst metni, bilinç tohumu. Beton, ölü bedenin toprağa kavuşup rahat etmesine mâni olmak için var sanki… Ben kedi cesetlerine kitlenmiş dururken. Evet, başkaları da var ama o başkaları ne kadar var? Ezilmiş kedi cesetlerini görüyorlar mı? Arabadan inip yoldan geçenleri durdurmam ve onlara sizin sorduğunuz bu soruyu sormam lazım. Çok saçma olmaz mı sizce de?”

Afşin Bey’in gözleri birkaç milim yukarı oynadı. Yıllardır kliniğine gelen, ismini biten her terapi sonunda unutup her yeni terapi öncesi ajandasına bakarak hatırladığı bu genç hastasına uzun uzun baktı. Muhtemelen daha evvel böyle agresif bir çıkış yapıp yapmadığımı hatırlamaya çalışıyordu Freudyen yarı tanrı zihninin içinde:

“Gerçek olup olmaması açısından değil, yalnızca diğer insanlar da size benzer tepkilerde mi bulunuyorlar, yoksa çok önemsemeden geçip gidiyorlar mı, onu merak ettim.”

Gözlerimi sokak manzarasından aldım, eski yerine, doktorun birkaç milim yukarı oynamış gözlerine bıraktım.

“Ne önemi var Afşin Bey? Onların önemsemesi yahut önemsememesi. Ben size bambaşka bir şeyden bahsediyorum. Neden bu kadar çok kedi cesedi var bütün bu yollarda? Ve neden hepsi ezilmiş? Hepsi de gözümüzün ya da sadece benim gözümün önüne geliyor sürekli… Neden ben takıyorum bu meseleyi? Bu bunalım dibini göremeyeceğim kadar derinleşti de kendi kendime yeni kederler mi keşfetmenin peşindeyim?”

Açıkçası sıkılmıştım artık. Duyduğum bütün saygıya karşın psikiyatriden de psikiyatriyi meşgul eden müstakil dertlerimden de. Psikiyatri seni derdinden kurtarmıyor, sana derdine alışmayı öğretiyordu sadece. Sadece ezilmiş kedi cesetleri değildi gördüğüm, daha bir sürü şey görüyordum. Kimsenin görmediği yüzlerce, binlerce şey. Herkes sarhoş olurken tek başına ayık kalmanın hüznü vardı üzerimde. Naftalin kokulu bir hüzün. Özel mülkiyeti bana ait bir hüzün. Tapusu, şerhi, ödenecek vergisi bana ait bir hüzün. Altın prangayla koluma takılmış bir hüzün. Daha iyi bir yol açmanın en mühim şartı, kötü olan o ilk yolu açmakmış. Kötü olan o ilk yoldaki taze hüzün…

Bazen her şey birdenbire eskimiş gibi gelirdi bana durup dururken. Yürüdüğüm asfalt yol, tepeden sızan gün ışığının açısı, son model bile olsalar geçen arabalar, kızların giyindikleri, genç adamların tıraşları, dükkanların tabelaları, camlardaki reklam yazılarının fontları, renkleri, cep telefonumun kulaklığından ruhuma sızan şarkının notaları… Bunu ilk defa yirmili yaşlarımın başında, alelade bir pazar günü keşfetmiştim. Baharın sıcağına inat yürürken Çanakkale asfaltının yanı başındaki kıytırık kaldırımda. Baktığım her şeyden bir nostalji dumanı sızmıştı beynime. Gelecekten bugüne, geçmişin bir yansımasına bakıyormuşum gibi. Şimdi yine o hissin sınırları içinde buluyorum kendimi. Bunu Afşin Bey’e ilk kez anlattığımda uykuya ramak kalmış kısık gözleri ve anladığını belli eden o yüce mırıltısı ile karşılık vermişti yine. Çareyi de antidepresanımın dozajını yükseltmekte bulmuştu. O sebeple bir kere daha aynı şeyi anlatmak gelmiyordu içimden. Belki de ruhsal sıkıntılarına fabrikasyon çözümler bulanlar gibi yapmalıydım ben de; adımı, burnumu, yüzümü, her şeyimi değiştirmeliydim. Ama bütün bunlar değişse de korkuları, hezeyanları aynı kalıyordu insanın. Belki de bu sebeple en zor iş psikiyatrlarındı. Onların elinde estetik cerrahlarınki gibi neşterler yoktu.

“Benzer vakalarda geliştirilen tedavi yöntemlerinde şuna çokça rastlıyoruz ki,” diye söze girdi Afşin Bey.

Aldığı paranın hakkını vermenin derdindeydi. Buna profesyonellik diyorduk. Yadırgamıyor, takdir ediyordum. Hiçbir şeyin hakkını vermesek bile -arkadaşlığın, dürüstlüğün, sevginin, hatta katıksız düşmanlığın- paranın hakkını vermemiz gerekiyordu. Napolyon’u boşuna itham ediyordu herkes. Lidyalıların bu işten gram günahı yoktu. Hepsini biz uydurmuştuk. Hepimizin ortak günahıydı yeni dünya düzeni dediğimiz bu ucube. Sıkıntıyla camdan dışarıya, sahil yoluna diktim gözlerimi. Adamın biri dalgın yürürken eğilip yerden bir çakıl aldı ve denize fırlattı. O çakıl belki beş yüz yıl denizde kalacak şimdi.

“…ilaç tedavisinin yanında bazı deneysel ek uygulamalar da fayda getiriyor.”

Profesyonellikte ısrarcıydı psikiyatristim. Ne var ki bunun için her seferinde aynı cümleleri kullanıyor, hatta çoğu kez kelimelerin yerlerini bile değiştirmiyordu. Bu da onlardan biriydi işte. Benzer vakalar için geliştirilen tedavi yöntemleri ve bazı deneysel ek tedaviler… Bana neydi bunlardan? Benzer vakalara benzer tedavi uygulanacaktı her seferinde madem, benim ne işim vardı burada? Muhasebeci için önüne gelen faturadaki rakam, kasap için tezgâhta dövdüğü et, duvar ustası için elinden tek tek geçirdiği tuğlalar neyse, bu adam için de ben oydum… Kızmıyordum. Birbirinin kötü kopyası moloz yığınlarıydık zaten her birimiz. Doğanın bizi alıp tarih adını verdiğimiz uydurma olgunun çukuruna atacağı günü bekliyorduk işte. Belki de kendime, benimkine benzer acılar yüzünden hayatını mahvetmiş bir psikiyatr bulmalıydım. Belki de bu iş de böyle birbirinden bağımsız uzmanlıklara ayrılmalı ve her psikiyatr hangi hususta hayatını bombok ettiyse, o hususun uzmanı olmalıydı. Aşk acısı çekenler kendine aşk acısı çekmiş bir psikiyatr bulmalıydı, intihar düşünenler geçmişinde intihar denemiş bir psikiyatra danışmalı, cinayet işlemeye meyilli olanlar cinayetten hükümlü bir psikiyatrın kapısını aşındırmalıydı. Öbür türlü beynimizin götten, ‘ruhsal bunalım’ımızın da basurdan bir farkı kalmıyordu.

“Sizin için de benzer bir yol izlemenin doğru olduğunu düşünüyorum.”

İçimdeki gürültünün yoğunluğundan, doktorun ne dediğini kaçırmış ve yalnızca sözlerinin sonuna yetişebilmiştim. Neyse ki daha evvel onlarca defa dinlediğim için ezberime almıştım her şeyi, yani pek kaybım olduğu söylenemezdi. Karşımdakinin sözlerini bitirdiğini belli edercesine huşu ile bana bakmaya başladığını fark edip, ben de gayriihtiyari bir şeyler geveleme ihtiyacı hissettim.

“Biliyor musunuz Afşin Bey, bir seferinde bütün gün Hamsun’un Açlık’ını okumuştum,” dedim. Daha evvel ezberden verdiğim yanıtların dışına çıktığım için bu durum Afşin Bey’in de ilgisini çekmişti, oturduğu yerde kıpırdanır gibi oldu, göz kapakları birkaç milim daha yukarı çıktı. “Sonra gecesinde rüyamda elimi saçlarıma attım,” diye devam ettim, “bir tutam saç döküldü avucuma. Parmaklarımın ucunda çevirdikçe sarardı durdu saçlar, hani şu otogarlarda satılan ucuz pişmaniyeler gibi. Çevirdikçe büyüdü, kabarık bir peruğa döndü.”

Afşin Bey şaşkınlıkla yüzüme bakıyordu. Uyku ile ilgisizlik arası kısılmış duran gözlerini ilk defa böyle apaçık görüyordum. Kendimce bir başarı bile sayabilirdim bunu. Yıllardır Freudyen eğitim almış bir karabasan gibi duruyordu karşımda. Fakat bu defa ben onu kendi tuzağına düşürmüş, benim için hiçbir önemi olmayan bir rüyayı anlatarak kendi çukuruna çekmiştim.

“Lütfen,” dedi daha evvel yüzünde rast gelmediğim bir endişeyle, “devam edin rüyanızı anlatmaya.”

“Kusura bakmayın doktor, daha fazla anlatamam.”

“Neden?”

“Bu kadar soruya bu kadar yanıt.”

“Terapilerin doğruluğunu ve işlevselliğini mi sorguluyorsunuz?”

Durdum, camdan dışarısı ilgimi çekmişti yine. Beyaz kürkünde kara lekeler olan bir yavru kedi gördüm bu defa karşı kaldırımda; ürkekçe yolu gözlüyor, karşıya geçmeye uğraşıyordu. Sonra Afşin Bey’e döndüm:

“James Bedford’u tanıyor musunuz Afşin Bey?”

“Kim?”

“James Bedford. Sizin meslektaşınız. Kanser hastası. Elli küsur yıl önce kendini bir tüpün içinde donmaya bırakmış. Kanserinin çaresi ileride bir gün bulunursa tekrar çözülüp tedavi edilsin diye…”

“Anlamıyorum, konumuzla ne ilgisi var?”

“Bence ben James Bedford Sendromu’ndan muzdaribim. Belki de ne sizde ne de dünyanın başka herhangi bir noktasında şu an benim sıkıntılarıma karşılık verebilecek bir tedavi yok. Kendimi bir tüpün içine sokup donmalı ve tedavimin geleceği güne kadar öyle buzlar içinde durmalıyım. Belki uyandırılacağım gelecekte kedi cesetlerine de bir çare bulunmuş olur.”

Afşin Bey’in gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açıldı. Kahverengiydi bu gözler, ilk defa o an fark etmiştim. Dudaklarını kararsız kımıldatıp yutkundu. Sırf konuşmak için konuşacaktı, biliyordum. Oyunu kaybetmesi aşikâr satranç oyuncusunun yaptığı savruk hamleler gibi döküp saçacaktı kelimeleri.

“Dedikleriniz yeni bir bunalımın, hem de ciddi bir bunalımın yansıması. Bu çok belli. Üstelik bahsettiğiniz yöntem, hani şu tüpte dondurulma olayı, günümüz şartlarında halen ilkelliğini koruyor. Dediğiniz gibi ileride kim bilir neler olur? Derebeyi dediğiniz tanrı ile ilgili sorular da yanıt bulur. Unutmayın, su her zaman kabın şeklini alır. Hem sonra…”

Elimi kaldırıp sözünü kestim. Saçmalıyordu. Herkes ve her şey saçmalıyordu etrafımda. Ben kedi cesetleri görüyordum kaldırımlarda ve otoban kenarlarında. Benden başka kimsenin görmek istemediği kedi cesetleri. Oysa hiçbir şey yokmuş gibi, “hem sonra…” diyordu doktor, belli ki saçmalığına kutsallık atfedecek kelimeler seçmişti kendine. “Hem sonra…”

‘Hem sonra’sı yoktu. Olsa bile sonra ne olacaktı ki? Ne olabilirdi? Bilim gelişecek ve biz evrenin karanlığını adım adım aşıp geçtikten sonra o kadim tanrıya mı ulaşacaktık? O bizi oturduğu yerden selamlayıp yorgun ve bilge bir gülümsemeyle karşılayarak, Nerede kaldınız, uzun zamandır sizi bekliyordum, hakkımda binlerce masal, efsane, mit yarattınız, dinler kurdunuz ve bunların hepsi beni şimdi bulmanıza yardım eden bilimin öncülleriydi ama neden bunca geç kaldınız, mı diyecekti. Su her kabın şeklini alır; yalnız kap kendinden küçükse. Ama su büyürse her şeyi katar önüne, içine alıp yok eder ve ‘kaplar’ onun şeklini almak zorunda kalır.

“Anladım,” deyip gülümsedim Afşin Bey’e. O da zoraki gülümsedi, gözleri yine aynı alakasızlık sınırına gelerek kısıldı. Koltuktan kalkıp masasına, bilgisayarın başına geçti. Klavyedeki tuşların tıkırtıları doldurdu odanın içini, sonra da yazıcıdan çıkan kâğıdın sesi. İşte geliyordu reçetem. Ne kadar kolaydı. Bir kâğıt parçasının üzerine dökülmüş sembolleri eczacıya uzatacak ve derdimden kurtulacaktım. Yaşasın uluslararası ilaç kartelleri.

Afşin Bey’le birlikte ayağa kalktım, kısık gözleri ve resmi gülümsemesiyle reçeteyi uzattı. Göz ucuyla bakıverdim; mevcut ilacımın dozajı yükseltilmiş, bunun yanında tedavimin ilk zamanlarından bildiğim çok daha ağır bir ilacı da -yine yüksek dozajda- tekrardan yazmıştı. Başa dönmüştük. Hatta daha da geriye. Başlangıç noktamız sıfırsa, ben eksiye gerilemiştim demek ki onun gözünde. Ve bugünkü sorgulamalarımın karşılığı da bu olmuştu; daha çok ilaç, daha ağır ilaç, yasal yollardan uyuşturmak bedeni ve aktif uyku. Rüyaların rüya olduğunu bilerek gelen o kuru uyku. Düşünmemek, görmemek, varlığın yarattığı kusma hissini duymamak için her gün tok karna birer tane. Ama şimdi yine yola çıkacak ve ezilmiş kedi cesetleri görecektim her yerde. Kimsenin umursamadığı; umursamadığı için de görmediğini iddia ettiği, varlığını inkâr ettiği kedi cesetleri.

Reçeteyi katlayıp cebime koydum ve daha evvel yapmadığım bir biçimde elimi uzattım Afşin Bey’e. O da karşılıksız bırakmadı beni ve tokalaştık. Bu tokalaşma, aramızdaki terapi ilişkisine bir veda niteliği taşıyordu ve bu gizli gerçeği şimdilik yalnız birimiz biliyorduk.

Kliniğin kapısına çıktım. Karşı kaldırımdaki eczaneyi ve az evvel camdan izlediğim, eczane eşiğindeki yavru kediyi gördüm. Cebimde katlanmış reçetemle, sağa sola bakma ihtiyacı duymadan karşı kaldırıma aheste yürüdüm. Ağustosböcekleri ötüyordu gene; sanki bildikleri bir şey vardı ve bizi de uyarmaya çabalıyorlardı. Reçeteyi yırtıp çöp tenekesine bıraktım. Eğildim, eczane kapısındaki yavru kediyi kucakladım ve eve doğru yollandım.


Mustafa Seyfi



1 Yorum


Can Sezer
Can Sezer
29 Eyl

 Öykünün dili yer yer roman olabilecek kadar geniş, yer yer şiir gibi keskin. M. Seyfi bu öyküsü ile bir sahneden bir evren yaratma ustalığına ulaşmış görünüyor. Yolu doğru, sesi güçlü, kalemi özgün bir yazarın kendi adıyla anılacak öykücülüğü için sağlam bir eşik olmuş diyebilirim. Yolun açık olsun...

Beğen
bottom of page