Öykü- Ayhan Kavcı- Tiyatro Hiç Bitmez ki
- İshakEdebiyat
- 2 gün önce
- 6 dakikada okunur
Fikret Bey şoförün kamyonetten indirdiği sandıklardan birinin üstünde oturmuş, düşünürken yorgun görünüyordu. Yılların kırıştırdığı yüzünü, yetmezmiş gibi bir de eliyle çekiştirip durdu. Bir şeylerin altında ezilmiş gibiydi. Gün boyu öteberi kaldırıp indirmekten beli ağrıyordu. Bu işler için artık yaşlanmıştı. Epeydir zarar eden tiyatrosunu kapatmak zorunda kaldığından, belki ilerde işine yarayabileceğini düşündüğü kostüm zımbırtılarıyla bazı eşyaları birkaç sandığa yerleştirip evine getirmişti. Taşıma işinde tiyatrosunda çalışan genç oyunculara güvenmişti fakat hepsi birer bahane uydurup tüymüşken şimdi bütün iş kendisine kalmıştı. Karısı Güngör Hanım’ı da onca sıkıntı çekmekteyken bu işlere soktuğu için çok üzülüyordu. Zavallı kadın menopozun pençesinde kıvranıp ayakta kalmaya çalışırken bir de o çok sevdiği tiyatrosunun kapanışını metanetle karşılaması, pek belli etmese de onu yıpratmıştı. Fikret Bey orada oturmuş, bir parça soluklandığı sırada gözlerini boşluğa dikti. Sıska, uzun bedenine oranla bir çömlek kadar oturaklı, yuvarlak kafasının tepesinde tek tük saç kalmıştı. Düzgün tıraşı, şakaklarının altında dikkat çeken o kalın favorileri onu Avrupalı beyefendilerden biri gibi gösteriyordu. Büyük ela gözlerinin altı torba torba olmuştu. Kemikli parmaklarıyla geniş burun deliklerini kurcalamaya başlamışken eşi Güngör Hanım elindeki çantalarla merdivenlerin yolunu tuttu. Fikret Bey ona Tunç’un zilini çalıp eğer kızı evdeyse aşağıya getirmesini söylemişti. Adam adeta içindeki kırgınlıklara karşılık gelen kaldırım taşlarını süzüyordu şimdi. Yaşlanmış olmasına rağmen ruhu hâlâ çocuk gibi uçarıydı. Sandıkları bir çırpıda yukarı çıkarmak için neleri vermez, şimdi yeni bir oyun ve yeni bir heyecan için neleri yapmazdı. Zamanın vurdumduymaz temposu zavallının sadece belini değil, öyle ki ruhunu da bükmüştü. Sorun sadece para değildi. Para bulabilirdi kuşkusuz ama insanlar eskisi gibi düşünmüyor, eski duyarlılıklarını, hatta eskiden hiç çekinmeden sergiledikleri heyecanlarını taşımıyorlardı yazık ki. Fikret Bey şimdi gemisi batmış bir kaptandı. Uzun yıllardan, tozlanmış dostluklardan arta kalan malların üstüne oturmuş, sigarasını tüttüren bir tarihti. Kendi kendine gülmeye başladı. Gülüşü giderek tüm vücudunu sarstığı sırada sokaktan geçen biri onu görse aklını oynattığını sanacaktı.
O sırada Salih apartmandan çıkıyordu. Bazen kapıda rastlaştığı Fikret Bey’i sandıkların başında görünce selam verdi. İhtiyar delikanlı üç cümlede ona durumu anlattı. Bakışları ve ses tonundan belli ki her kim olsa yardımına muhtaçtı. Durumu kavrayan Salih’in aklına Kerim Bey’in dairesine çıkıp Akonda’ya bir bakmak geldi. Onlardan önce aşağıya inen Özlem ve Güngör Hanım, köşelerinden tutup kaldırmaya çalıştıkları ağır sandığı taşıyamayıp ha bire yere düşürüyorlardı. Sonrasında Akonda’yla Salih kızlara işi kendilerine bırakmalarını söyleyip kamyonetle gelen bütün ıvır zıvırı yukarı çıkaracaklardı. Yorgunluktan bitap düşmüş adamlar şimdi evin süslü salonunda birer köşe bulup yığılmışken Fikret Bey elinde birkaç kadeh ve iki şişe şarapla gelip herkese hitaben seslendi.
“Tanrı sizden razı olsun arkadaşlar. Hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim. Beni büyük bir sıkıntıdan kurtardınız.”
Bu sırada Özlem ve Salih kendi aralarında fısıltılı bir sohbete tutulmuşlardı. Kız uzun zamandır muhabbet kurmak için fırsat kolladığı adamı o sıra kıskacına almıştı. Akonda’nın tekinsiz görüntüsü Özlem’i işkillendirdiğinden dikkatli davranmaya bakıyordu. Çok geçmemişti ki tuhaf adamın kendine has tavırları Güngör Hanım’ın ilgisini çekti. Özellikle de kılığını kadın çok tuhaf buldu.
“Baksana,” dedi kocasına dönüp, “beyefendi tıpkı The Raincoat’taki Montevivli şansölye!”
Akonda kadehini kaldırıp kadının dikkatini çekmek istedi. “Şahsiyet tıpkı bana mı benziyordu hanımefendi?” Bir yandan da kadının sol ayak bileğinde gördüğü mavi-şarabi boncuklu halhalı inceliyordu. Bütün üyeleri belki de gümüş, kalın bir sicimle birleştirilmişti. Sicim kadının narin ayak bileğini dönerken altın renkte, iki küçük halkadan geçiyordu.
Gümüş rengi saçlarını topuz şeklinde arkadan düğümlemiş Güngör Hanım, Akonda’nın önünde dikilirken elindeki kadehi havada bir çember çizer gibi dolaştırdı. “Evet. Hep sizin şu mor ve bazı yerlerinin rengi atıp da eflatuna kaçmış entarinize benzer bir şey giydirirdik ona.” Üzeri sarılı mavili küçücük çiçeklerle dolu, beli mavi bir kuşakla büzgülü beyaz elbisesiyle kadın kadehinden bir yudum aldıktan sonra devam etti. “Bu kılıkta sokakta dolaşmanız başınıza dert açmıyordur umarım. Ben, çok iyi hatırlıyorum, o zamanlar oynadığımız oyunun büyüsüne kapılıp etrafta tıpkı Mary Magdelena gibi dolaşmak istemiştim. Canlandırdığınız karakter bazen günlük yaşamınızı bütünüyle ele geçirir. Tıpkı oyundaki karakteriniz gibi davrandığınızı görmeye başlarsınız evde, alışverişte, her yerde. Ama o dönem başıma neler geldi, bilemezsiniz. Kiminle karşılaştıysam benim bir deli olduğumu düşündü. İyi ki Magdelena’nın aynı zamanda fahişelik yaptığını bilmiyorlardı, sahi. Kutsal fahişeydim; hiç bilmemeleri iyi.”
Kadının çevresini dönüp fırıldamasıyla elbisesinin bedeninden havalanıp ayak bileklerini kaval kemikleriyle bütünlemesi bir olmuştu. Soldaki halhalın ayak derisiyle saniyeler içinde dans edişi Akonda’yı büyülemişti. Sonrasında dişi bileklerin büyüsünden kendini sıyırıp kadına odaklanmaya çalıştı. Gülümsüyordu. “Evet. Sizi anlıyorum. Ben, benim deli olduğumu düşündüklerini gördüğümde kendime, sen bir delisin diyorum. O zaman seviye farkı ortadan kalkıyor. Ona bir deliyi oynamaya başladığımda karşımdaki kişi bundan fevkalade mutlu oluyor. Bunu gördüm. Ve hiç şaşmıyor. Hiçbir yerde şaşmaz; siz de yapın.”
Güngör Hanım sanki sahnedeymiş gibi mükemmel bir kahkaha attı. Belki şarabın etkisiyle gitgide neşelenip etrafında bu kez daha geniş bir çember çizmesiyle bir an için dizlerinin üstünde uçup burulan bol elbisesi lunaparklardaki sıralı salıncaklar gibi kabarıp ansızın sönüverdi. “Ama,” dedi, “öyle davranamazdım ki. Herkes beni tanıyordu. Bir parça adap, bir parça edep sergilemeliydim, değil mi?”
O halhalı, onun kadının ayak bileğini harikulade şekilde öpüşünü yeniden görmek için dualar etmeye başlayan Akonda “Evet,” dedi, gözlerini yerdeki İran halısına dikmişti şimdi. “buralarda ünlü olmuş kişilere delilik etmeleri yasak. Bir sarayda yaşayıp da dilediğiniz gibi davransaydınız belki herkes mutlu olurdu. Bak, derlerdi, görüyor musun; saray insanı nasıl da deli ediyor.”
Akonda ayaklarının altındaki uzun tüylü yumuşak halıyla bileklerden gözlerini alamazken sözlerini sürdürdü. “Büyük sanatçılarımızı bir yerde konuşurken dinlediğimizde ya da onları alışveriş merkezlerinde birileriyle beraber gördüğümüzde sıradan bir insana yaraşır tavırlar sergilemeleri çok kötü. Ben sanatçı değilim, ama…”
Kadın merakla atıldı: “Yaa! Peki neyle meşgulsünüz?”
“İii… işim yok. Çalışmıyorum.”
“İlginç! Halbuki çulsuz birisine hiç benzemiyorsunuz. Lafınızı böldüm, lütfen devam edin.”
Akonda uzun, beyaz saçlarını çekiştiriyordu şimdi. “Sanattan anlamam diyordum. Ama insan sanatla uğraşıyorsa biraz deli olmalı diye düşünüyorum. Siz bir keresinde Mary Magdelena oldum demiştiniz ya; bu zaten işin doğasında var. Bir kurbağayı oynadığınızı düşünün. Akıllı biri hiç kurbağayı oynar mı? Azıcık bir düşünün. Hiç yüksek bir yerden aşağıya atlar mı insan? Misal yani.”
İnce yay kaşlarını eğip bükerken Akonda’nın sözlerini anlamaya çalıştığını belli eden Güngör Hanım, “Hah hah! Şakacı bir yönünüz var. Alemsiniz valla,” demekle yetindi.
“Sadece bilmek istiyorum, kocanız en romantik anınızda birdenbire Don Kişot gibi davranmaya başladığında onun zihninde bir arıza meydana geldiğini düşünmez misiniz hiç?”
Uzun süredir dinlemekle yetinen Fikret Bey araya girmeden edemeyecekti. “İşte, o hali çok fazla sürdüremiyorsun. Bakkalla muhatapken normale dönmen gerek. Bakkal seni buna zorluyor.”
“Oyundan anlasa tıpkı Sanşo gibi davranabilirdi, değil mi?”
“Ah! Evet. Oyundan anlasa… Fakat sen bunu çok güzel başarabiliyorsun. Merdiven sahanlığında yaptığımız o gösteriyi hayatım boyunca unutmayacağım.”
Akonda tebessüm takınıp karşılık verdi. “Bu sözler beni mutlu eder; sadece bunu diyebilirim. Biliyor musunuz, şu sandıklar için aşağıya indiğimde sizi bir hamal sanmıştım.”
“Sahi mi!”
Akonda özür dilercesine bir jest yaparken, “Bunu lütfen dert etmeyin. Siz bugün hamalı oynayan bir oyuncusunuz. Şimdi aklınızdan beni buradan kovmak geçiyorsa rica ederim bunu saklamayın,” dedi.
“Aklımdan geçen şey, şöyle güzel bir sofra kurup yemek yemek. Siz sahiden Salih Bey’le birlikte mi kalıyorsunuz?”
“Birkaç hafta öncesine kadar öyleydi. Sonra hayat beni Kerim Bey’le kalmaya zorladı.”
“Oh hah hah!... Kerim Bey çok zor biridir. Onunla geçinebiliyorsanız herkesle geçinirsiniz.”
“Demek kendisini yakından tanıyorsunuz?”
“Denebilir.”
Akonda mutsuz bir ifadeyle yeniden halıyı süzmeye başlamıştı. “Sanırım bir sorunu var şu sıralar.”
“Öyle mi? Ne gibi?”
“Sanırım kulakları duymuyor. Konu ne zaman açılsa ona müzisyen olmadığımı söylüyorum; ama sanırım hiçbir şey duymuyor. Belki de duymadığı için yakın bir zamana kadar artık herkesi deliye döndüren o lanet trompeti gün boyu çalmakta bir sakınca görmedi. Etrafı duymadığı kesin.”
Akonda tebessüm takınıp Salih’e baktı. “Artık o sesten kurtulduk, değil mi; ne güzel! Ama biliyor musun üstadım, Kerim Bey’in yanında çok eğleniyorum. Evine yerleştiğimden beri zembereğim gevşedi. Kulakları duysa belki de bütün bu harika vakti hiç yaşayamazdım.”
Fikret Bey itiraz etti. “Onun kulakları iyi duyar, azizim; nereden çıkarıyorsunuz bunu?”
“Ama herife müzisyen olmadığımı defalarca anlattığım halde benimle stüdyoya girip albüm yapmayı planladığını söyledi. Onunla birkaç akşam dışarıda birlikte dolaştık. Beni arkadaşlarıyla tanıştırırken hepsine iyi bir trompetçi olduğumu söyledi. Oysa trompetçi falan değilim.”
Salih, Akonda’ya dönüp yarım ağızla sordu. “Ne yani, herifle albüm mü yapacaksın şimdi de?”
“Bu işin sonunda umutsuzluğa kapılıp depresyona girmesini istemiyorum. Kırılgan bir kişiliği var. Ben… ben sanırım ondan ayrılmak da istemiyorum. Bir yol bulmalıyım. Yoksa bütün şehir benim o lanet trompetimi dinlemek zorunda kalacak. Aklımı kaçıracağım, çık işin içinden çıkabilirsen.”
Fikret Bey epeydir dinlediği bu tuhaf adamın sözlerinden ilhama kapılmıştı. Kafasında ansızın Akonda’nın da işin içinde olduğu planlar uçuştu. “Sizden bir şey rica edebilir miyim üstadım,” dedi, “acaba bizimle birlikte bir oyunda oynamayı düşünür müsünüz?”
Güngör Hanım hemen atıldı. “Of, yapma Fikret Bey! Başlama yine. Buna paramız olmadığını biliyorsun!”
“Maliyeti çok düşük bir oyun bu. Hatta sokakta oynayabileceğimiz türden bir şey.”
“Ben sokakta oynamam! Bunu konuştuk. Neden hâlâ vazgeçmiyorsun!”
“Tamam tamam… Uyduruk bir sinema salonu buluruz. Sen, ben…” Fikret Bey misafirine baktı. “Adınız neydi üstadım?”
“Akonda.”
“Güzel. Sen, ben, Akonda, Özlem, kabul ederlerse Sema Hanım, Tamer Bey… Hatta Tunç Bey’le Kerim Bey!.. Apartmandaki herkes!..”
Özlem neşeyle söze girdi. “Fahriye anne hep sizin gibi bir tiyatro oyuncusu olmak istediğini söyler. Onu da düşünür müsün Fikret ağabey?”
“Bu harika bir fikir! Sabah gidip onunla konuşurum.”
Kadın kocasını küçümseyen bakışlarla süzdü. “Niyetin ne senin kuzum?”
“Delirdim! Deli bir proje geldi aklıma. Ama önce oyunu kafamda bir güzel derleyip toplayayım. Şimdiden kimseye bir şey söyleyemem. Büyüsü bozulsun istemiyorum bu işin.”
Ayhan Kavcı
Comentarios