top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Engin Kükrer- Beyaz Işıklı Ada

Serin bir Akdeniz gecesiydi. Kıyıya uzanan kayalıkları döven dalga seslerini saymazsak o gece Akyarlar Koyu’na tam bir sessizlik hâkimdi. Denizden sahile doğru esen hafif rüzgâr, civarda bulunan bodur ağaçları dans ettiriyordu. Dik yamaçlar ve derin yarlardan oluşan sevimsiz bir çıkıntıydı burası, insanoğlunun yerleşip yayılacağı türden bir kara parçası değildi. Biraz sonra ayın bulutların arkasına saklanmasıyla birlikte fırsat bulan zifiri karanlık, yarımadanın üzerini kara bir çarşaf gibi kapladı. Bölgenin güneybatı ucundaki köhne limanın yakınındaki makiliklerde gizlenmiş on göçmen aile, şimdi onları bu karanlıktan karşı kıyıdaki beyaz ışıkları gözüken adaya taşıyacak olan botları beklemekteydi. Devriye gezen sahil güvenlik ekiplerine görüntü vermemek için sigara içmeleri yasaklanmıştı. Nefes alıp verişleri bile ihtiyatlıydı.

Abdullah, yavaş hareketlerle, çalılıkların dibinde yan yana oturan iki oğluna yaklaştı. Dört çocuğundan geriye sadece ikisi kalmıştı. Dizlerini yere koyarak çocukların hizasına kadar indi. Birini sağ, ötekini sol koltuğunun altına alarak onlara sıkıca sarıldı. Sarılırken burnunu beş yaşındaki Galip’in başına değdirip derin bir nefes aldı.

Anneleri Reyhan ise bu tablonun üç adım gerisinde, ayakta, karanlık denize bakıyordu. Kara yazmasının altından taşan koyu kestane saçları rüzgârla beraber omuzlarına sürterek dalgalanıyordu. Kısa bir süre önce tombul olan yanakları şimdilerde çökmüş; iri kahverengi gözleri, küçülen yüzünde iyice belirginleşmişti.

Reyhan en büyük çocuğu İsmail’i iki ay önce kaybetmişti. İsmail talihsiz olayın yaşandığı gün, pazar yerinin bitişiğindeki parka arkadaşlarıyla oynamaya gitmişti. Genç kadının gözünde önce on iki yaşındaki oğlunun gülümseyerek evden çıkışı canlandı, sonra iki sokak öteden gelen patlama sesi tekrar kulaklarında çınladı. Dudaklarını ısırdı. Güçsüz düşen ellerini sıkabildiği kadar sıktı. Ellerine gömülen tırnakları avuçlarında kesik kesik kırmızı izler bıraktı. Nefesi tükeninceye kadar bağırmak istese de kendine hâkim olmayı başardı.

Kalan iki evladı için tek umudu şu anda karşısında kuduran denizin öte yakasındaki o toprak parçasıydı. Oraya ulaşabilmek için şimdi ölü gibi sessiz olmalıydı. Karanlığını içine akıtarak, etrafındaki dikenlere aldırış etmeden, ufak bir taş parçasının üstüne oturdu. Başını nasırlı ellerinin arasına alıp bulunduğu yerde ileri geri sallanmaya başladı.

Aslında onları bu kıyıya getiren süreç o talihsiz patlamayla birlikte başlamıştı. Reyhan patlama sesini duyar duymaz, hamileliğine aldırmadan, pazar yerine koşmuştu. Etrafa saçılmış meyve ve sebzeler, bilinçsizce sağa sola koşuşturan insanlar, yerde inleyen yaralılar, yola savrulmuş kanlı insan parçaları… En kötüsü de her aklına geldiğinde halen midesini altüst eden o yanık et kokusu… Bu korkunç manzara ne zaman gözlerini kapatsa genç kadının uykularını kâbusa çeviriyordu.

Ancak o günkü can pazarında bayılmadan önce hatırladığı son şey, oğlunu ararken yerden birdenbire uzanıp bacağına sarılan yaşlı adamın sağ tarafı kömürleşmiş yüzüydü. Reyhan bu olayın şokuyla bayılmış, daha sonra gözlerini bir hastanede açmıştı. Ayılır ayılmaz seruma bağlı olmayan elini göbeğine götürmüş, karnının boş olduğunu fark edince defalarca “Kızım nerede? Kızımı verin bana!” diye bağırarak tüm hastaneyi inletmişti. Hemşireler birkaç sakinleştirici birden vurup genç kadını zar zor uyutmayı başarmışlardı. Reyhan ikinci kez uyandığında bu defa başında eşi Abdullah vardı. Fakat ilaçların yan etkisiyle bu sefer değil çığlık atmaya, söz söylemeye bile mecali yoktu. Genç kadın, eşinin nemli gözlerinde bir umut kırıntısı aradıktan sonra yutkunarak “İkisi de mi Abdullah?” diyebilmişti. Abdullah ise hiç cevap vermeden sımsıkı sarılmıştı eşine.

Cenaze töreni kalabalıktı. Olayı gövde gösterisine çevirmek isteyen yerel hükümet saldırıda ölenlerin cenazelerini birlikte defnetmek niyetindeydi. Diğer tabutlarla beraber, yerel bayrağa sarılı, ufacık iki tabutun içinde geldi çocuklarının cenazeleri. Kalabalık öfkeli grup; üçü çocuk, biri prematüre bebek olmak üzere tam yirmi iki kişiyi o gün sloganlar eşliğinde defnetti. 

İsmail’in mezarı küçücüktü. Dünyaya gelir gelmez ölen kızlarınınki de… Hatta onun mezar taşında isim bile yoktu. Reyhan kucağına bile alamadan kaybettiği kızının adını Sümeyye koymak istemişti ama Abdullah, “Böylesi daha çok acı verir,” diyerek izin vermemişti ona. Zaten insanın adının pek bir önemi yoktu bu coğrafyada. Burada etnik kökenin, ten rengin ya da mezhebin isminden önce gelirdi. Yine de olanları anlayamıyordu Reyhan. Nasıl bir zihniyet, gözünü bile kırpmadan, böyle canilik yapabilirdi? Yaradan kutsal kitabındaki bir ayette[1] açıkça “Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın dokunulmaz kıldığı cana kıymayın...” diye emrettiği halde, üstelik de “Allahu Ekber!” diye bağırarak masum insanların içinde kendini patlatmak hangi akla hizmetti?

Cenazeden sonra Abdullah ile Reyhan göç etmeye karar verdiler. Galip ve Yusuf’un sonu da kardeşlerininki gibi olmayacaktı. Böylece ellerinde ne varsa, üçe beşe bakmadan, bir an önce satıp yola koyuldular. Kolayca Türkiye sınırını geçtiler. Fahiş fiyattan anlaştıkları eski bir minibüs onları Bodrum’a kadar taşıdı. Denizin ötesine geçebilmek için yeterli paraları kalmamıştı. Bir çare arayan Abdullah, yüzünü kızartıp, gerekli parayı Kanada’daki halasından istedi. Haladan gelecek parayı beklerken sokaklarda haftalarca yarı aç yarı tok bir şekilde sabahladılar. Elbette önlerine bir tas çorba koyan iyi insanlar vardı. Hatta bir tanesi onları lokantaya götürüp yemek ısmarlamıştı da aylar sonra ilk defa kursaklarına et girmişti.

Ancak bu dünyada insanların acizliklerinden beslenerek geçinen kötü insanlar da vardı. Burada tanışıp ahbap olduğu göçmen arkadaşı anlatmıştı. Etrafta yardım adı altında faaliyet gösteren ve özellikle göçmen çocukları kaçırıp organ mafyasına satan bir çete kol geziyordu. Aynı arkadaşı, çaresiz genç kadınları fuhuş yapmaya zorlayan başka bir çeteden de bahsetmişti. Bu yüzden Abdullah kaçış parasını denkleştirinceye kadar ailesini meraklı gözlerden hep uzak tuttu.

Nihayet Kanada’daki halası kaçakçıların istediği parayı denkleştirip Abdullah’a ulaştırmayı başardı. Şimdi burada, karanlık bir koyda, kendi Godot’larını bekliyorlardı! Botlara binip karşı kıyıda beyaz ışıkları parıldayan adaya ulaştıklarında yepyeni bir hayata başlayacaklardı.

Zaman gece yarısını gösteriyordu. Sessizce beklemekten sıkılan Abdullah, eşinin yanına oturarak elini kadının omzuna attı.

“Kurtulmamıza çok az kaldı Reyhan’ım. Neredeyse gelirler.”

“İnşallah… Tüm parayı adamlara vermedin değil mi?”

“Hepsini veririm miyim hiç? Yarısını verdim, yarısını da botlar teslim edilince vereceğim.”

“İyi düşünmüşsün. Abdullah, ben çok korkuyorum!”

“Korkma Reyhan’ım! Denizin ötesine bir geçelim, her şey çok güzel olacak.”

Saatler ilerledikçe rüzgâr da şiddetini artıyordu. Üşüyen iki çocuk annelerinin koynuna sığınarak sızıp kaldı. Biraz sonra kıyıya siyah renkli iki şişme bot yanaştı. Abdullah, “Dört tane getireceklerdi namussuzlar, öyle anlaşmıştık!” diye homurdandıktan sonra Galip’i kucağına alıp ayağa kalktı. Küçük Yusuf ise annesinin kucağında tatlı uykusundaydı. Bir karınca sürüsü misali tek sıra halinde dizilerek, diğer on aileyle birlikte, dar patikadan geçip kıyıya ulaştılar.

Botların başında eli silahlı, tekinsiz üç adam vardı. Adamlardan en heybetli olanı diğer iki adamın biraz önünde duruyordu. İri kıyım adam bota bir an önce binmek isteyen gruba “Yavaş olun bakalım, önce paraları görelim!” diye seslendi. Yumruklarını sıkan Abdullah “Dört tane bot olacaktı, öyle anlaşmıştık!” diyerek adamın karşısına dikildi. Dumanlı gözlerinden şimşekler çıkıyordu. Diğer ailelerden sesini yükseltenler olsa da iri adam hiç oralı olmadı. Pişkinlikle, “Sıkışırsanız sığarsınız. Ada sadece dört mil ötede. Yarım saat sabrediverin, işinize gelirse!” dedi.

Artık vazgeçmek için çok geç olduğunu hepsi de iyi biliyordu. Kaçakçıların kalan parasını verip botları teslim aldılar. İnce ve uzun görünümüyle siyah bir tabutu andıran kauçuktan kurtuluş biletlerine yaklaştıklarında, botların içlerinde hepsine yetecek kadar can yeleği olmadığını fark ettiler. Bu yeleklerin bir kısmı da çıkan arbedede denizin dibini boyladı. Yapacak bir şey yoktu, topu topu yarım saat herkes dişini sıkıp işlerin yolunda gitmesi için dua edecekti.

Böylece umutlarına yolculuk eden yaklaşık elli kişi, ikiye bölünerek onar kişilik şişme botlara balık istifi gibi doluştu. Botlara bindiklerinde her biri diğerinin nefesini ensesinde hissedebiliyordu. Bedenleri ise birbirlerine kenetlenmiş, neredeyse tek vücut olmuşlardı. Motorunun çalışmasıyla birlikte hareket eden botlar, arsız dalgalara çarptıkça Akdeniz’in ıslak tokadı göçmenlerin yüzlerini ıslatıyordu. Diğer kıyıya yaklaştıkça, adadaki cadde ve sokaklar belirginleşiyor, ada evlerinin beyaz ışıkları daha fazla parıldıyordu.

“Şimdi o beyaz ışıklı evlerde mutlu aileler vardır.” diye düşündü Abdullah. Kavgadan gürültüden uzakta, deniz havasını içine çekerek, mesut yaşayan kendi halinde insanlar vardı o evlerde. Hiç gitmemişti ama biliyordu, o adada huzur vardı. Orada insanın bir adı vardı. Hiç kimse ırkı, dili, dini, teni yüzünden yargılanmıyordu. İnsanlar ekmeğini ikiye bölmesini biliyordu. Kötülere ve kötülüğe yer yoktu. Tüm adaya eşitlik, adalet, barış ve kardeşlik egemendi. Ölümden başka her şeyin çaresi vardı o adada.

“Evet, bu ada böyle bir yer olmalı!” diye sayıkladı Abdullah, botları denizin tam ortasında alabora olurken, “İnsanca yaşayabilmek bizim için de mümkün olmalı!” 

Derken Akdeniz’in serin sularında, çığlık çığlığa batarak, bir süre sonra yüzeyde görünmez oldular.


[1] İsra Suresi 33. ayet


Engin Kükrer

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page