Öykü- Zeliha Tamer Uçar- Maça Ası
- İshakEdebiyat
- 4 gün önce
- 8 dakikada okunur
Yarım saattir gözleri meyhanenin kapısında. Gelen giden yoktu. Ekilmiş olabilir miydi? Gelmezlerse şaşırmayacaktı. Belki de trafiğe takılmışlardı. Üçü birden trafikte olamazdı ya. Tutamadığı alaycı bir gülümsemeyle dudakları iki yana yayıldı. Bunca yıl sonra ne halt etmeye görüşeceklerdi. Çok hevesliymiş gibi erkenden gelip oturmuştu.
Öve öve bitiremediği mekânı burası mı? Adama bak, güya işletme fakültesi mezunu. Dikiş tutturamadım demiyor da meyhane işletiyorum diyor. Baba parası suyunu çekmiş demek. Sözde işletmenin sahibi, mal almaya gitmiş. Amele, ne olacak. Hah... Etrafa bakındı, uğultulu, izbe bir yerdi. Yan masadan yapmacık kahkahalar yükseliyordu. Aralarındaki konuşmalara kulak kabartınca kadınlı erkekli bir iş yemeğinde olduklarını anladı. Niçin bu mekânı seçmişlerdi ki! Salaş yerler bit pazarları gibi, her dem revaçtaydı. Sigara dumanları uç uca sıralanmış beyaz bulut kümeleri gibi burgaçlanarak tavana yükseliyordu. Bile isteye gelip şu masaya oturduğuna inanamıyordu. Ne işi vardı bu üçüncü sınıf yerde?
İki hafta önce Facebook’ta takipleşmeye başlamışlardı. Mezun oldukları yıl okul iflas bayrağını çektiği için pilav günleri bile olmadı. Dile kolay, on üç yıl olmuş diplomayı alalı. Üçü hâlâ görüşüyormuş, isteseler yıllar önce onu da bulurlardı. Sahi neden irtibatı kesmişti onlarla? Çok önemli bir sebebi yoktu belki de. Zaman, yürünmeyen yolları otlarla kapatırdı nihayetinde. Geçmişe sünger çekmişti çoktan, bundan sonra canciğer olacak değildi. Yapacak daha iyi bir şeyi yoktu bu akşam. İtiraf edemese de sırf meraktan gelmişti.
Kapıdan giren Halit mi? Fotoğrafından daha yaşlı göründü gözüne. Masaya yaklaşınca heyecanla ayağa fırladı.
“52 Murat. Hiç değişmemişsin oğlum.”
Sıkıca sarıldılar. Tam o sırada bir şaplak yedi ensesine. Halit’in kollarından kurtulup sertçe döndü, ensesindeki eli bileğinden yakaladı. Karşısında Erdinç’i görünce saniyeler önce hırçın bir deniz misali kabarıveren öfkesi yatıştı.
“Dur ulan benim, ben,” diyerek arsız bir kahkaha attı Erdinç. “Hiç değişmemişsin. Eskiden de sevmezdin el şakasını,” deyip boynuna atıldı Murat’ın, “özlettin be... Nerelerdesin eşek herif...”
Üç eski arkadaş masaya oturdular. Halit neşeyle Murat’ın omzuna vurdu.
“Nerelerdesin oğlum, bizden koptun. Yıllardır cuma geceleri buluşup kafaları çekiyoruz... Erkan yok mu?”
“Sebze meyve haline gitmiş, garson söyledi.”
Halit, Murat’ı baştan ayağa süzdü. “Facebook’una baktım da gelmez diyordum. Ne yalan söyleyeyim koskoca genel müdür olmuşsun, beğenmezsin bizi diye düşündüm.” “Oğlum ben günün sonunda maaşlı bir beyaz yakalıyım. Asıl sen almış yürümüşsün.”
“Peder sağ olsun, baktı yedi yıl olmuş hâlâ üniversiteden mezun olamıyorum, kulağımdan çekip işin başına oturttu.”
“Tekstil işinde iyi para var.”
“Yapıyoruz bir şeyler.”
Murat, omzunda bir el sıcaklığı hissetti. Başını çevirip baktığında Erkan’ı gördü.
“Ooo beyler hoş geldiniz. Oturun, oturun.”
Murat ayağa kalktı. Öyle içten sarıldılar ki sanki araya yıllar girmemişti. Bir anda bütün kaygılarından sıyrılıverdi. İlk gençliğinin evindeydi yeniden. Demek o da özlemişti. Erkan’a şöyle alıcı bir gözle baktı. Saçlarının tepesi hafifçe açılmış, göbeklenmişti. Beyaz gömleğinin düğmeleri göğsüne kadar açıktı. Burun estetiği geçirmişe benziyordu.
Erkan, yakındaki garsona el işareti yaptı. “Donatın masayı,” diye talimat verdi. Bir anda ev sahibi havasına bürünmüştü. “Beyler siz keyfinize bakın, ben bir mutfağa uzayayım, hemen geliyorum. Arnavut ciğeri yaptırıyorum.”
Erkan, birkaç dakika sonra ağlarda oynaşan balıkların hâlâ hayat dolu neşesiyle masaya döndü. “Beyler, bu akşam için aldığım balıklar öyle taze ki parmaklarınızı yiyeceksiniz.”
Erdiç, “Yapma be... Şimdiden ağzımın suyu aktı,” dedi.
Halit, garsonun doldurduğu rakı bardağını bir dikişte içip bardağı sertçe masaya vurdu. “Okul anıları unutulur mu hiç?” dedi Murat’a dönerek, “9-D, ne yaman bir sınıftık.”
“Hababam sınıfından aşağı kalır değildik,” dedi Erdinç, “aramızda tek ders dinleyen sendin Murat.”
“Ha, ha... Fizik hocası beni en öne oturtmuştu?”
“Bari bunu kurtarayım, diye düşünüyordu çünkü. Haksız da değilmiş...” dedi Erdinç.
Garson sıcak mezeleri dağıttı masaya. Erkan sandalyeyi çekti, otururken lafa karıştı. “Ulan ne adamdın, mıknatıs gibi nerde kavgacı tip var kendine çekiyordun.”
Erdinç, kaşıyla Murat’ı işaret ederek, “Ben olmasam Sarı Ercan’ın elinden zor alırdınız bu hergeleyi,” dedi.
“Ercan arada bir uğrar meyhaneye. Ne yalan söyleyeyim hâlâ çekinirim. Çok iyiliği de dokundu inkâr edemem. O olmasa bu âlemde zor tutunurdum. Baksanıza kaç kez kırıldı burnum. Sonunda estetik yaptırdım.”
“Ne zamandır görünmüyor!” dedi Halit.
“Bir süredir hapisteydi. Bir alacaklısı üstüne çok gelince ayaklarına sıkmış. Bildiğimiz Sarı Ercan işte, değişmeyen aynı kabadayı tavırlar. Neyse ki isabet ettirememiş. Sarhoşmuş her zamanki gibi... Borcunu ödeyince adam şikâyetini geri çekmiş. Yeni çıkmış, diye duydum. Eli kulağında bugün yarın uğrar.”
Hapiste miymiş? Yeni çıkmış? Murat, engelleyemediği bir hızla bardağındaki rakıyı fondip yaptı. Sarı Ercan’ın adı gırtlağından aşağı bir alev topu olup indi. Ateş alan bedeninden ter boşaldı. Enerjisini damarlarından çeken koyu bir karanlık çöktü üzerine. Masanın kenarına tutundu. Birinin adıyla kendisine seslendiğini duyar gibi oldu. “Murat, oğlum. İyice düşün? Allah yarattı demem, alırım ayağımın altına...” Geniş masasında oturan müdür muavininin sorduğu soruları, sözlüye kalkmış öğrenci tedirginliğiyle cevaplıyordu. Korkaklığı yüzünden ne aptalca bir tuzağa düşmüştü. Tıpkı koah hastası ihtiyarlar gibi zorla soluk alıp veriyordu. Cümlelerini seçerek konuşmak zorundaydı. “Ne alırdınız?” İşittiği tok sesle irkildi. Masaya yaklaşan garson, elinde kâğıt kalem, ana yemek siparişlerini yazıyordu. “Beyler ızgara levrek, barbun, hamsi tava sipariş ettiler. Size ne yaptıralım efendim?” Sanki kötü bir rüyadan sıçrayıp uyanmıştı. Boş gözlerle garsona baktı. Halit elini Murat’ın omzuna attı, kulağına eğilerek fısıltıyla, “Durgunlaştın, iyi misin, her şey yolunda mı?” dedi. Zoraki bir gülümsemeyle, “Yorgunum, birazdan açılırım,” dedi. “Size ne yaptıralım efendim?” cümlesini tekrarladı garson. Murat, boğazını temizledi: “Ne zamandır buğulama levrek canım çekiyor, yapıyor musunuz?” Erkan, “Parmaklarını yiyeceksin,” dedi. Masaya göz attı. “Kabak çiçeği dolmasıyla haydari de getir oğlum.” Garson siparişleri tek tek kayıt altına aldı. Onu tedirgin eden şey müdür muavininin ağzından çıkan her cümleyi önündeki ajandaya yazıp kayıt altına almasıydı. Bu durum onu bir anlığına afallatsa da çabuk toparladı kendini. Kıvrak zekâsıyla şu ana kadar herkesi manipüle etmekteki mahirliğine güveniyordu. Şahit olduğu şeylerin bazılarını olduğu gibi bazılarını olmasını istediği gibi aktarıyordu. Annesini düşündü... Bunu yapmaya mecburdu...
Okul anılarından konuşmaya başladılar. Erkan Murat’a, “Oğlum senin bize göre şansın, bebek suratlı oluşundu. Ne söylesen inanırdı hocalar,” dedi, “derslerin de iyiydi ya, saman altından su yürütsen de kimse sana konduramazdı.”
Murat, yıllar sonra içine tekrar musallat olan Ercan korkusundan kurtulamıyordu. Boğazını temizledi, “Evet, inandırıcılıkta üstüme yoktu,” dedi yapmacık bir gülümsemeyle. O gün de konuştukça müdürün ona inanıp inanmadığını yüz kaslarından kontrol etmişti. Alnı gevşek, kaşları serbest. Yürü be oğlum, bu işten sıyırdın. Tuhaf bir rahatlama yayılmıştı bedenine. İkna etme konusundaki maharetine hayran, anlattıkça anlatası gelmişti. “Ercan’ın bir suçu yoktu efendim.” Mavi Köşe’nin reisinin elinde kalmaktansa Mekki Hoca’nın hışmına uğramayı yeğleyeceği kesindi. Sonra, yeniden annesi geldi aklına. İki çocuğunu tek başına büyütüyordu. Babasının evi terk ettiği günü hayal meyal hatırlıyordu. İlkokul öğretmeni elinden tutmasa kim bilir şimdi kaderi nasıl olurdu? Kolejin sağladığı bursu kaybetme ihtimali aklına gelince bir anlığına özgüveni yerle yeksan olmuştu. Dümeni elden bırakmamalıydı. Bu düşünceyle olan biten her şey film şeridi gibi akıyordu zihninde. Senaryoya müdahale etmesi şarttı. Sarı Ercan’ın boynu giyotinin altına yatarsa onu da beraberinde idama götürmekten bir an bile tereddüt etmeyeceği gerçeğini aklından hiç çıkaramıyordu. Bıçağı onun eline tutuşturmuşlardı da parmaklarının arasından kan damlıyordu sanki. Müdür muavini iyi bir dinleyici olmanın hakkını verdikten sonra not almayı bırakıp geniş koltuğuna yaslandı. “Söyle bakalım, bıçak kimin elindeydi?” cümlesini bitirir bitirmez kravatını gevşetip gömleğinin üst düğmesini açtı. “Her şeyi polise anlattım hocam. Olay okul saatinde olmadı, üstelik okul bahçesinin dışında gerçekleşmiş bir kavga...” Müdür muavini, cümlelerinin arkasına gizlenmiş gerçekleri okumak ister gibi bakışlarını Murat’ın yüzünde gezdiriyordu. O da gözlerini bir an olsun kırpmamalıydı. Omuzlarını dikleştirip çenesini hafif yukarı kaldırdı, “Beni sorgulamaya hakkınız yok. Başka bir şey bilmiyorum ben,” Sesinin kendinden emin tok tınısı hoşuna gitmişti. Müdür muavini hırsından elindeki kalemi masaya fırlattı. “Pencereden gördüm, sen de ordaydın.” Murat yutkundu. Bir kılçık gibi batıyordu boğazına söyleyemedikleri. “Ben oradan geçiyordum sadece. Her şey çoktan olup bitmişti. Bıçak çocuğun elindeydi.” Müdür muavininin suratı kıpkırmızı kesilmişti. “Kendi kendini mi bıçakladı bu çocuk ulan...?” Başını öne eğdi Murat, “Görmedim,” dedi. “Arkadaşınız yoğun bakımdan çıkamazsa hiç mi vicdanın sızlamayacak.”
Benzi sararmış, soluğu sığlaşmış gibiydi. Elini ceketinden içeri sokup göğsünün üzerinde gezdirdi, “Pencereyi aç,” dedi boğuk bir sesle.
“Mekki Hoca ölmüş oğlum. Gazeteye ilan vermiş çocukları...”
Halit, ağzındaki lokmayı yuttu. “Deme be Erdinç.”
Ellerinde kadehleri öylece kalakaldılar. Derin bir sessizlik örttü sözlerini.
Erkan, içtikçe küçülen gözlerini iyice kısarak dolaşık bir sesle, “Valla ben hakkımı helal etmiyorum,” dedi, “en ufak hatamı dev gibi büyütürdü. Arkasından hiç de iyi konuşamayacağım.”
Murat, önce ters ters baktı Erkan’a, sonra çocuğunun terbiyesinden kendini sorumlu hisseden bir babanın soğukkanlı sakinliğine bürünerek, “Sarhoşsunuz oğlum, ölenin arkasından atıp tutulmaz. Kendince adam olalım, diye uğraşıyordu?” dedi.
“Tamam be, amma kızdın. Rahmet olsun yine de...”
Ana yemekler gelmişti. Garson siparişleri özenle servis edip çekildi. Erkan arsız bir neşeyle, “Neyse ne! Haydi yemeğe yumulun,” dedi, “lan Murat, iyi dayandın bize. Sıkı dosttun. Oyun kartlarını çantana attığımız halde bizi ispiyonlamadın ya Mekki Hoca’ya, helâl be. Sen de bizimle ceza yemeye razı oldun. Kral adamdın...”
Erkan’ın sözleri, sessizliğin içinde sönümleniyor gibiydi, kimse cevap vermedi.
Murat’ın gözlerini sigara dumanı yakmıştı. Meyhanenin boğuk havasından rahatsız oluyordu. İçeri dolan temiz havayla rahatlamış görünen müdür muavini gözlerini pörtletti, Bı-ça-ğın ki-min e-lin-de ol-du-ğu-nu sor-muş-tum,” diye tekrarladı. Sözcükleri sabrının sonuna geldiğini belirtmek istercesine hecelemişti. Ne ki çenesini kapamaya mecburdu. Az önce müdür muavininin odasına doğru yürürken Mavi Köşe’nin ulağı kesmişti önünü. Gözlerinin önü karardı onu karşısında görünce, ümüğüne çökülmüş gibi nefesi kesildi. Tek bir kelime etmeden el çabukluğuyla gömleğinin cebine bir iskambil kâğıdı sokuşturuverdi ulak. Elini cebine atıp kâğıdı alırken göz göze geldiler. Pişkin bir sırıtış yayıldı ulağın suratına. Sanki davulcu tokmağı dövüyordu göğsünü. Duygularını belli etmemeliydi. Soğukkanlılıkla karta baktı. Eyvah! İpi çekilmişti. Maça Ası’ydı avucundaki. Ulak, tek kelime etmeden kaçar adımlarla uzaklaştı. Koridorun sonundan dönünceye kadar, cesur yürekli bir savaşçı gibi kıpırtısız, arkasından baktı.
Eli kolu uzundu Sarı Ercan’ın, dikkatli davranmazsa Ercan onun ipini çekiverirdi. Erdinç olmasa şu anda o da çoktan kim vurduya gitmiş olacaktı ya. Bu olaydan yakasını sıyırmak zorundaydı. Olan olmuştu üstelik. Çok kan kaybetmişti çocuk, ölmesine kesin gözüyle bakılıyordu. Hem ona neydi ki. Olay anında oradan geçiyordu sadece. Pencereden müdür muavininin kel kafasına düşen güneş ışıkları onun gözüne de vurmaya başlayınca kafasını çevirdi. Duvardaki saati gördü, iki saattir odada olduğunu fark edip şaşırdı. Öğle güneşi olan biten her şeyi aydınlatmaya gelmiş gibi köpüklü bir beyaza boğuyordu odayı. Bir süre bir şey duymamış gibi önüne odaklanmaya çalıştı. Mekki Hoca, masa, makam koltuğu, kadife kaplı pano. Güneşin rahatsız edici ışınlarından kaçmak için başını sağ yana çevirdi. Mekki Hoca, masa, makam koltuğu ve arkasındaki kadife kaplı panoyu gözleriyle yerinden oynatmış gibi görüntü bakışlarının değişen odağına siyah bir silüet olarak taşınıyordu. Başını ne yana çevirse gözleri aynı görüntüyü oradan oraya taşıyordu.
Erdinç’in sesiyle bütün dikkati dağılıverdi. “Mekki Hoca’nın sınıfta kâğıt oynadığımız için verdiği cezayı hatırlıyor musunuz?”
Biyoloji hocası ürkek Sema’ya yakalanmışlardı tenefüste. Kapısı kapalı, boş sınıfta enseleneceklerini akıl edememişlerdi. Demek ki çoşkulu sesleri taşmıştı koridora. Kapının açıldığını fark eder etmez ellerindeki kâğıtları tepelerinde dikilerek onlara siper olan Murat’ın, çantasına sokuvermişlerdi. El çabukluğundaki mahirliklerine rağmen iskambil kâğıtları nöbetçi öğretmenin dikkatinden kaçmamıştı. Kâğıtları çantadan çıkarırken gülümseyerek bakmıştı suratlarına. Ucuz yırtmışlardı? Ürkek Sema hiç kimseyi yüzüne karşı azarlayamayan, hemen kıpkırmızı kesilen ve ne tepki vereceğini bilemeyen biriydi. İskambil kâğıtlarını Mekki Hoca’ya götüreceğini tahmin edememişlerdi.
Erkan gevrek gevrek güldü. “Yaratıcı bir cezaydı, kabul edelim.”
“Kart çektirip üzerindeki sayı kadar kafayı duvara vurdurmak nedir abi!” dedi Halit.
“O günden sonra o ceza bir klasik haline gelmişti hatırlıyor musunuz.” dedi Erdinç.
“Lan oğlum Murat, hakikaten kral adamdın. Kâğıtlar bana ait değildi desen ceza yemeyecektin,” dedi Erkan.
Murat, söylenenleri algılamak için sigara dumanından yanan gözlerini kapatıp açınca patates baskısından çıkmış gibi birbirinin aynı onlarca görüntü karşı duvara saçıldı. Mekki Hoca, masa, makam koltuğu ve kadife kaplı pano. Duyduğu sinek vızıltısıyla görüntüler silindi. Ensesinde vızıldayan sineği elinin tersiyle kovdu.
Mekki Hoca’nın boğazını temizlerken çıkardığı sese kapıldı bu kez de. Önündeki notları okuyordu. Defterin yapraklarını beş altı sayfa geriye çevirdi. Mavi Köşe’nin reisinin başına öreceği çorapları tahmin edebiliyordu. Kimden daha çok korkmalıydı? Kafasını beş altı kez duvara vurmaya razıydı. Küçük bir kafa travması geçirse de en azından sağ kalırdı. Ercan bıçakladı çocuğu, dese vicdanı rahatlayacaktı. Ne ki o bıçağın ucunun derisini geçip kasıklarından etine ulaştığını hayal ediyor, dışarı sızan kanın sıcaklığını duyumsuyor, can korkusuna düşüyordu. Ağzını sıkı tutmak zorundaydı. Üstelik şahidi de olmayacağı kesin bu işin.
Müdür muavini, bir şeyler söyleyecek gibi dudaklarını ileri doğru uzatınca pos bıyıkları dikkatini çekti. Sorguda olmasa bu bıyıkların ona babacan bir hava kattığını hatırlayabilirdi yıllar sonra. Ancak biraz sonra kalemini kıracak bir hâkimin bıyıklarıymışçasına şüpheci buluyordu onları. Bir süre müdür muavininin üst dudağını kapatan bu kıl öbeğinin uçlarını çekiştirişini izledi. Sanki dikkatini toplamayı sağlayarak zihnini odaklıyordu. Nasıl oluyordu da böyle bir anda tuhaf düşünceler denizinde sörf edebiliyordu?
Müdür muavini, sözlerini tarttıktan sonra konuşmaya başladı. “Her şeyi anlattığına emin misin?” Cebindeki iskambil kâğıtlarını çıkarıp masaya koydu. “Çek bir tane,” dedi. Maça Ası çekmişti. “Küçük kart çektiğine sevinme. Yalan söylediğini anlarsam cezası büyük olur bu kartın.” Güneşin beyaz okları spot ışığı gibi düşüverdi üzerine. Sırtından ter boşaldı. Bacakları çözüldü çözülecek. Her şeyi itiraf edecekti az kalsın. Konuşurken pos bıyıkları müdür muavininin ağzının içine girip çıktıkça dikkati dağılıyordu. Müdür muavini cümlelerini peş peşe sıralıyordu ancak o hiçbir şey duymuyordu. Cezasına razı bir suçlu gibi defalarca kafasını duvara vurmak istiyordu sadece.
Arkadaşları ellerindeki kadehleri kaldırıp birbirine tokuşturdular. “Kral’ın şerefine...”
Murat kadehine uzanırken tepesinden önüne bir iskambil kartı düştü. Levreğin üzerini kapatan maça asına bakakaldı. Ardından ensesinde bir şaplak patladı.
Zeliha Tamer Uçar
