Düşlerin, masalların ve kentlerin ortasına sıkışmış, kuş kadar bir kızdı Peri. Elleri gül hasadından arta kalmış gibi pembecik, gözleri sonbaharın altında şemsiye açmış gibi yemyeşildi. Kelebekler saçlarını çiçek zannedip konardı. Güzelliği ile pek övünen Afrodit, Peri’den bahis açıldıkça ona haset eder, aşığı Ares’in başının etini yerdi. Ares’in sesi çıkmazdı çünkü tanrıça pek haklıydı. Sanki göklerden bir el uzanmış da kızcağızın yüzüne hokkacık bir işaret konduruvermiş gibi semavi bir burnu vardı. İki yanağının orta yerindeki iki aydınlık kuyudan su içmek dilerdi kuşlar. Ve hepsinin de berisinde yuva sıcaklığında bir ağzı vardı ki aralandı mı masallar dökülürdü evin orta yerine. En çok da halası Yıldız’ın etekleri dibine, düşlerinin ve günlerinin içine…
Yıldız ise toplamak isterdi tüm masalları. Fedakarlığın ölçüsünü kaçıran Sindirella’yı, şekerin cazibesine kanan Hansel ile Gretel’i, kırmızı başlıklı şaşkın kızı, daha nicelerini döküldükleri yerden almak, kucağına koyup sevmek isterdi. Eli yetişseydi kötü kalpli cadıları camdan dışarı fırlatacaktı. Zehirli elmayı prensesin elinden kaptığı gibi çöpe atacaktı. Gökten düşen o üç elmanın birini de mutlak suretle Peri’ye sunacaktı. Ama Yıldız tüm masalları sadece dinleyebildi. Gücü bir tek buna yetti. Diğer eylemler Yıldız’a yasaktı. Konuşamadı, üzülemedi, gülümseyemedi, tekrar anlat diyemedi. Neden diye soramadı. Neden kötüydü masalların üvey anneleri ve cüce olmak zorunda mıydı o yedi insan? Konuşamamaktan daha kötü bir şey vardı, o da hiçbir zaman duyulmamaktı. Yıldız içine içine konuştukça sesi hep kendine çarptı, ağladı. Gözünden bir damla yaş akmadı, ağladığını gören dahi olmadı. Peri hep sorardı babasına, Yıldız neden böyle? diye. Kocaman bir çocuk gibi baksana, gün boyu hiç kımıldamadan oturuyor koltuğunda.
Peri böyle deyince babası çok üzülür, bir garip olurdu. Ağlaması gelmiş de gülmeye çevirmiş gibi yalancıktan bakardı Peri’ye. Anlatmıştım ya Peri, bir gün kente çok kar yağmış. Yollar bayırlar, evler çayırlar karın buzun altında kalmış. Küçük Yıldız o gece çok ateşlenmiş. Kar izin vermemiş doktora gitmelerine. Küçük Yıldız çok ağlamış, hep ağlamış. Annesi de ağlamış. Sabaha kadar ateşler içinde yanmış, kavrulmuş. Gerisini biliyorum baba, derdi Peri. Yıldız’ın ateşi sönüp de ortalık durulunca Yıldız herkese ve her şeye -en çok da kara ve buza- küsmüş. Ateşli hastalık onda bir iz bırakmış. Sonra da büyümek istememiş, hep çocuk kalmış. Çocukluğuna saklanmış. Annesi ona hep masal anlatmış. Çünkü çocuklar masalı çok severmiş hem masallar mutlu sonla bitermiş ve Yıldız’ın da mutlu olmaya hakkı varmış. Evet, derdi babası. Yıldız’ın da mutlu olmaya hakkı var. Bir peri kızı sihirli değneği ile ona dokunup mutlu eder belki, kim bilir…
Bu ve buna benzer cümle sohbetten arta kalan Peri’nin aydan parlak gülüşü ve sevgi bulaşığı masalları olurdu sadece. Peri, Yıldız’a çok üzülürdü. Ne yana dönse yıldızlar batardı kemiklerine. Hemen o vakit koşardı halasının dizinin dibine, bir varmış bir yokmuş ile başlayan masallar sıralardı. Kış masalları anlatmazdı. Peri halasını küstüren kışa çok öfkeliydi, ateşlenmekten de korkardı. Halasına benzemekten aklı çıkıverirdi. Bazen ellerini tutardı halasının, Buz gibi olmuş, derdi. Sonra halasını gücendirmekten, ona kışı hatırlatmaktan çekinir, Buz demedim Yıldız, tuz dedim, diye sadece kendinin kandığı çocuk lakırdıları sayar dökerdi.
Yıldız, Peri’nin halası. Yıldız perilerin düş kırığı… Güzelliği perice, saçları ipekten ince; gözleri şiire kıyı, sözleri dipsiz kuyu. Yıldız gün boyu, tün boyu, ömür boyu koltuğunda kımıldamadan oturan bir çelişki. Varlığı insanın zihninden ve yüreğinden atamayacağı kadar yoğunken yokluğuyla ıstıraplar çektiren bir vicdan yarası, ateşli bir hastalığın dinmeyen ateşi…
Babaannesi birkaç ay önce ölünce halası Perilere taşınmıştı çünkü halasının başka kimsesi yoktu -kendinin bile kimsesi değildi aslında- Rengi solmuş kadife bir koltuk, bir valize tıkıştırılmış üç beş parça eşya ve eski bir aile albümü ile onların evine geldiği gün Peri sevinçten havalara uçmuştu. Yıldız iyileşirse evcilik bile oynayabilirlerdi. Peri külden kedi olurdu, halası da pamuktan prenses. Yaşasındı!
Yıldız eve geldikten üç beş gün sonra Peri işlerin pek de kolay olmayacağını anladı. Halası hiç konuşmuyordu, onun yüzüne bile bakmıyor, anlattığı masalları duymuyormuş gibi yapıyordu. Saçlarını tarasa ya da boynuna sarılsa plastik bebekler gibi ölgün duruyordu. Halası çok gülsün diye onu gıdıklıyordu bazen. Halası gülmüyordu, Peri ürküyordu.
Ne yapmalıyım da onu iyi etmeliyim, diye sordu babasına. Sevmelisin, dedi babası. İyi ama onu zaten seviyorum, dedi Peri. Daha çok sev, dedi babası. Sevgi yeniler, tazeler ve iyi eder. Peki, dedi Peri. Daha çok sevdi Yıldız’ı. Daha çok masal anlatmayı ve onun elini hiç bırakmamayı daha çok sevmek sandı.
Soğuk bir gecenin sabahında pencereden baktığında kar yağdığını gördü Peri. Aslında buna çok sevindi. Her çocuk karı severdi. Peri de sevdi. Ama ya halası? Karın yağdığını görünce kim bilir nasıl da üzülecekti. Belki de aklına hasta olduğu o gün gelecekti. İyisi mi Yıldız’ı o gün cam kenarına yaklaştırmamalıydı. Yıldız’ın koltuğunu geriye doğru çekti, albümü kucağına aldı, fotoğraflara baka baka bir Peri masalı anlatmaya başladı.
Bir varmış bir yokmuş. Zamanın birinde Tanrılar kentinin uzağında bir karı koca yaşarmış. Kadının adı Güneş adamınki ise Midas’mış. Kadın güneşliğini altın saçlarından, adam da Midaslığını altın yüreğinden alırmış. Günün birinde bu ikisi kentteki insanların telaşından, Tanrıların yüksek sesle konuşmasından ve kanı çekilmiş renklerden bıkınca ormana kaçmışlar. Billur bir ırmağın kenarında tüm keşmekeşten uzak, cümle hayvana yuva olacak bir kulübe yapıp mutlu mesut yaşamaya başlamışlar. Onlar böyle telaşsız yaşayadursun hayat onlara güzel bir armağan sunmak için sımsıcak ve masmavi bir günün sabahını seçmiş ve Güneş’in kendinden parlak bir bebeği olmuş. Adına Yıldız demişler. Yıldız bebek sevimli mi sevimliymiş, daha doğar doğmaz tüm hayvanlarla dost olmuş. Aslanın yelelerine tutunup çayır çimen koşar, yılanlarla dere tepe gezip onlara yuva ararmış. Köstebekle saklambaç oynar, kurbağa ile yarış yapmaya kalkarmış. Anasının yüreği, babasının nefesiymiş. Gel zaman git zaman Yıldız büyümüş, serpilmiş, masallardaki perilerden; cennetteki hurilerden, yerde ve gökte yaratılmış tüm meleklerden güzel bir kız olmuş. Bununla kalsa iyi Yıldız evrendeki en kudretli şifacı imiş. Dokunduğu her yarayı iyi eden, her çürüğü tazeleyen ve her yıkıntıyı onaran bu kızın hünerleri Tanrılar kentinin zalim kraliçesi Karbuz’un kulağına gidince Kraliçe çılgına dönmüş. Ne yapmalı ne etmeli de Yıldız’ın hünerini ele geçirmeli, diye kapısını çalmadık büyücü, oturup konuşmadık kâhin bırakmamış. Vah ki ne vah hiçbiri de derdine derman olamamış. Türlü hinlik peşindeki kötü kalpli Kraliçe hıncını zavallı hizmetkarlardan çıkaradursun bir gün olağanüstü bir şey olmuş. Karbuz sarayın balkonunda Yıldız’ın güzelliğine ve hünerlerine sahip olamamanın hırsıyla dişlerini sıkarken günün çekildiği havanın kızıla döndüğü vakitte gök ikiye ayrılıvermiş. Yüreğindeki tüm kötülük ve korkusuzluğa rağmen gördükleriyle irkilen Kraliçe karşısında beliren yüzün çirkinliği ile bir adım gerilemiş, yüzüne vuran alevden saçları tutuşacak sanmış. Göklerin içinden çıkan Kıskançlık Tanrısı ilacın bende, demiş. Ve devam etmiş, “Gün sabaha dönmeden Yıldız’ın yaşadığı kulübeye git ve cehennem ateşinden yapılan bu tarağı onun ipek saçlarının arasından geçir. Tarak kızın saçları arasında kayıp gittikçe onun tüm güzelliği ve ellerinin şifası sana geçecek, sen de şifa tanrıçası olarak anılacaksın. Tek bir şartla! Şayet Yıldız sana dokunursa bu sihir işe yaramayacak ve sen sarayın balkonunda hiçbir şey tanrısı olarak yaşamaya devam edeceksin. Unutma, asla dokunmayacak. Asla…
Gökler tekrar birleşip eski karanlığına geri döndüğünde Kraliçe elinde ateş saplı bir tarak ile yola düşmüş bile. Emrindeki askerlerden yüzlercesini peşine takıp billur ırmağın kenarındaki kulübeye varmış. Güneş, Midas ve Yıldız bir ağacın kıyısında mışıl mışıl uyumaktaymış. Askerlerin sesini duyan Midas irkilmiş, hemen hayvanlara seslenmiş. Bir andan daha kısa bir zaman diliminde ormandaki tüm hayvanlar yerin altından ve üstünden olmak kaydıyla bu iyi yürekli ailenin etrafını sarmış. Kraliçenin askerlerini karşılarında görünce ne olup bittiğini anlamadan yalvarmaya başlamışlar. Biz kimseye bir şey yapmadıktan tutun da ne olur canımızı bağışlayana kadar. Tek derdi Yıldız’ı almak olan askerler, hayvanlardan geçit bulup ona ulaşmak istemiş ama ne fayda. Ortalık bir savaş alanına dönmüş, kavga kıyamettir kopmuş. Yıldız’ın kaçacağını sezen Kraliçe en güçlü askerini ağaçların arkasından Yıldız’a doğru göndermiş. Asker bir punduna getirip yakalamış kızcağızı ve çuvala attığı gibi doğru Kraliçe’nin yanına, oradan da son sürat saraya…
Kıskançlıklar Tanrısı’nın tek şartı: Dokunmasına izin verme! Kraliçe zihninde sürekli bu emir ile Yıldız’ın ellerini ve ayaklarını bağlatmış. Sarayın orta yerinde çaresizce oturan Yıldız hiçbir şeyden habersizce ağlamaktaymış ki karşısında elinde ateş saplı bir tarakla bekleyen ve saçlarını aç diye salık veren Kraliçe’yi görmüş.
Hayret! Kraliçe, Yıldız’ın annesine nasıl da benzemekteymiş. Aynı güneş saçlar, aynı boncuk gözler. Sesindeki anne bile aynıymış. Kraliçe’den gözlerini alamayan Yıldız’ın gözyaşları bir anda dinivermiş. Yüreğinden kopup gelen ve gözbebeklerinin içine bağdaş kuran bir gülümseme tüm yüzüne yerleşmiş. Tam da o anda göz göze gelmişler Kraliçe ile. Kraliçe bir an yumuşasa da hemen kendine gelmiş. Yıldız’ın saç bağını çektiği gibi ipek saçlarını salmış. Titreyen ellerini düşlediği hayallerle zapt etmiş ve başlamış Yıldız’ın saçlarını taramaya. Tarak kızın saçından akıp gittikçe güzelleştiğini, ellerinin şifalandığını zannedip sürdükçe sürmüş tarağı kızın kafasına. Yıldız, Kraliçe tarafından taranan saçlarından ziyade onda bulduğu anneliğe mutlanıp gülümsemekteymiş hâlâ.
Kraliçe bir yol durmuş. Ayna istemiş hizmetkarından. Elmas kakmalı, zümrüt oymalı bir ayna bulunup getirilmiş hemen. Bir de yaralı bir parmak, demiş Kraliçe. Bir hizmetkarın parmağını kesivermiş bir bıçak. Yara oluk oluk kanayadursun kafasını kaldırıp aynaya bakmış ki Kraliçe ne göre? Yüzünde güzellikten eser yok. Öfkeyle arkasını dönüp yaralı parmağa dokunmuş ki şifa bula. Mümkün mü? Kan hâlâ akıp durmakta. Peki ama neden, demiş Kraliçe. Sen bana hiç dokunmadın ki?
Dokundum ya demiş Yıldız, gözleriyle de dokunur insan. Hem ki sevgiyle bakmak dokunmaktır.
Ve gökten üç elma düşmüş. Üçü de bu masalı dinleyene, dedikten sonra Peri, orman kenarındaki kulübenin önünde poz veren babaannesi ile dedesinin fotoğrafından kafasını kaldırdı. Nasıl masalımı beğendin mi, diye soracaktı konuşmayan, kımıldamayan hatta yaşadığından bile emin olmadığı halasına. Gülen gözlerle Yıldız’a baktığında halasının kafasını kaldırmış olduğunu gördü. Gözleri Peri’nin gözlerine dokunmuştu. Gözbebekleri ilk kez birbirleri içinde kaybolmuşken mucizeye inandı peri, bir sevinç çığlığı koyuverdi tüm masalların orta yerine. Üvey anneler, canavarlar, devler ve kötü kalpli kraliçeler tabana kuvvet kaçarken Yıldız’ın dudak kenarına bir tebessüm gelip oturdu.
Yıldız artık her masalın sonunda gülümseyecekti. Öyle ya Yıldız’ın da mutlu olmaya hakkı vardı ve sevgiyle bakmak, dokunmaktı. Hem de yüreğe, en derine...
Esra Kahya
Hangimiz külden kedi, pamuktan prenses olmadı ki 😞
Keşke hayat hep peri kadar mahsum bu hikaye kadar güzel bitse okumaktan mutluluk duydum kaleminize sağlık