“Yumuşak bir sesle çağırdı. Kedi miyavladı. Diz çöküp gülümsedi; ‘Gel! Gelsene, korkma’ dedi yavaşça; sol elini bir şey verecekmiş gibi uzattı. Kedi kalktı; ağır ağır geldi, eline sürtündü. Ne çabuk unutuyordu hayvanlar. Tavanın sapını sıktı; boş eliyle sırtını okşarken kedinin başını öteye çeviriyordu. Tavayı kaldırdı; boynundan elini çekip vurdu, fırlayıp kalktı. Kedi yerde kasıla gevşeye debeleniyordu. Bir daha vurdu başına; kuyruğu, bacakları gerildi, titredi, durdu. Gözünün biri dışarı uğramıştı…”
- Pat!
Titreyen ellerinden tahta parkeye düşüverdi Anayurt Oteli. Oysa birkaç gün önce sahafta bulduğu bu ilk baskı onu nasıl da heyecanlandırmıştı. Boğazında bir hıçkırık düğümlenince yutkundu. Koltuğunun köşesindeki sehpayı itip eğildi, kitabı aldı. Karşısında biri varmış gibi, ruhumdaki yaraların kabuklarını teker teker kaldırdın Zebercet! Bir saatte ömrümden on yıl yedin, diye seslendi. Kitabı hışımla kapattı, duvarı boydan boya kaplayan kitaplığına yöneldi. Atılgan’ın diğer kitaplarının yanına yerleştirdi. İç sesi, bu kitabın devamı okunmayacak, hatta Anayurt Oteli unutulacak, dedi. Ama kafasının içindeki Zebercet susmuyordu. Nasıl da bir kara gölge gibi ruhunun üzerine çöküvermişti. “Ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; sözle, yazıyla, resimle ya da susarak.”
“Yalan bir yemin verdiğimi düşünüyorsunuz ha! Görürsünüz siz!” Hışımla başını kaldırıp kitaplığa baktı. Sizin yüzünüzden yalnız kaldım bre kedi katilleri, diye alçak sesle haykırdı. Öfkesi içinde coştu, elleri yeniden titremeye başladı. Kupkuru kalmış, buruş buruş olmuş ellerine baktı bir süre. Damarları kabarmıştı. Son kez tuttuğunda babasının elleri de böyleydi. Kendi elleri ise küçük bir kuş gibi kalıyordu o ihtiyar avuçlarda.
Babasının bazı akşamlar sahaftan dönerken getirdiği aşk romanlarını düşündü. O kitaplar nasıl da masum masum insanın kanına giriyordu. Oysa kitapların hayatın kendisiyle uzaktan yakından bir ilgisi yoktu. Kitaplardaki gibi tutku dolu bir aşk yaşamak isterken her kitap ona biraz daha yalnızlık katmıştı. Üç yüz seksen beş sayfalık yalnızlıklar, iki yüz altmış yedi sayfalık yalnızlıklar, yüz sekiz sayfalık yalnızlıklar… Yalnızlıklarını alt alta yazıp toplayabilirdi. Yalnızlıklarının toplamını ömründen çıkarıp yaşama ne kadar borçlu olduğunu hesap edebilirdi. “Ah baba!”
Babasının kızı, denmesini ne de çok severdi. Babası da hep o küçük sahaf dükkânında yalnızlıklarını yan yana dizerdi. Annesini küçükken kaybetmişti. Kendisinden on dört yaş büyük ablası ona annelik yapmış, vakti geldiğinde zengin bir adamla evlenip gitmişti. Babasının ölümünden beri onu hiç görmemişti. Geçen yaz ablasından Kuşadası’na taşındığı haberini almıştı, hepsi bu. Durakladı.
Kuşadası mıydı? Acaba ben mi uyduruyorum, dedi. Kitaplarda da yazları Kuşadası’na giden bir sürü insan olurdu. Kitaplardan mı çalıyordu yoksa tüm bu hikâyeyi? Ablam dediği kişi, kimin ablasıydı? Peki ya babası? Ayağa kalktı, kitapların onu aldattıklarına yemin edebilirdi. “Ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde, ah ne çok!”
Kitaplığa doğru bir adım attı. Siz, dedi, hikâyeleriniz beni belki aldatabilir, ancak iki kapak arasında bu raflarda dizilişiniz var ya işte bu her şeye kanıt değil mi? Bu ev, bu kitaplar babasından mirastı. Yalnızlığı da öyle. Artık zihnine de güvenemediği gerçeğine inanamadı. Nasıl da yalnızdı. Tüm bu anılar gerçek mi, diye sorabileceği tek bir insan yoktu çevresinde.
Parmaklarını kitapların kapaklarında dolaştırdı, insanın rüyada olmadığına inanması, hatta kendini çimdiklemesi gibi bir şeydi bu. Aniden bir şey oldu, pencereden içeri ikindi güneşinden süzülen bir ışık huzmesi girdi. Titreyerek kitaplıkta gezindi ve Anayurt Oteli’nde durakladı. Işık, kitabın sarı yüzünde titredikçe, parmakları da eşlik etti ona. Hışımla kitabı yerinden çıkardı, sayfalarını çevirdi. Öyle temizdi. Kitabı dikkatle incelemeye başladı. Baskıdan yeni çıkmış gibiydi gerçekten. Kitabın kapağını açan ilk kişi sen olabilir misin acaba, dedi kendi kendine. Ardından kitabın sayfalarını karıştırdı, onunla konuşmaya başladı: “Onca yıldır o raflarda hiç okunmadan durdun mu sahi? Demek sen de benim gibi kuruyup kaldın o kitap raflarında öyle mi?” Kitabı okuyup bitirebilirdi. Bir kelime daha okuyacak gücü kalmamıştı. İçini kemirip duran bu kararsızlık duygusundan kurtulmak istedi, kitabı aldığı yere gerisingeri koyuverdi.
Pencereye döndü, yolun karşısındaki sahil şeridi tam sevdiği gibi sakin görünüyordu. Hem yalnızlıktan yakındığını hem de sakin ve ıssız yerleri sevdiği tezadını kendi yüzüne vurdu. Denizin içine batmakta olan güneşi, çınar ağaçlarının dökülen yapraklarını, yaz sonunu, yazın ne de çabuk geçtiğini düşündü. İnsanoğlu doğadaki değişikliklere ne de çabuk aldanıyordu. Hep işe yarardı bu, aklını kaçıracak gibi olsa denize, gökyüzüne, ağaçlara filan bakardı.
Zebercet, dedi biri. İrkilip telaşla kitaplığa döndü yüzünü. Ömrünce dost bildiği kitaplar bugün canını epey sıkıyordu. Hepsi ağız birliği etmişçesine dudak büküp küçümsüyordu onu. Zeberceet, dedi biri.
Hanginiz yapıyor bunu, diye bağırdı. “Ne istiyorsunuz benden alçaklar! Ömrümü verdim ben size. Evlat gibi baktım, tozdan, böcekten, nemden korudum kurudum kaldım şuracıkta reva mı bu yaptığınız?
“Zeberceeet!”
“Allah belanızı versin!”
Dizlerinin üstüne çöktü. Gözü kitaplığın en alt rafına sıkıştırılmış kargo poşetine takıldı. Ses belki de bu poşetten geliyordu. Aylar önce sipariş vermiş ama geldiğinden beri açmamıştı paketi. Titreyen elleriyle poşetin ucundan tutup çekti. Hatırladığından da ağırdı. Poşet sıkıştığı yerden kurtulup önüne fırladı. İstemsizce sıçrayıp torbaya bir tekme atıverdi. Sinirle çıktı odadan.
Ağzı kurumuştu, bir bardak su içti. İçim kurumuş, dedi bardağa bakarak. “Siz şanslısınız tabii, en kötü ihtimalle üç günde bir içinizi suyla dolduruyorum. Siz kuruyup kalmanın ne olduğunu bilemezsiniz.” Yarısı boşalmış bardağın içindeki kalan suyu da yudumlayıp bardağı elinde sıktı. Bardak patlayacak gibi olduğunda içeriden bir ses duydu. “Zeberceet!” Avuçlarını yavaşça gevşetti. Bardağı çalkalayıp bulaşıklığa ters çevirdi.
Bu gece biraz ıslaklık hissetsem fena olmayacak, diye düşündü, banyoya geçti. Aylardır dokunmadığı temizlik kovasını aldı. Plastik o kadar kurumuştu ki, içini hüzünlü bir merhamet duygusu kapladı. Kaderin ellerimde güzelim, dedi. Kırmızı kova pek oralı olmadı. “Şimdi seni suyla doldurabilirim. Kuruluktan kurtarabilirim. Ya da öylece bırakırım, öyle kuruyup kalırsın ki, aldığın ilk darbede kırılırsın.” Kova yine oralı olmadı. “Şimdi bu söylediklerim pek umurunda değil ama o gün geldiğinde beni anlayacaksın.” İçinde garip bir merhamet vardı hâlâ. Merhamet memelerini sızlattığında ağır ağır kovayı musluğun altına yerleştirdi. Çeşmeyi açtı, kovanın yavaş yavaş suyla dolmasını seyretti. Su yükseldikçe kuruyan plastiğin kırmızısı daha bir canlanıyor, kovanın yüzüne renk geliyordu. “Demek, kuruyunca renkler de kayboluyormuş.” Kovayı kaldırıp bir süre içindeki kırmızı suya baktı. Yavaş yavaş suyu klozete boşaltıp soyunmaya başladı.
Duşun altında hiç kımıldamadan durdu bir süre. Teninin kırışıklıkları birer küçük vadi oluşturuyordu, su o kanallardan iniyordu aşağıya. Çatlaklarından içeri su sızar umuduyla bir süre daha kımıltısız bekledi. Kurumuş teninden süzülüp akıyordu su. Su sesine karıştı çağrı. “Zebercet!”
Çıkıp kırlaşmış saçlarından kalan suyu damlata damlata kütüphaneye geçti. Sizinle konuşmuyorum artık, dedi küskün bir çocuk tavrıyla. Vücudundaki sarkıklar, kırışıklıklar olmasa bir çocuğa dönüştüğü düşünülebilirdi. Ortada duran poşeti alıp yatak odasına ağır adımlarla yürüdü. Poşeti yatağın üzerine fırlattı.
Eline bir tarak alıp saçlarını taramaya başladı. Çıplaklığını seyrediyordu aynadan. Boynunun bütün kemiklerine yapışan derisine dokundu. Hiç çocuk emzirmemiş memelerinin sönmüş bir balon gibi göbeğine kadar nasıl sarktığını fark etti. Hafif etli belindeki derin çatlakları süzdü. Göbeğinin çirkin şişkinliği midesini bulandırdı. Bacak arasından sarkan ağarmış kıllarına baktı. Ayak parmaklarında saydamlığını yitirmiş tırnaklarına sıra geldiğinde yine o sesi duydu: “Zebercet!” Bu sefer aldırış etmedi. Masadaki küçük aynayı aldı eline. “Ayna ayna söyle bana, benden daha yalnızı var mı şu dünyada?” Feri gitmiş gözlerinden kaybedilmiş bütün mutlulukların, yaşanmamış bir hayatın, tükenip gitmiş her şeyin derin pişmanlığını okudu. Merhamet gelip yokladı içini, memeleri sızladı yeniden.
Saçlarını ensesinde topladı. Elleri kurumuştu, krem sürdü. Kütüphaneye gidip Anayurt Oteli’ni aldı. “Sen de benimle geliyorsun.” Bütün kitapların yüzünden pişmanlık okunuyordu. Zafer kazanmış gibi dikildi karşılarına. “Noldu? Neden sustunuz?” Pencereye döndü, gökyüzü ve deniz kararmıştı. Hafif bir yağmur yağmış camlar pul pul görünüyordu. “Siz de mi kızlar? En iyisi pencere olmak diye düşünürdüm hep oysa.”. Pencereyi açıp yağmur kokusunu içine çekti. Pencerenin kımıldarken çıkardığı çığlığa benzer ses içini buruklaştırsa da kapatmadı. Pencereyi rüzgâra teslim etti. Rüzgâr ıslak saçlarını yokladı, üşümüştü. Üşüyerek uyuduğu bütün soğuk geceler saçlarından süzülen su damlacıklarına karıştı, omuzlarından süzülüp aktılar parkeye. Şıp şıp, şıp şıp…
Köşedeki sandalyeyle bakıştı bir süre. “Gel bakalım yalnızlığımın tahtı. Bütün arkadaşların teker teker terk ettiler bizi bir tek sen kaldın. Yıllardır ikimiz de yalnızlığı bölüştük bu evde. Şimdi sıra bizde.” Yatak odasına taşımak nasıl da güç geldi. Sandalyenin parkeye sürünürken çıkardığı gıcırtıda bir teselli aradı. Ne kadar zorlansa da sonunda aynanın tam karşısına yerleştirdi. Yatağın köşesinde bekleyen kargo poşetini açtı. İçinden çıkan urganın bir ucunu düğüm yaptı, diğer ucunu tavandaki kalaslardan birine fırlattı. Sandalyenin üzerine çıktı, kalastaki düğümü sağlamlaştırdı. Etrafına bakındı, her şey tıpkı kendi yalnızlığı gibi yerli yerinde, hüzünle karışık bir mutluluk duydu. İlmeği boynuna geçirdi. Hiç bu kadar yüksekten kendine, evindeki eşyalara, yalnızlığına bakmamıştı. Kitabı elinde tutuyor olduğunu şaşkınlıkla fark etti. Son kez göğsüne bastırıp ayaklarının altındaki sandalyeye vurdu. Bu kadar kolay olacağını beklemiyordu. Boşlukta öylece sallanıyordu. Aklından babası, annesi, ablası, kitapları, su kovası, mutfaktaki bardaklar, musluktan damlayan su sesi, aynalar, kuruyan bedeni geçti. Pörtlemiş gözlerle son kez dünyaya baktı, ılık bir şeyin memesinin ucundan aktığını hissetti. Sütüm akıyor, dedi son bir umutla. Vücudu bir iki titredi. Duvara yansıyan gölgesi gökyüzünde süzülen bir tüyü andırıyordu. Tüy ara sıra hafifçe titreşiyor, sonra kaskatı kesiliyordu. Elindeki kitap yere düştü. Uzaktan, karanlık bir yerden, Zebercet, diyen bir ses işitildi. Artık özgürüz, diye fısıldadı. Memesinin ucundan çıkan bir damla ılık süt kırışıklık vadilerinden aşağıya doğru aktı, kitabın üzerine damladı.
Erva Kara
Yorumlar